YAZARLAR

Proje olarak devlet ya da Batı’nın efkârlı akşamı

Ne olacak şimdi biliyor musunuz? Taliban’la masaya oturan herkes oradan biraz daha kirlenerek, biraz daha meşruiyetini kaybederek, bütün bu başarısızlığın faturasındaki payını katlayarak kalkacak. Afgan halkını yalnız bırakan herkesin payı olacak o faturada. Her birimizin!

Afganistan’ı, harcadığı trilyonlarca dolar ve euro’ya rağmen handiyse 20 sene önce bulduğu gibi terk eden Batı, şimdi “ama biz orada bir ulus inşa etmeyecektik ki?” diyor. Ancak benimki (hepimizinki) gibi, Türkiye’nin her gün 3-5 kez değişen gündemi yüzünden sert inişler ve çıkışlar yaşayarak serseme dönmüş belleklerimiz bile başlangıçtaki iddianın tam olarak bir devlet ve ulus inşası olduğunu hatırlıyor. Bu “proje”nin üzerine dayandığı varsayım ise üçüncü parçayı oluşturuyordu. En sık kullanılan kelimelerden biriydi “post-conflict” yani çatışma sonrası... Şu yoldan gidelim: Afganistanlı binlerce sivilin ve Batılı askerlerin hayatları, onca para ve tabii ki Batı’nın itibarı ve karizması (kimin umurunda?) ülkede Batılı askerlerin müdahalesiyle çatışmanın sona erdirildiği ve artık bu yeni ortamda bir devlet ve ona yurttaşlık bağlarıyla bağlı kalabalıklardan oluşan bir ulus inşa etme projesi için heba edildi.

Daha sonra Batı’nın yalnız kendi dışındaki operasyonlarını değil, kendi kamusal işlerini de “proje” olarak ele almasının içerdiği tuhaflıklardan biraz bahsedeceğim. Şimdilik Afganistan’daki projenin ne olduğunu Barnett R. Rubin’in 2005’teki bir yazısından alıntılayayım: “güvenlik için egemenlik inşa etmek” (constructing sovereignty for security). Rubin’e atıfta bulunan Suhrkin’in tartışmasında bu süreç, Charles Tilly’nin “Coercion, Capital and the European States” (1) kitabında anlattığı sürecin, tersinden ve çeşitli kestirmelerle sahneye konduğu bir girişime tekabül ediyor. Tilly, Avrupa’da merkezi devleti (2) yapan şeyin ordular olduğunu öne sürer. Savaşların biçimi, kapsamı, silah teknolojileri değiştikçe ordular ve o orduları besleyen devletler de yeni suretler edinirler. Şöyle bir kestirmeden gideyim: Devletler çatışmalar sona erdiğinde istikrarı korumak üzere kurulmazlar, çatışmalar eşliğinde ve o çatışmalar ekseninde bir suret kazanırlar. Suret kelimesini “formation”a karşılık olarak kullanıyorum. Avrupa’da ortaya çıkan ulus ya da millet de devletin sureti olarak şekillenir. Devletler birbirlerine ve bizlere o “hayali cemaat”in yüzünü/maskesini takınarak konuşurlar. O yüzün arkasında ise dünyanın en pahalı işi olan savaşı, fikrî ve fiilî olarak sürdürmeye matuf bir iktisadi işleyiş bulunur. Peki böylesi gayet özgün koşullarda oluşmuş, üstelik eskiyip kırışmış, sararmış, maceraperest kişiliği yüzünden biriktirdiği faça izleri arş-ı alâya varmış bir suret, bambaşka bir tarihsel bağlamda “inşa” edilebilir mi? “Formation” kelimesini “form”dan yola çıkarak “biçim, şekil” diye anladığımızda mümkün gibi görünüyor. Ne olacak, orasını keseriz, burasına şunu ekleriz, güzel bir badana da çekeriz olur biter. Mis gibi!

Ama “formation”ı, Tilly’nin yaklaşık 1000 yılda, zorla ve şerle (coercion), kelimenin etimolojisinden hareketle söyleyeyim, yaratılmış, yapılmış şeylerden mürekkep suretler olarak anlayacaksak mevzu ciddi. Böyle işlere hiç girişmemek sanki daha iyi. Ama elde var hayatta ve muktedir kalma arzusu ve ona eşlik eden ölümcül bir kibir. Evet evet, Batı’dan bahsediyorum. Kendisinin merkezinde olmadığı bir dünyayı düşündükçe efkâr basan Batı’dan. Orada burada kendi benzerimi yaratacağım derken halkları, kendi ruhunu üflediği Frankenstein’lara mahkûm eden Batı’dan. Afganistan’da son birkaç hafta içinde şahit olduğumuz manzara Batı tarafından, yine Batı farklı halet-i ruhiyelerdeyken üretilmiş iki Frankenstein’dan birinin diğerini yemesinden ibaretti. Taliban da Batı’nın tasarımı idi, önce Hamid Karzai’nin sonra Eshref Ghani’nin sözüm ona liderlik ettikleri Kabil merkezli ve yine Kabil’le sınırlı devlet de. İlki Soğuk Savaş döneminde, Batı’nın (çıkarlarının) uzak sınırlarına bir uç beyi olarak yerleştirmek üzere tasarladığı bir Frankenstein idi (3). İkincisi ise Batı-sonrası (Batı’nın merkezde ve belirleyici olmadığı) bir dünyaya hazırlanırken uç beylerine değil, yerel dilleri de bilen “diplomat”lara duyduğu ihtiyacı gidermek üzere, sözüm ona akıllı tasarımla ürettiği daha “kibar” bir Frankenstein. İlki, Batı’nın kendi düşmanlarına göstermek üzere yarattığı bir tasarımın ürünüydü; ikincisi kendisiyle masaya oturtmak üzere giydirip süslediği bir başka tasarımın.

İSLAMCILIK’IN ZAFERİ Mİ?

Bu noktada bir an durup, İslam’ın ve İslamcılık’ın bu mevzunun neresinde durduğuna ilişkin kafa yoralım birlikte. Çünkü, Türkiye’de de hepimizin fark ettiği üzere Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesini, Sünni İslam’ın ve İslamcılık hanesine büyücek bir zafer olarak yazmak isteyen pek çokları var. Bu, Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi aşama dolayısıyla geriye kalan pek çoklarımız için hiç yoksa “sinir bozucu” bir durum. Kendi adıma bu minvalde bir tartışmanın ne Afganistan’a ne Türkiye’ye bir hayrı olacağına inanmıyorum. Derdim “başka bir İslam” ya da “İslamcılık”ın mümkün olduğunu söylemek değil. Aksine İslamcılık’ın kendi içinde bazı versiyonları olsa da aşağı yukarı şu gördüklerimizden ibaret olduğunu, İslam’dan 20’nci yüzyıla kalanları da tüketmekten başka işlev görmediğini, dolayısıyla şu manzarada ne İslam ne de İslamcılık için bir zafer falan bulunmadığını öne sürüyorum.

Nitekim Taliban kazanınca tüm dünyadaki İslamcılar da kazanmış oldu, İslamcılık zaten ne ki bundan başka, şeklindeki önerme, on yıllardır var olan siyasi mevzilerin tahkim edilmesinden başka bir işe de yaramıyor. O mevziler de artık yeni siyasi enerjiler ya da öyküler doğurmuyor. Oysa Afganistan’ı yukarıda anlattığım “devlet inşası” projesini merkeze alarak tartışabildiğimizde, özellikle Türkiye’de siyasi muhalefetin izleyeceği rota açısından önemli ipuçları bulabiliriz. Afganistan ve Türkiye’nin birbiriyle hiç alakası olmayan iki bağlam olduğu on yılları çoktan geride bırakmış bulunuyoruz. Türkiye’nin o çok övündüğü devlet tecrübesinin 1980 Darbesi’nden beri yaşadığı devasa erozyon ve ayrıca mevcut idarecilerin muhtemelen birkaç inşaat şirketine yeni beton atma sahası ayarlamak umuduyla hepimiz adına üstlenmeye giriştikleri rol, o alakayı çoktan kurdu. Bu iki unsuru bir arada düşünmek için ise gene İslam’ın ve İslamcılık’ın özünde ne olduğu ya da olmadığından çok (bu konuda hemfikir olmamıza gerek bile yok), kimin için ne işlev gördüğü sorusuna odaklanmak, yani İslamcılık maskesinin kimin tezgâhında neye yarasın diye üretildiğine bakmak gerekiyor.

Afganistan’da tanık olduğumuz şey, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, 2001 yılından itibaren ABD’nin geliştirdiği ve Batı’nın geriye kalanının da kaçamadığı “terörle mücadele” projesinin kapanış faslıydı. Bu projenin hedefinin son tahlilde, kendisini önceleyen sürecin yarattığı arızalı sonuçları bertaraf etmekten ibaret olduğunu hatırlamak lazım. Irak’ta Saddam’ın, Afganistan’da Taliban’ın (4) ve başka bir dolu yerde eril/kutsal şiddet ideolojilerinden beslenerek serpilen şedit aktörler, gene ABD’nin öncülük ettiği Soğuk Savaş esnasında güya ölçülüp biçilerek üretilmişlerdi. Şöyle özetleyerek varmak istediğim yere doğru kırayım dümeni: “Liberal” Batı, Soğuk Savaş siyaseti içinde yarattığı Frankensteinlardan, “terörle mücadele” projesi çerçevesinde ürettiği yeni model Frankensteinlar aracılığıyla kurtulmaya çalıştı. Arka planda çalışan binlerce komplo teorisiyle ilgilenmeyeceğim bile. Az önceki cümlede vurgulamak istediğim iki kelime var. Biri siyaset, diğeri ise proje. Bu iki kelime, daha doğrusu birinin diğerinin yerini alma süreci, Afganistan’a, Irak’a olanlar kadar ve Batı’ya olanları da ele veriyor.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI BATI: SİYASETİ BIRAK PROJEYE BAK

Bu proje kelimesini yalnız sivil toplum kuruluşlarıyla çalışanlar değil, özel sektör çalışanları, daha kötüsü devletin vergilerimizle hayata geçirdiği kamusal işlerde çalışanlar da ne yazık ki yakinen bilirler. Bir tür salgın gibi. Nereden, ne zaman çıktığını Allah bilir, ama tüm hayatı artık hatırlamak bile istemediğimiz müsilaj kıvamında ele geçirmiş durumda çoktan. Siyasetle arasındaki fark ise, “başı-sonu, dolayısıyla zaman planı önceden yapılmış, bütçesi sınırlanarak ayrılmış iş” olması. Bir konudaki siyasetten bahsettiğimizde başı kıçı belli eylemler serisinden değil, bir yol ve yordamdan söz ederiz. O yol, uzak bir menzile birlikte ulaşmak üzere yola çıkanların, müzakereyle ya da mücadeleyle çattıkları ve fakat ana hatlarını aşağı yukarı bildikleri bir yordamla yürürken açılır. Menzil kadar yolcular da belirler yolun şeklini ve şemâlini (ahlakını). Yol ilerledikçe menzil de uzaklaşır. Siyasetin ironisi de, trajedisi de budur. O ironi ve trajedi çerçevesinde suret kazanır o yolu müşterek yordamlarınca yürüyenler.

Proje öyle değil: Zamanımız belli, bütçemiz belli, kullanabileceğimiz kaynaklar belli. Bizden beklenen ise bize tanınan süre ve ayrılan kaynaklarla belirtilen menzile varmamız. Sonrası? Sonrası yok. Evvelden proje metnine serpiştirilmiş “sürdürülebilirlik” kelimesiyle, “başınızın çaresine bakın kardeşim, valla bizden anca bu kadar işler” denmiştir. Proje diye tanımlanmış işlerde çalışanlar bilirler: Diş tırnağa takılır proje biraz daha uzasın diye. Öyle ki projeye konu işlere ayrılan zaman ve emekten daha çoğu, proje için nasıl biraz daha kaynak ve zaman edinilebileceği sorularına cevap bulmak için sarf edilir. Hedefler başlangıçta o kadar iyimser ve iddialıdır ki, izleme raporlarında olmadık şeyler kocaman başarılar olarak sunulur. O da çok tuhaf iştir: Çünkü madem bu kadar başarılısınız o zaman artık bu projeye ihtiyaç yok, diyebilir patron. Başarısızlık alametleri çoksa da, amanın bu iş olmuyor, ölü yatırım, vazgeçelim, diyebilir. Bir proje biterken “bir daha böyle işe girenin var ya...” demeyen kimseye rastlamadım henüz.

Batı’ya bakarken Soğuk Savaş öncesi ile sonrasını net çizgilerle ayıran hatlardan birinin kesinlikle bu olduğu düşüncesindeyim. Siyasetin yerini parçacıl projelerin alması. O projeleri birbirine yamayarak oluşturulmak istenen yüzeylerin daha da çok parçalandığı bir aşamaya geçiyoruz hızla. Bunun Afganistan meselesiyle, Irak’la, hele bizimle ne alakası var diyeceksiniz? Bence Afganistan’ı, Irak’ı ve Türkiye’yi birbirine bağlayan değişimin ta kendisi bu. Şık olsun diye Batı merkezli küresel idare zihniyetinde projeci sapma koyalım mı adını?

BİR DÖNÜM NOKTASI: 2001

Şimdi 2001’e dönmemiz gerekiyor kısaca. Türkiye 1990’ları yara bere içinde atlatır ve Soğuk Savaş’ın öylece ortada bıraktığı kalıntılar kendi aralarında bir mücadeleye tutuşurken, 1999 Depremi’nde devletin çöktüğüne şahit oluruz. 2001 ekonomik krizi çoktan devletsiz kalmış ekonominin artık itilip kakılarak da olsa bir yere gitmediğinin işaretidir. Dünya Bankası bürokratlarından Kemal Derviş, bir tür “broker” sıfatıyla çantasına koyduğu IMF paketiyle Türkiye’ye gelir. Bir süre ekonomi bakanı olarak görev yapsa da tam teşekküllü bir siyasi aktör olmayı göze alamaz, küresel ekonomi bürokrasisinde zaten garanti altına alınmış bulunan yerini tercih ederek ülkeden ayrılır. Bu esnada bir yandan da AKP projesi, evet projesi, şekillenmektedir (proje olmasa sembolü ampul olur muydu Allah aşkına?). Proje yöneticileri kim? 28 Şubat süreciyle kapatılan RP’nin gömlek değiştirengilleri ile Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde “yeşillenmiş” bir cemaat.

Yine 2001 yılının Ekim’inde ABD, Afganistan’ı işgal eder. Daha dün gerek doğrudan gerekse “dost ve kardeş” Körfez ülkeleri ve Pakistan tarafından beslenip büyütülmüş Taliban düşman rolündedir. Çünkü 11 Eylül saldırılarını üstlenen El-Kaide’yle arkadaşlık etmekten, eski patronunun tüm uyarılarına rağmen vazgeçmemiştir.

2003’te, bizler hep birlikte Irak’ın işgaline karşı mitingler düzenler Batı’ya “aklını başına al, bu işleri daha önce de denedin, daha fazla insan öldürmekten başka işe yaramıyor” diye seslenmeye çalışırken, AKP iktidardadır. Erdoğan 11 Eylül saldırılarından beri oğul Bush yönetiminin pişirmekte olduğu işgalde, ABD’nin yanı başında olmak için tezkere getirir Meclis’e. Henüz partisine, ülkeye ve hiç kusuruma bakmasınlar muhalefete bu kadar hakim olmadığı için arzusu yerine gelmez. O zaman kolladığı, aslında kucağına düşen ama son anda kaçırdığı fırsat, 2011’den itibaren Suriye ile bir kez daha karşısına çıkar. Hem kendi partisinin hem muhalefetin tam teşekküllü desteğiyle kendisine uygun görülen rolü oynamaya başlar. Özgür Suriye Ordusu’nu örgütleme işini üstlenir ve kimilerinin utanmadan “Kuva-yı Milliye” ile bir tuttuğu bu alelacayip “ordu” bugün Afganistan’ı ele geçiren Taliban’dan farksız bir şeye, evet şeye, dönüşür.

TÜRKİYE VE PROJENİN 'SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK' AYAĞI

Siz ne görüyorsunuz bilmiyorum ama ben birbiriyle ilişkilendirilmiş üç proje görüyorum tam bu hatta. Üçü de iflas halinde. Irak’ı ve Afganistan’ı uluslararası sisteme dahil etmek üzere örgütlenmiş bir işgal ve yeniden inşa projesiydi en başında kurgulanan. Türkiye ise her iki projenin de lojistik ortağı olacaktı. Peki bu proje başarıya ulaştı mı ki, Türkiye o projenin sürdürülebilirlik ayağındaki taşeronluk işine devam etsin?

Dinlediğim, okuduğum hemen bütün uzmanlar, ABD ve işbirlikçilerinin Kabil’de kurguladıkları devletin asıl derdinin, Afganistan’ı temsil eden bir “egemen tüzel kişilik” üretmekten ibaret olduğunu kaydediyorlar. Haliyle Afganistan Ordusu dediğimiz teşkilat da, Kabil’deki hükümet uluslararası masalarda otururken ülkeyi dışarıya karşı değil, içerideki parçalı yapıya karşı savunacak bir zor mekanizması olarak kurgulanmıştı. Ama ABD, --“terörle mücadele”nin bir siyaset değil, geçici ve sürdürülebilir de olmadığı gayet ortada bir proje olması nedeniyle-- neredeyse 10 yıldır “vallahi de gideceğim, artık gitmem lazım, geçen sene olmadı bu sene gideyim, karpuzu siz kesin ben donut özledim” diyerek o mekanizmayı sürekli sakatlıyordu zaten. Taliban’ın Afganistan’ı nasıl olup da bu kadar rahat ele geçirdiğini hem uzmanlar hem de Afganistanlı gazeteci ve eylemciler özetle şöyle anlatıyor: Orada burada birkaç çatışma çıktıysa da büyük savaşlar yaşanmadı. Taliban aşiretlerle anlaşa anlaşa ilerledi. Kendisiyle işbirliği yapanlara büyük ödüller verirken, yapmayanları ağır şekilde, herkesin gözü önünde infaz etti. ABD, “çekiliyoruz” dediği andan itibaren söz konusu aşiretlerin “Taliban’cım yok vallahi, olmaz, bak Kabil’de bir devlet var artık, biz onlara bağlıyız” deme şansları var mıydı ki? Ordu nasıl o kadar kolay dağıldığı sorusuna da benzer bir cevap veriyor insanlar. Bu koşullar altında, Taliban bir zafer kazanmış oldu mu gerçekten?

Vallahi hayır. Afganistan’da Batı’nın “terörle mücadele” projesi kapsamında araya girip ertelediği bir iç savaş yeniden başlıyor. Uluslararası siyaset uzmanı değilim. Öyle bir perspektiften demiyorum bu dediklerimi. Fakat Türkiye özelinde tarım, milliyetçilik, dindarlık, kısmen mitoloji/duygu siyaseti ve nihayet an itibariyle de aile üzerinden devletin --Türkiye devletinin değil, devletin- nasıl bir şey olduğuna kafa yormuş biri olarak gördüğüm şeyi söylemeye çalışıyorum sadece. Ayrıca, ısrarla İslamcılık’ı hesaba katmaksızın anlatıyorum hikâyeyi. Çünkü bırakın İslamcılık’ın zaten parçalı bir proje olduğu gerçeğini, İslamcılık’ın cihatçı versiyonunun bile birbirleriyle kanlı savaşlar içinde oldukları bir dönemde Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesini İslamcılık’ın ya da cihatçılığın zafer hanesine yazmanın bir alemi olduğunu düşünmüyorum. İslamcılık da cihatçılık da, hepimizin, en çok da İslamcıların ve cihatçıların bildiği üzere, Batı’nın çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu ülkelerde yürüttüğü Soğuk Savaş siyasetinin ucuz aparatlarıydı. Soğuk Savaş siyasetinden terörle mücadele projesine geçerken de ihtiyaç duyulan düşman ya da ehven-i şer dost kapasitesiyle bu projelere dahil oldular. Bu projenin iflasından kazançlı çıkanın onlar olduğunu söylemek, her şeyden önce Afganistan’da yaşayan halkların akıllarını hakir görmek olur.

ABD’nin “terörle mücadele” projesinin Afganistan ayağının ne denli rezil bir şekilde bittiği Eşref Gani’nin başkanı olduğu ülkeyi terk ediş öyküsüyle sembolize edilecek seneler boyunca. Gani, ABD’de başarısızlığa uğramış devletlerin nasıl onarılabilecekleri konusundaki akademik çalışmalarıyla tanınan saygın biriydi bir zamanlar. 1978’de, henüz genç bir akademisyenken yazdığı şu makaleye bakarsanız, Kabil merkezli bir “merkezi devlet” projesinin tutma ihtimalinin olmadığını en başından itibaren kendisi de biliyor olmalıydı. Bu makale, Soğuk Savaş’ın devam ettiği bir dönemde, dünya henüz bir siyasetin zemini iken yazılmıştı. Dünyaya siyaset çerçevesinden bakınca da Gani, Afganistan’daki tarafları; aşiret ideolojilerini; dinin ne tür seçkinler yarattığını; o seçkinler arasındaki ilişkilerin ne ölçüde hangi saiklere dayandığını gayet güzel sıralıyor. İflas eden “terörle mücadele” projesi kapsamında bir “egemen devlet inşa etme” ve Afganistan’taki bütün o çatışmalı çoğulculuktan, hem de 21’inci yüzyılın ilk çeyreği gibi bir zamanda “ulus yaratma” rüyasının ne denli olmayacak bir iş olduğunu bilmeyen kimse yoktu yani.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?

Allah bilir... Afganistan’da olanların faturası henüz yazılmaya bile başlanmadı. Almanya, ülkenin yeniden inşasına “katkıda bulunsun” diye gönderdiği Siemens’in yatırımlarına ne olacak diye tartışıyor. Bir de, “bu rezilliğe ABD yüzünden bulaştık, ne yapsak artık müstakil bir güvenlik ve uluslararası politika mı oluştursak kendimize” diye düşünüyor gene. ABD ve İngiltere yalnız rezil olmakla kalmadılar, ne denli güvenilmez ortaklar olduklarını bir defa daha, yine hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde ispatladılar. İngiliz bürokratlar bile twitter’a sarılıp, kendi devletlerini, onlar için çalışan tercümanları öldürülmek üzere ortada bırakmakla suçluyorlar. Dünyanın her yerine dağılmışken, “nihayet Kabil’de bir devletimiz oluyor” sevinciyle dönen eğitimli orta sınıf Afganların halleri ise içler acısı. Taliban’dan kaçıp mülteci olarak sığındıkları ülkelerde kurdukları hayatlarını yıkıp umutla kurdukları yeni hayat da yıkılıyor şimdi. Fakat bunlar ne ki, bir de koca ülkenin her yerinde yoksulluğun ve mahrumiyetin binbir türüyle baş başa yaşayan, Kabil’e kimin yerleştiğini düğünlerine atılan roketlerden sonra çıkan haberlerden öğrenen halklar var. Koca dünyada yaşayacakları tek bir yer olmadığını bilseler de ülkesini terk edecek kadar umutsuz sığınmacı ve mülteciler var bir de yollarda...

Ne olacak şimdi biliyor musunuz? Taliban’la masaya oturan herkes oradan biraz daha kirlenerek, biraz daha meşruiyetini kaybederek, bütün bu başarısızlığın faturasındaki payını katlayarak kalkacak. Afgan halkını yalnız bırakan herkesin payı olacak o faturada. Her birimizin!

Dipnotlar:

(1) İmge Yayınları, “Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu” adıyla ve Kudret Emiroğlu çevirisiyle 2020 yılında yayınlamış. Yukarıda Rubin’e atıf yapan, Astri Suhrke, “Exogenous state-building: The contradictions of the international project in Afghanistan” The rule of law in Afghanistan: Missing in Inaction içinde, Cambridge: Cambridge Univ. Press, 2011 ss. 225-248 

(2) Bu siyasi birlik modeline ulus devlet ya da milli devlet demek, uzun ve kanlı maceralar sonrasında oluşmuş ve şu anda doğduğu topraklarda da büyücek krizler yaşayan bir egemenlik tarifinin kendini dayandırdığı meşruiyet çerçevesini yutmaya eyvallah demektir ya neyse, kalsın kenarda şimdilik.

(3) Taliban’ın nasıl yaratıldığı konusunda harikulade bir söyleşi Kısa Dalga’da yayınlandı. Dr. Zeynep Tuba Sungur, Afganistan’da Ulus Devlet Oluşum Süreci ve Eğitimin Rolü konulu bir de doktora çalışması yapan harikulade bir araştırmacı. Taliban söz konusu olduğunda “Batılı eğitim”in ne anlama geldiğini, o dönemde ABD’de basılmış ders kitaplarının içeriğine dair tasvirlerinde anlayacaksınız. Küçük bir örnek vereyim, ama bu örnek ABD’de basılanlardan değil, 1980’lerin başından 1990’ların başına kadar Peşaver’de işlev gören Afganistan için Eğitim Merkezi’nden, Farisi alfabeyi öğreten bir tekerleme: “Allah için Elif, Allah birdir; Baba için B, baba camiye gider; Beş (Penç) için Pi, İslam’ın şartı beştir; Tüfek için T, Cevat Mücahidin için tüfekler alır; Cihat için Cim, cihat farzdır. Annem cihata gitti. Kardeşim Mücahidin’e su verdi; Din için dal, dinimiz İslam, Ruslar İslam dininin düşmanıdır; Şakir için Ş, Şakir kılıçla cihat eder. Allah Rusları yenenlerden razıdır; Zulüm için Zal, zulüm haramdır. Ruslar zalimdir. Zalimlere karşı cihat ederiz. Vatan için Vav, vatanımız Afganistan’dır, Mücahidin ülkemizi meşhur etti. Müslüman halkımız komünizmi yeniyor. Mücahidin, sevgili ülkemizi özgürleştiriyor.” Kaynağı, Craig Davis’in “‘A’ is for Allah, ‘J’ is for Jihad” başlıklı makalesi.

(4) Müsaadenizle Afrika’nın bir çok yerinde Pentecostal kiliseleri de buraya ekleyeceğim, zira onlar da ABD tarafından ‘aman komünizm olmasın da ne olursa olsun’ şeysiyle üretilip desteklendiler.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.