Psikiyatriden devrime: Frantz Fanon’un devrimci psiko-politikası
Fanon’un ilk kitabından son kitabına incelediği hemen hemen tüm psikiyatrik vakalar sömürgeciliğin yarattığı tahribatı ortaya koyuyordu. Bilimsel incelemeden getirdiği birikim düşünürü salt spekülasyona düşmekten kurtarmış, sömürgecilik eleştirisini somutlaştırarak düşüncesine diyalektik bir karakter kazandırmıştır.
Fırat Mollaer (1)
“Belki de okur bu psikiyatrik notları böyle bir kitapta yersiz ve zamansız bulacak ama bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok (…) Doğrusu şu ki, sömürgecilik özü gereği psikiyatri hastaneleri için uygun ortamı zaten yaratıyor.”
Frantz Fanon, 'Yeryüzünün Lanetlileri' (1961)
1830’dan beri Fransız sömürgesi olan Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nin yeni başhekimi kurumun haftalık gazetesindeki yazılarından birinde (7 Ocak 1954) alışılmadık bir hekim-hasta diyaloğunu aktarıyordu:
“Birkaç gün önce sert bir cevap aldım. (Hastane koğuşlarından biri olan) Reynaud’daki bir hastaya bugün ayın kaçı diye sormuştum. ‘Ayın kaçı olduğunu bilmemi nasıl bekliyorsunuz? Sabah kalkmamız söyleniyor. Yemek yiyin. Avluya çıkın. Öğlen yemek yememiz söyleniyor. Avluya çıkın, sonra da yatın (…) Hangi günde olduğumuzu nasıl bilmemi bekliyorsunuz’.”
Cezayir’deki görevine kadar geçen süre boyunca (Siyah) bilincin geçirdiği deneyimlerin eylemle ilişkisini araştırmaya gömülmüş olan başhekim hastaya hak verir: “Takvim bir eylem programıdır.” İki hafta sonraysa hastanenin gazetesinde bu kez Cezayirli hastaların mekân duygusundan söz eder: “Hastalar kendilerini hiçbir yerde hissetmiyor.” (2) Demek ki, Cezayirli hasta kendisini özne olarak kavrayacak, deneyimine anlam verecek ve eylemde bulunacak bir zaman-mekân bilincinden yoksundu.
Cezayir tarihinde büyük değişimin yaşandığı bir dönemde, yani Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FLN) Fransız sömürgeciliğine karşı bir siyasi özne olarak tarihin sahnesinde yer aldığı yıl gerçekleşen bu diyalogu kayda geçiren başhekim, Cezayir Devrimi’yle özdeşleşecek devrimci psikiyatr Frantz Fanon’du (1925 Fort-de-France, Martinik-1961 Maryland ABD). Bundan bir yıl sonra (1955) Ulusal Kurtuluş Cephesi’yle temasa geçtiğinde psikiyatr Fanon için etkin bir siyasi hayat da başlamıştı. Siyasi devrimci Fanon, El Moudjahid gazetesinde yazdığı bir makalede (Kasım 1957) Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin ortaya çıkışını emperyalizme karşı yeni bir takvimin milat noktası olarak belirlediğinde başhekimi tamamlayıp radikalleştirecekti:
“Bugün, yeni bir hayatın, yeni bir tarihin, tepeden tırnağa altüst olmuş ve tamamen yeni temeller üzerine kurulmuş Cezayir tarihinin başlangıç noktasıdır” (YÖ, 276).
CEZAYİR ÖNCESİ
Ekim 1953’te Blida’ya atanmasıyla başlayan Cezayir deneyimi Fanon’un hayatında kritik bir geçiş olsa bile psikiyatrik tecrübesinin oluşumu önceki yıllara uzanır. Fransız sömürgesi Martinik’te doğan Fanon, İkinci Dünya Savaşı’nda Özgür Fransa Güçleri’nin Antiller’deki beşinci taburuna katılıp Fransız ordusunda savaşır (1943-45), yarıda bıraktığı lise öğrenimini tamamlamak üzere ülkesine geri döndükten sonra (1945) savaşa katılmış askerlerin yararlandığı bir bursla üniversite eğitimi için Fransa’ya doğru yola çıkar (1946). Lyon’da tıp eğitimi alıp “ruhsal bozukluklar” üzerine bir bilimsel çalışma yaparak psikiyatride uzmanlığa başlar. Psikiyatr Fanon’un çalışma deneyimindeki en önemli duraklardan biri, asistan doktor olarak görev aldığı (1952) Saint-Alban Hastanesi’dir.
DEVRİMCİ PSİKİYATRİ DENEYİMİ
Orta Fransa’da bulunan Saint-Alban, İkinci Dünya Savaşı’nda sanatçılar, düşünürler ve aktivistler için güvenli bir ortam sağlamasının yanı sıra yirminci yüzyıl psikiyatrisindeki büyük deneyselliklerden birine tanıklık etmişti. Çalışanlar ve hastalar arasında bir sanatçı, düşünür ve aktivist topluluğunun oluşturulması bu kolektif ve disiplinler arası deneyin temel parçasıydı. Fanon, Saint-Alban’da hem sıradışı bir psikiyatri pratiğinin içinde yer aldı hem de tanınmış devrimci psikiyatrlarla mesai yaptı. Fanon’un asistanı olarak birlikte çalıştığı başhekim, Kurumsal Psikoterapi’nin kurucularından Katalan devrimci psikiyatrist François Tosquelles’ti (1912-1994). Marksist Tosquelles, İspanya İç Savaşı’nda (1936-39) cumhuriyetçi tarafta faşistlere karşı savaşmıştı. Faşistler zafer kazanmıştı ama Marksist Birleşik İşçiler Partisi’nde gelişen anti-otoriter eğilimler ve anti-faşist deneyimin bizzat kendisi, Tosquelles’in psikiyatri anlayışında zihnin ‘işgalden kurtarılması’ olarak varlığını sürdürecekti. Marx ve Freud’u düşüncesinin temeline yerleştiren Tosquelles’in Fransa’ya ulaştıktan sonra bir süre tutulduğu İspanyol mülteci kampında kurduğu deneysel ve devrimci topluluk Saint-Alban’daki eylemci psikiyatri yaklaşımının nüvesini teşkil ediyordu. Saint-Alban’daki psikiyatri uygulamalarının arkasındaki isimlerden biri de, hastanede İkinci Dünya Savaşı sonrasında görev yapan, Kurumsal Psikoterapi öncülerinden psikiyatrist ve psikanalist Jean Oury’ydi (1924-2014). Oury, hem Gilles Deleuze ve Felix Guattari’ye hem de Fanon’a ilham vermişti. Saint-Alban çevresindeki devrimci psikiyatristlerin düsturu şuydu: “Tek kesin tedavi, dünyayı değiştirmek(tir).” (3)
Kimi Kurumsal Psikoterapi araştırmacıları Saint-Alban çevresinin önde gelen isimleri arasında Fanon’u da zikrederler.(4) Saint-Alban, henüz yirmili yaşlarındaki Martinikli hekim için bulunmaz bir deneyim olmalıydı. Fanon’un biyolojik belirlenimciliğe ve nörolojik indirgemeciliğe cephe alan toplumsal psikiyatri yaklaşımı Saint-Alban yıllarında olgunlaşmaya başlar. Bu yoğun kolektif deneyim, toplumsal ve ruhsal fenomenlerin yapısal olarak bağlantılı düşünülmesi gerektiğini, sömürgeciliğin doğrudan ruhsal etkilerinin bulunduğunu ve psikiyatrinin politik olduğunu düşünen Fanon’un Cezayir (1953-1956) ve Tunus’taki (1957-1960) tıbbi pratiğini de etkileyecektir.
ELEŞTİREL BİLİM PRATİĞİ
1952 yılında Saint-Alban’a hareket eden Fanon’un mesleki ve politik heyecanına entelektüel özgüven de eşlik etmişti büyük olasılıkla. Çantasında, akıl hastalıklarının sosyo-kültürel etkenlerini incelediği, “nöroloji karşısında psikiyatrinin özgüllüğüne vurgu yapan” bir bilimsel uzmanlık çalışması (1951), (5) psikiyatrik olguları kuramsal açıdan çözümlediği bir makale1 (1952) ve profesyonel psikiyatri çalışmasına başlamadan önce kaleme aldığı Siyah Deri, Beyaz Maskeler (1952) adlı bir kitap vardı.
Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de bilim insanı-psikiyatr ile siyasi devrimci Fanon arasındaki ilişki kendisini ilk kez gösterir. Sömürgecilik karşıtı dalganın yükseldiği 50’lerin ruhunu taşıyan, Aimé Césaire’ın Sömürgecilik Üstüne Konuşma’sından (1950) alınmış bir epigrafla başlayan ve sömürgeciliğin öznellikte açtığı yaralara ilişkin öncü eserlerden biri olan bu kitabın girişinde yazarın “soğukkanlı” bir tutumdan bahsetmesi şaşırtıcı görünebilir:
“(T)üm soğukkanlılığımla, bazı şeylerin söylenmesinin iyi olacağını düşünüyorum. Bu şeyleri söyleyeceğim, haykırmayacağım. Çünkü çok oldu haykırışlar yaşamımdan çıkalı.” (6)
Kitapta, bir bilimsel incelemeden asgari olarak beklenen, deneyime mesafe alma tutumu göze çarpar. Kişinin sadece kendi topluluğunun üyeleriyle paylaştığı “özel bir deneyim mülkiyeti iddiası” ya da geçmiş deneyimin topluluk kimliğinin kesin bir kaynağı olarak belirlenmesi düşüncesi (7) Fanon’a tamamen yabancıdır:
“(B)ir geçmiş özlemi (…) Bu Otto Rank’in sözünü ettiği kökenlerin yitik cenneti mi acaba?” (SDBM, 97)
Deneyim Fanon için hiç düşünmeden kucaklanacak bir kutsal köken değildir. Martinikli düşünür, Zenci ve Beyaz “metafizik”lerini sorgulamaya alırken siyah deneyim parçalarının da içinde konumlandığı yerden kendisini bir an çekip çıkarır:
“Beyaz beyazlığına hapsedilmiştir. Siyah da siyahlığına. Bu ikili narsisizmin eğilimlerini ve gönderme yaptığı güdülenimleri belirlemeye çalışacağız” (SDBM, 11).
Sıcakkanlı bir tutum deneyimin bütünüyle içine gömülürken söz konusu metafiziği sorgulayacak yetilerden yoksun kalır, ancak -coşkuyu bir kenara bırakmayan veya duygusuz olmayan- soğukkanlı bir tutum tarafların nasıl bir kapatılma içinde olduklarını teşhis edebilir. Buradaki eleştirel tutum, âşina olunanın bilinemeyeceğini ve hakiki bilmenin âşinalığı kıran bir deneyimden mesafe alma hareketiyle mümkün olduğunu temel alan geniş anlamda -Hegelci- bir bilim mefhumuyla uyumludur. O halde, Fanon’un soğukkanlılığı, nesnesine objektif bir biçimde yaklaşan pozitivist bilim öznesinin değil, kendi deneyimini de sorun haline getirebilen beşeri bilimcinin ya da sosyal bilimcinin tutumudur. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in yazarı, Siyah ‘kardeşler’inin tepkisini çekmek pahasına şöyle yazar:
“Aslında Siyah, Çek’ten daha sevimli değildir ve gerçekten gereken şey insanı özgür yapmaktır” (SDBM, 10).
‘Zenci’ye gelince:
“Zenci yoktur. Beyaz da olmadığı gibi” (SDBM, 183).
Bu kategorilerin kendileri sömürgeciliğin ürünüdür. Eleştirel bir bilim pratiğiyle uyumsuz, metafizik Zenci ve Beyazlık anlayışlarının tözsel temelciliği böylece reddedilir.
YABANCILAŞMA KAVRAMINA DOĞRU
Yine de kitabın ilk biçiminin Lyon Üniversitesi’ne psikiyatri uzmanlık tezi olarak sunulduğunda danışmanı tarafından kabul edilmediğini ileri süren Fanon yorumcularının iddialarında bir haklılık payı bulunabileceğini düşünmeden edemeyiz. (8) Danışman veya jüri üyelerinin saiklerini tam olarak belirlemek neredeyse imkânsız. Fakat Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in içeriğinden yola çıkarak bir tahminde bulunabiliriz.
Öncelikle, Fanon, girişte “klinik bir inceleme” olduğunu belirtse de kitabın tıpta uzmanlık çalışması için neden fazlasıyla şiirsel ve öznel bir metin olarak görülmüş olabileceğini tahmin etmek zor değil. Fanon 1940’ların ilk yarısındaki siyasi sosyalleşmesini Martinikli büyük şair ve düşünür Aimé Césaire’ın (1913-2008) etkisi altında yaşamış, hatta şiir yazma denemelerinde bulunmuştu. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i okuyanlar, ondaki -1940’ların siyah sürrealist şairlerinden esinler taşıyan- büyülü şiirsel dili hemen hissederler, metin şiirselliği ve öznelliğiyle okuru içine çeker, bir tür seküler mistik denilebilecek atmosferde bireysel ve kolektif deneyim birbirine karışır. Sömürgeciliğe karşı mücadele hareketiyle özdeşleşmiş okuru için metnin değerini arttıran bu özellikler, 1950’lerin başındaki bilim dünyasının paradigması düşünüldüğünde olumsuz bir biçimde “edebi” ya da “felsefi” telakki edilebilirdi.
Ayrıca kitabın sömürgeleştirilmiş kişiye ‘bağımlılık kompleksi’ atfeden hâkim söylemi incelediği dördüncü bölümünde, araştırmacının nesnesine dair tutumuyla ilgili bir değişim kaydedilir. Fanon, Sömürgeleştir(il)menin Psikolojisi kitabında sömürgeleştirilenin psikolojisini aşağılık kompleksiyle açıklayan ve “aşağılık kompleksini sömürgecilikten önce de var olan bir şey gibi göstermeye çalışan” Fransız psikanalist Octave Mannoni’nin (1899-1989) düşüncelerini eleştirirken şöyle yazar:
“Sayın Mannoni koyu tenli insanın Beyaz karşısındaki umutsuzluğunu içinde duyumsamaya çalışmamış. Ben bu incelemede Siyah’ın sefaletine dokunmak istiyorum. Hem fiziksel hem de duygusal olarak. Nesnel olmak istemedim. Aslında yanlış söyledim: Nesnel olmam olanaksızdı” (SDBM, 71).
Kitabın sonuç bölümüne gelindiğindeyse başlangıçtaki soğukkanlı nesnellikten eser kalmadığı anlaşılır. Yabancılaşmış olan, kendi kardeşleridir, (10) nevroza, yabancılaşmaya yol açan, hızla çözülmesi gereken sömürgecilik problemi de orada durmaktadır. Böylesine sıcak bir konu soğukkanlılıkla nasıl ele alınabilir?
Fanon, Lyon Üniversitesi’ne tıpta uzmanlık kapsamında müstakil -yani Siyah Deri, Beyaz Maskeler’den ayrı- bir metin sunar (1951). Psikiyatr Fanon’un yayımlanan ilk önemli metninde üslup değişmiş, yürürlükteki bilimsel usûllere riayet edilmiş, öznel deneyimlerin şiirsel aktarımı yerini teknik bir dile bırakmıştır ama sonraki çalışmalarına damgasını vuracak ana fikir de belli belirsiz görünmüştür. Müstakbel psikiyatri uzmanı Fanon, sistematik hezeyanlar, histerik tezahürler ve nevrozun “toplum içi ilişkilerden kopmuş bir benliğin tepkisel davranışları” ve dışsal, toplumsal, kültürel etkenler tarafından şekillendirilen “ego içinde açılan çatlak(lar)” olarak ele alınması gerektiğini yazarken (11) düşünür Fanon’un başat kavramlarından birini müjdeler: Yabancılaşma.
YABANCILAŞMANIN KEŞFİ
Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in (1952) henüz taslak halindeki ilk başlığında yabancılaşma terimi merkezde duruyordu. Kitap yayına giderken başlık değişse de asıl bağlam kitaptaki kritik yerini korumuştur:
“Giriştiğimiz çözümleme psikolojiktir (…) Siyah’ın gerçekten yabancılaşmadan kurtulması (…) Siyah’ın yabancılaşmasının bireysel bir sorun olmadığını göreceğiz. Soyoluşun ve bireyoluşun yanında, bir de toplumoluş vardır” (SDBM, 12).
Fanon yabancılaşma kavramına fenomenoloji ve Marksizm etrafındaki ilk entelektüel arayışlarından ulaşmıştır. Üçüncü Dünyanın özgürleşme mücadelesini tetikleyen Marksizm Fanon’un Césaire’a yakınlık duyduğu erken döneminden itibaren gündeminde olmuş ve özgürlükle yabancılaşmanın karşıtlık içinde kavranmasına yönelik teorik çerçevelerden birini sunmuştur. Ayrıca Fanon’un yazmaya başladığı dönemde Hegelci bir entelektüel canlanma yaşanıyordu. Alexandre Kojève’in (1902-1968) 1930’larda Paris’te verdiği Tinin Fenomenolojisi derslerinin yarattığı Hegel’e dönüş atmosferi ve akabinde Jean-Paul Sartre’ın (1905-1980) Varlık ve Hiçlik’te (1943) oluşturduğu dönüm noktası felsefi canlılığın köşe taşlarıydı.
Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in son bölümü ‘Zenci ve Tanı(n)ma’da yabancılaşma kavramının büyük filozofu Hegel’in (1770-1831) fenomenolojisine yönelik eleştirel bir çözümleme dikkati çeker. Tosquelles’in öncülüğündeki Saint-Alban deneyimi de yabancılaşma kavramının Fanon’un psiko-politik düşüncesinin odağına yerleşmesinde muhakkak etkili olmuştur. Nitekim Kurumsal Psikoterapi’ye göre, aşılması tedavinin bizzat kendisini oluşturacak iki tür yabancılaşma vardır. Kurumsal Psikoterapi, yabancılaşma merkezinde psikiyatri ve politikayı birleştiren bir psiko-politik çerçeve ortaya koyar: Ruhsal hastalığın ve kapitalizm koşullarında yaşamanın neden olduğu yabancılaşma. (12) Özetle, 1950’lerin başında Fanon düşüncesine, farklı düşünsel kaynaklardan beslenen, Hegel, Hegelci Marksizm, sömürgecilik karşıtı düşünce ve Sartre’dan gelen, devrimci psikiyatriyle birleştirilmiş bir yabancılaşma kavramı yerleşir.
YABANCILAŞMA VE DİYALEKTİK
Yabancılaşma, Fanon düşüncesinde felsefe ve psikiyatrinin kesişim alanında yer alan, teori ile pratiği birbirine bağlayan, diyalektik düşüncenin bütünleyici terimi gibi çalışır. Yirminci yüzyılda yabancılaşmayı Fanon kadar ustalıklı anlatan pek az düşünür vardır. Kişinin varlığını ancak bir başkasına yönelttiğinde ve başkası tarafından varsayıldığında bütünlüklü bir insan olabileceği ana fikrini taşıyan tanınma teorisi Hegel’e kadar gider fakat sosyo-politik olarak hor görülme, tanınmama ve yok sayılma deneyimlerini hiç kimse böylesine özgünlükle anlatamamıştır.
Üstelik metinlerinin ‘siyah yaşantısı’nı deneyimleyen bir özne tarafından kaleme alınmış olması deyim yerindeyse bir Fanon büyüsü yaratmıştır. (13) Öyle ki, Fanon denilince ilk akla gelen, öznellik boyutu güçlü bir pathos’tur. Fanon’un külliyatına bir bütün olarak bakıldığındaysa bu pathos’un aynı zamanda kolektif deneyimleri eklemlemeye çalışan devrimci bir logos’la vücut bulduğu anlaşılır. Yine de Fanon çok yoğun duyguların yatırım alanı olagelmiştir. Buradaki tek olası sorun, konu Fanon olunca ibrenin pratiğe doğru fazlaca bükülme eğilimi taşıması ve büküldükçe Fanon’un teori ile pratik arasında dikkatli biçimde kurmaya çalıştığı diyalektiği koparma riski taşımasıdır.
Söz konusu risk bir vaka halini alırsa, Fanon, düşüncesiz kendiliğinden eylemciliklerin kaynağı olarak görülür, bir şiddet teorisyeni veya eleştirel olmayan bir Üçüncü Dünya peygamberine indirgenir. Yorum sorunlarından birini ilk fark eden, Fanon düşüncesine -en azından etkileri açısından- pek olumlu bakmayan Hannah Arendt (1906-1975) olmuştur. Arendt Şiddet Üzerine’de (1970), Fanon düşüncesine kendi döneminin Siyah Güç hareketi ve öğrenci hareketleri üzerinde yaptığı (olumsuz) etkiden dolayı yöneldiğini yazarken eklemeyi ihmal etmez:
“Buna karşılık Fanon’un kendisi, şiddet konusunda hayranlarından çok daha kuşkuludur. Öyle görünüyor ki, kitabın (Yeryüzünün Lanetlileri) yalnızca birinci bölümü yaygın olarak okunmuştur. Fanon çok iyi biliyor ki, ‘katıksız ve tam acımasızlık, derhal müdahale edilmemesi halinde değişmez biçimde hareketin birkaç hafta içinde yenilgisiyle sonuçlanır’.” (14)
İster severek ister nefret ederek yapılsın, Fanon düşüncesindeki felsefi ve psikiyatrik birikimi es geçen indirgeyici yorumlar bu tür entelektüel müdahalelere rağmen varlığını sürdürmüştür. Oysa Fanon düşüncesinin kurucu ve birbirinden ayrılmaz iki boyutu felsefe ve psikiyatridir.
DEVRİMCİ GEÇİŞ
Devrimci bir psikiyatr olarak Fanon, ilk metninden çalışmasının son dönemine kadar psikiyatriye yönelik diyalektik bir yaklaşım geliştirmeye, psikiyatrik sorunların çevresel, kültürel, toplumsal alt yapısının teşhisini nörolojik bir çözümlemeyle birleştirmeye çalıştı. Bu yaklaşım, onu, bir toplumsal kurum olarak hastaneyi reforme etmenin tedavinin ayrılmaz parçasını teşkil ettiği düşüncesine götürdü. Fanon, Blida-Joinville Hastanesi’nin kurumsal gazetesinde Cezayirli hastaların zaman-mekân bilincine dikkat çekmesinden bir sene sonra kaleme aldığı yazıda (14 Nisan 1955) şöyle sorar: “Her kurum sürekli olarak bozulma tehlikesiyle karşı karşıya değil midir?”. Psikiyatrik iyileştirme kurumdan başlamalıdır: “Her kurumun merkezine yerleşip sorgulamak gerekir” (YÖ, 84).
Psikiyatrın düşünsel çizgisinde kurumun merkezinden toplumun merkezine (yerleşip sorgulamaya) doğru devrimci bir geçiş ânı bulunmaktadır. Fanon, reform tasarısından kurumun bir parçası olduğu toplumun devrimci dönüşümüne sıçrar. Kurumsal reform yetmez, toplumun da değişmesi gerekir. Lyon doktoralı psikiyatrı, bilinen Fanon yapan devrimci soru bu kritik adımda ete kemiğe bürünür: Pekâlâ, bu toplum nedir? Bu toplum, soyut ve evrensel bir terim olarak ‘modern toplum’ perspektifinden bütünüyle anlaşılması imkânsız, Avrupa yayılmacılığı tarafından yaratılmış ve kendine özgü dinamikler sergileyen sömürge toplumudur.
Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’nde (1961), Avrupalı-modern toplumdan farklı olarak, sömürge toplumunun Maniheistik bir ayrımla, ak-kara biçiminde ikiye bölündüğünü yazar. Dikkatli bir inceleme, sömürge toplumunun radikal farklılığına yönelik bu savın oluşumunu adım adım gösterebilir. Orta Fransa’nın Saint-Alban’ındaki hekimlik tecrübesi devrimci psikiyatri teorisi ve uygulaması açısından belirleyici olsa bile, Fanon’un bir psikiyatr olarak sömürge olgusuyla karşılaşması başhekimlik sınavını geçtikten sonra atandığı (1953) Cezayir’in Blida-Joinville Hastanesi’nde gerçekleşti. Çoğunluğu Cezayirli hastalardan oluşan bir hastane ortamındaki Blida deneyimi, bir taraftan Saint-Alban’daki devrimci deneyselliği uygulama imkânı vermiş diğer taraftan yeni bir gerçeklikle yüz yüze getirmişti. Blida-Joinville başhekimi Fanon, bu yeni gerçekliği temelde iki düzeyde anlamaya çalıştı: Kültürel ve toplumsal.
KÜLTÜREL FARKLILIK
Başhekim Fanon, psikiyatri yazı ve notlarında sıklıkla bir meseleyi gündeme getirir: Dil. Aslına bakılırsa, Fanon kendisini Afrika’dan ayırt edip Avrupa’yla özdeşleştiren Antilli dünyasında sosyalleşmişti. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in dil meselesine ayrılmış ilk bölümünde siyah insanın Fransız diliyle karşılaşması ele alınır. Afrikalı bilincini yükseltmeye çalışan harekete destek veren Sartre, siyah şairin Fransız diline burun kıvıracağını beklerken, Fransız gibi Fransızca konuşmaya eğilimli Antilli bunu geçersiz kılar:
“(B)unun nedeni Antilli’nin kendini siyah olarak görmemesidir; o kendini Antilli olarak görür. Zenciyse Afrika’da yaşar. Antilli, öznel olarak, zihinsel olarak, bir beyaz gibi davranır” (SDBM, 119).
Fanon, ilk kitabındaki ‘siyah deri, beyaz maskeler’ imgesini oluşturan bu Antilli gerçekliği konusunu, 1955’te Esprit’te çıkan ve sonradan Afrika Devrimine Doğru kitabının içinde yer alan ‘Antilliler ve Afrikalılar’ makalesinde geliştirir. Savaş öncesi Antilli, Afrikalı ile kendisi arasında temel bir fark olduğunu düşünür, Afrikalı’yı zenci, kendisini ise Avrupalı olarak görür ve tıpkı Avrupalı gibi Afrikalı’ya karşı bir üstünlük duygusu besler (TAR, 19).
Asimilasyonun kendisini en açık biçimde gösterdiği yer ise Fransızca’dır. Fransız kültürünün egemenliği altında yetişmiş bir Martinikli olan Fanon’un Cezayir’e geldiğinde karşılaştığı ilk sorun Arapça ve Berberi dilini bilmemesiydi. Blida-Joinville başhekimi Cezayirli hastalarıyla çevirmen aracılığıyla iletişim kurabiliyordu. Bu dolaylı iletişim, başından itibaren (Hegel ve Sartre okumaları aracılığıyla) fenomenolojiyle ilgilenen ve Maurice Merleau-Ponty (1908-1961) fenomenolojisindeki dilin kültür dünyasının kurucu unsuru olduğu düşüncesine iştirak eden psikiyatr Fanon için büyük bir problemdi:
“Merleau-Ponty’nin dediği gibi, ‘bir dili konuşmak, bir kültürün ağırlığını taşımaktır.’ Arapça bilmediğimizden, duygusal veya kültürel mirasın ilgi uyandırmaya elverişli unsurlarını da bilmiyorduk” (YÖ, 117).
Kurumsal terapi, psikiyatrik fenomenin biçimlendiği toplumsal pratiklere vâkıf olmayı gerektiriyordu. Oysa Fanon bunun başat öğesinden yoksundu:
“Şimdi neden başarısızlığa uğradığımız anlaşılabilir: Koğuş toplantılarının verimli olmadığını söylemiştik. Bunun esas nedeni Arapça konuşamamızdan kaynaklanmaktadır: Biz iki tercüman kullanmak zorundayız (Berberice ve Arapça). Bu tercüman gerekliliği hasta-psikoterapist ilişkisini temelden sarsmaktadır” (YÖ, 116).
Hastaların Avrupalılar ve yerliler olarak ayrıldığı, yerli hastalara psikiyatri bilimiyle temas etmenin önünde yapısal engellerin bulunduğu zor hastane koşullarına, bir de başhekimin dil sorunu eklenince vaziyet iyice güçleşiyordu. Başhekim Fanon, bu zorluklara rağmen zihninde bir süredir tomurcuklanan tasarıyı harekete geçirmekten geri kalmaz. Hastanede sosyal ilişkiler kurabilmenin öneminden hareketle, hastalar -onları bir nesneye indirgeyen numaralarla değil- adlarıyla çağrılır, Müslüman ve Hristiyanların dini bayramları coşkuyla kutlanır, sinema etkinlikleri, spor karşılaşmaları ve geziler düzenlenir, zanaat atölyeleri kurulur, bir Mağribi kahvehane açılır. Amaç, Siyah Deri Beyaz Maskeler’deki ‘insan olma’ arzusunu gerçekleştirmektir. Akıl hastalıkları sıklıkla ‘ben’ kavramındaki bir değişiklikle kendisini gösteriyorsa (YÖ, 68), kişinin bütünlüklü bir insan olabilmesi için öznel dünyasını kuran sosyal ilişkilerle bağlantısı sağlam tutulmalıdır.
TOPLUMSAL ÖZGÜLLÜK
Fanon Saint-Alban’daki deneyden ilhamla tasarısını hayata geçirmeye çalıştıkça daha önce karşılaşmadığı kültürel sorularla yüz yüze gelir, yüz altmış beş Avrupalı kadın ve iki yüz yirmi Müslüman erkek biçiminde bölünmüş hastanenin Müslüman erkekler kısmında güçlükler devam eder. Asıl sorun, Batılı teknikleri ya da kategorileri diğer koğuşta da sorgulamadan uygulamaya çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, bu kez yüz yüze gelinen, dil sorunundan daha geniş bir düzeyde yer alan “Cezayir Müslüman toplumunun özgüllüğü”nü kavrama sorunudur:
“Hangi yargılama bozukluğu bize akıl sağlığını yitirmiş Müslümanların koğuşunda Batı’dan ilham alan bir sosyal terapinin mümkün olabileceğini düşündürdü?” (YÖ, 111-112)
Fanon düşüncesindeki kritik geçiş, ancak psikiyatrın ve düşünürün dönüşümünü bütünlüklü biçimde değerlendiren bir bakış açısıyla ortaya konulabilir. Tosquelles ve Saint-Alban deneyimi ne kadar ilham verici olursa olsun, bugün bildiğimiz ‘Üçüncü Dünyanın Marx’ı’, Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi başhekimi Fanon’un daha önce karşılaşmadığı bir ortamın yapısını anlamaya yönelik yoğun arayışından doğmuştur. Ruhsal fenomenlerin toplumsal bağlamları yaklaşımı Blida-Joinville’de karşılaşılan yeni durumun nedenlerinin anlaşılmasına yönlendirilmelidir:
“Kurumlar oluşturabileceğimizi düşünmüş ve bu türden herhangi bir yaklaşımdan önce yerli toplumun organik temellerinin inatçı, somut ve gerçek bir sorgulamasının yapılması gerektiğini unutmuştuk (...) Coğrafi, tarihi, kültürel ve toplumsal şartları parantez içine alırsak yapısal bir inceleme nasıl mümkün olabilirdi?” (YÖ, 111)
Görüldüğü gibi, bu sorgulamanın ilk sonucu, toplumsal olana yönelik bir coğrafi kavrayış edinmektir. Bu Fanon’un son çalışmalarında keskin bir biçim alacaktır. Yeryüzünün Lanetlileri’nde şöyle yazar:
“Sömürge dünyası bölümlere ayrılmış bir dünyadır. Bu dünyayı tarif ederken ‘yerli’ kasabalarıyla Avrupalı kasabalarının, ‘yerli’ okullarıyla Avrupalılar için okulların varlığını anımsamak herhalde gereksizdir (…) Gene de bu bölünmenin içine sızarsak, en azından içerdiği kimi kuvvet çizgilerini ortaya koyabilme şansımız olur. Sömürge dünyasına, düzenlenişine, coğrafi yapılanmasına bu yaklaşım, sömürgecilikten kurtulmuş bir toplumun üzerinden yeniden örgütleneceği omurgayı tanımlamamızı sağlar. Sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır (…) Tam bir Aristoteles mantığının kurallarıyla yönetilen bu iki bölge birbirilerini karşılıklı olarak dışlama ilkesine uyarlar.” (15)
Fakat psikiyatr Fanon hâlen Fransız sömürgesindeki bir tıbbi kurumun başındadır. Psikiyatrdan beklenen egemen asimilasyoncu tutumdan, asimilasyonun yerlinin özgüllüğüne kibirli burun kıvırışından eleştirel bir biçimde bahseder. Yapılması gereken, asimilasyonun ötesinde, çabayı yerliden beklemek yerine psikiyatrın kendi bakış açısını değiştirmesidir. Fanon bu aşamada, Kurumsal Psikoterapi’nin verimlerini sosyolojik ve antropolojik bir bakış açısına doğru seferber eder. “Kuzey Afrika’daki toplumsal olguları” kavramak, Marcel Mauss’un sosyoloji çalışması için öngördüğü bütünselliği uygulamakla mümkündür. Biyolojik ve psikolojik olan sosyolojik olgularla ilişkisel bir biçimde ele alınacak, çağdaş sosyoloji ve antropolojideki birtakım yaklaşımlar çalışmaya dahil edilecektir:
“Sosyoterapi ancak toplumsal morfoloji ve toplumsallaşma biçimleri dikkate alındığında mümkün olabilirdi” (YÖ, 113).
Başhekim Fanon, toplumsal biçimleri incelemeye yöneldiğinde sonradan kendisiyle özdeşleşecek bir çözümleme yavaş yavaş gün yüzüne çıkar. “Fransa’nın Cezayir’e yerleşmesi” mülkiyet rejiminin değişmesine ve sosyal sınıfların yeniden biçimlenmesine neden olur. Büyük toprak mülkiyetinin gelişmesi köylünün topraksız kalmasına yol açarak yoğun bir işsiz kitlesi yaratır, kentlere akın eden kitlelerden proleterya ve lümpen proleterya doğar. Kuzey Afrika toplumunda göçebeliğin çöküşü ve yarı göçebeliğin kademeli olarak canlanması bu süreçte meydana gelir. Göçebelikle birlikte var olan geleneksel otorite yapıları ve grup bütünleşmesi ortadan kalkar. Göçebelerin yerini proleterya ve lümpen proleterya alırken psikiyatri hastanelerini dolduran kentsel banliyö bölgeleri belirir. İçinde bulunduğu toplumu anlamaya çalışan psikiyatr, sosyoloji notlarında Mağrip şehirleri ve köyleri arasındaki tezattan da söz eder. Avrupalı nüfusun egemen olduğu Mağrip şehirlerinde Batılı yaşam tarzı hüküm sürerken köyler geleneksel ve organik bir yaşam tarzını paylaşırlar. Yeryüzünün Lanetlileri’nde daha derinleştirilecek bir sosyo-politik olgu olan köy-kent, geleneksellik-Batıcılık gibi karşıtlıklar bu sosyoloji notlarında hâkim izleklerdendir. Batılı evrensel ve soyut zaman deneyimine sahip olmayan geniş bir kitle söz konusudur (YÖ, 127). Kentlerin banliyölerinde yoğunlaşan lümpen proleterya “kendine özgü mantığı”yla “kentin güvenliğine ciddi bir tehdit” oluşturarak sömürgeci düzenin karşıtlıklarına meydan okur. Bütün bu gelişmeler, sömürgecinin ve “yerli” milliyetçi partilerin kavrayamadığı bir dinamik sergiler:
“(S)ömürge tahakkümünün tam göbeğinde telafisi imkânsız bir çürüme ve kangren işareti haline gelirler. Böylece pezevenkler, haytalar, işsizler ve çocuk suçlular, kendileriyle ilişki kurulduğunda ellerinde ne varsa kurtuluş mücadelesine verir ve güçlü kuvvetli işçiler gibi kendilerini davaya adarlar. Bu boş gezenin boş kalfaları, bu ikinci sınıf yurttaşlar, önem taşıyan militan eylemleriyle ulusun bağrına dönmenin yolunu bulurlar” (YÖ, 131-132).
Fanon Cezayir toplumunun özgüllüğünü kavramaya çalışırken sorunsalı dil farklılığından toplumsal yapılara doğru genişletir. Analitik olarak kültürel farklılıktan toplumsal biçimler düzeyine geçişten söz edebiliriz. Kültürü bir süper kategori olarak sabitleyen kültürelci yaklaşım Fanon düşüncesi açısından kabul edilemezdir. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in sonuç bölümünde şöyle yazar:
“Bir Çinhintli kendine özgü bir kültür keşfettiği için ayaklanmamıştır: ‘Yalnızca’ birçok bakımdan artık soluk alamadığı için ayaklanmıştır” (SDBM, 179).
Son olarak, Fanon’a göre Cezayir toplumunun özgüllüğü aynı zamanda deliliğe yönelik farklı tutumlarda takip edilebilir. Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi başhekimi bir sosyolog-antropolog yaklaşımıyla akıl hastalığına yönelik tepkilerin farklılığını irdeler. Cezayir’de akıl hastalığının geleneksel ve kutsal bir aurası vardır. Batılı, akıl hastalığını öznel bir felaket olarak algıladığından, hastayı kendi söz ve edimlerinden sorumlu tutar. Bunun sonucunda hasta kapatılır ve denetim altına alınır. Mağripli ise, delilik hakkında bambaşka bir anlayışa sahiptir. Akıl hastalığı iradeye atfedilmediğinden öznel sorumluluk görece hafifler. Hasta gruptan dışlanmaz. Hastanın öznel bir yıkımla karşılaştığını farz eden Batılı anlayışın aksine, hastalığın dışarıdan geldiği varsayıldığından benliği zedelemediği düşünülür. Böylece Mağribî hasta sosyal ilişkilerini korur, dışlayıcı bir damga yemek yerine “her şeye rağmen bir insan olarak kalır” (YÖ, 166).
CEZAYİR'DE BİR DEVRİMCİ
Bu farklılıklar her durumda sömürgeciliğin sonucu olmadıklarından yapıyı sorgulama neticesine yol açmazlar. Psikiyatr Fanon’un sömürgecilik çözümlemesine yönelişi Cezayir’deki suçluluk tutumları analizinde kendisini gösterir. ‘Kuzey Afrika’da İtiraf Tavırları’ başlıklı çalışma bizi sömürge toplumunun kalbine götürür. Genel olarak bakıldığında, vaka incelemesinden çıkan sonuç Cezayirli’nin suçunu inkâr ettiği gerçeğidir. Cezayir’e sömürge idaresi tarafından (dışarıdan) atanan (psikiyatr, hukukçu, polis vd.) uzman kendisini suçunu genellikle bütünüyle inkâr eden sanık karşısında bulduğunda şaşkınlığa kapılır:
“Eylemin sorumluluğunu alma, cezayı bireysel olarak kabul etme, mahkûmiyete, hatta suçluluğa onay tümüyle eksiktir. Suçlunun gerçekliği uzman tarafından anlamlandırılamaz” (YÖ, 157).
Anlamlandırma rejimi krize girdiğinde sömürgecinin cevabı hazırdır: Sanık yalancıdır. ‘Yalancı Kuzey Afrikalı’ kendisinden önceki yerleşik (‘tembel ya da sinsi Kuzey Afrikalı’ türünden) bir göstergeler rejiminden türetilmiştir. Fakat başhekim için asıl önemli olan “eylemin deneyimi, gerekçeleri ve bu eylemin aşmaya çalıştığı çatışma”dır. Eylemin hakikati, itiraf tutumunun hangi çatışmayı ya da çelişkiyi aşmaya çalıştığı incelenirse anlaşılacaktır. Bu da eylemi kendisinden daha büyük ve yapısal bir zemine yerleştirerek kavramak anlamına gelir.
İtiraf konusuyla sömürge toplumuna eyleme biçim veren yapısal bağlam olarak ışık tutulur. İtirafın biri ahlâki, diğeri yurttaşlıkla ilgili iki kutbu bulunmaktadır. Bunlardan ilki samimiyetle ilgilidir. Fakat yapısal koşulların peşine düşen Fanon bunu yeterli bulmaz. Yurttaşlıkla ilgili diğer kutba odaklanır. İtiraf, modern siyaset teorisinde Thomas Hobbes’tan (1588-1679) itibaren toplum sözleşmesinin onaylanmasıyla yakından ilişkilidir. Toplum sözleşmesi toplumun türdeşliğine ve onaylanacak değerler hakkında asgari bir uzlaşmaya dayanır. Keza farklı bir ekolden gelen Henri Bergson da, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı’nda Raskolnikov’un itirafını toplumsal gruba yeniden dahil oluşla ilişkilendirir. Oysa sömürge toplumunda uyum ve değerler uzlaşması ya da normatif olarak yeniden dahil olunması gereken bir toplum söz konusu mudur? Bunun için, suçlunun itiraf öncesinde kendisini toplumsal sözleşmeye bağlı hissetmesi gerekir(di). Cezayirli’nin olası itirafı, sömürge toplumundaki ‘sözleşme’yi kabul etmek demektir. Bu nedenle Cezayirli, inkâr tutumunda ya sözleşmeye bağlılığının bulunmamasından dolayı bir eylemde bulunur ya da baskı altında gerçekleştirilmiş ve tahakküm içeren bir sözleşmeye örtük bir biçimde direnir. O halde, Cezayirlinin eyleminin hakikatini anlamanın esas yolu, bu eylemi soyut modern toplum tasavvuru ve toplumsal sözleşme anlayışıyla değil sömürge toplumu bağlamında düşünerek analiz etmektir.
Fanon’un bu çözümlemeleri Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ile temas kurduğu dönemde (Eylül 1955) yaptığını belirtmeli. Psikiyatriden devrime doğru yöneliş aşamalı olarak gerçekleşmektedir. İtiraf üzerine yazısıyla aşağı yukarı aynı dönemde (Yaz, 1955) kaleme aldığı ‘Etnopsikiyatri Düşünceleri’nde Kuzey Afrika ‘uzman’ının anlayışsızlığı ya da asimilasyon refleksi yerini ‘ırkçılık’a bırakır:
“Mağrip’te yaşayan insanların kurbanı, sessiz tanığı ya da iştirakçisi olmaları sebebiyle iyi bildikleri bu ırkçılık ‘bilimselliğiyle’ ünlenmiş zihinlere dahi sızıyor” (YÖ, 151).
Bir geri dönüşle, Cezayir’deki etkin devrimci eylemin başlangıcından önce yayımlanan Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in (1952) bu çözümlemenin yolunu açtığını söyleyebiliriz. Kitapta Freud, Adler ve Jung’un kuramlarının zencinin ‘psikopatolojisi’ni anlamaktan uzak olduğu gösterilir. Hakkında asırlara dayanan sömürgecilik söylemleri tarafından oluşturulmuş ‘zenci miti’nin siyahın ‘sahici bir yabancılaşma’sına nasıl neden olduğu açıklanır. Burada önemli olan, çözümlemenin psikiyatrik gözlemler ve vaka incelemelerine dayanmasıdır. Fanon siyah varoluşunu indirgeyen zenci mitini aydınlatmaya çalışırken bu gözlemleri ve vaka incelemelerini özellikle öne çıkarır. Düşünür Fanon ilk kitabından son kitabına kadar psikiyatr Fanon’la el ele gelişmiştir. Keza ilk kitabının Césaire’ın Sömürgecilik Üstüne Konuşma’sından aldığı epigrafındaki anahtar terim “aşağılık kompleksi”ne “maruz kalmış milyonlarca insan”dır: “İçlerine ustalıkla korku, aşağılık kompleksi, ürperiş, boyun eğiş, umutsuzluk, uşaklık aşılanmış milyonlarca insandan söz ediyorum” (SDBM, 9). Fanon’unki de sömürgecilik üzerine bir konuşmadır fakat sömürgeleştirilenin yabancılaşmasını aşmaya çalışan bir psikiyatrın çözümlemelerine dayanmaktadır.
Fanon, psikiyatri literatüründeki ırkçılık ve Kuzey Afrika’daki itiraf tavırları sorunlarını ele aldıktan sonra, Mağribi Müslümanın delilik karşısındaki tutumlarını ve Müslüman kadınların algı ve hayal gücü sosyolojisini inceleyen yazılar kaleme alır. Bu arada 1954’te başlayan Cezayir Savaşı’nın içinde ve yaklaşık iki yıldır Cezayir Kurtuluş Hareketi’yle temas halindedir. Sömürgeci Fransa’nın Cezayir’de gerçekleştirdiği büyük katliamlar günden güne artmaktayken Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi Servis Başhekimi Fanon’un yabancılaşmaya son verme görevinin yapısal bir çıkmazda olduğu gitgide daha iyi anlaşılacaktır. Başhekim, Aralık 1956’da Fransız kuvvetlerinin Blida’nın Glacieres semtinde yaşayan tüm sivilleri katlettiği (YÖ, 273) bir zaman aralığında Fransız sömürge makamlarına yazdığı bir mektupla görevinden istifa eder. Mektupta sömürge koşullarında yabancılaşmanın üstesinden gelinemeyeceği düşüncesi kendisini hissettirir:
“Eğer psikiyatri insanın kendi çevresine yabancılaşmasına izin vermeme iddiasındaki tıbbi uygulamalar bütünüyse, kendi ülkesine tamamen yabancılaşmış Arap’ın, mutlak bir benlik yitimi yaşadığını söylemeliyim (…) Toplumsal bir yapının işlevi, insani kaygıyla bütünleşebilen kurumlar kurabilmektir” (YÖ, 176).
Gerek Fanon’un Cezayir’de üç senedir yaptığı psikiyatrik çalışmalardan çıkardığı sonuçlar gerekse palazlanan emperyalist şiddetin vahşet boyutlarına ulaşması durumun sürdürülemez olduğunu ortaya koymuştur. Cezayir’i kana bulayan güncel olaylar, sorunun bir kaza ya da mekanizmadaki geçici bir arıza olmadığını, yapısal bir nitelik taşıdığını açıkça göstermektedir (YÖ, 176) Fanon’un istifasından sadece 6 ay sonra, bu kez Cezayir’in Tilimsan’ında bütün şehir bombalanacaktır (YÖ, 273).
Aslına bakılırsa, Fanon’un istifasına yol açan yapısal nedenler, Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in son bölümündeki ‘Zenci ve Hegel’ başlığında Hegel’in kuramı sömürge toplumu açısından irdelenirken ipuçlarını vermişti. Hegel’in fenomenolojisinde merkezde yer alan diyalektik karşılıklılık sömürge koşullarında bulunmaz. Diyalektik fenomenoloji, kendinin bilincinin tanınan bir şey olarak var olduğunu, kişinin ancak başkası tarafından tanındığında bütünsel bir insan olabileceğini söylese de karşılıklılık sömürgenin tarihsel-toplumsal koşulları tarafından sürekli ortadan kaldırılır:
“Hegel’de karşılıklılık vardır, buradaysa efendi kölenin bilinciyle alay eder. Onun kendisini tanımasını değil, çalışmasını ister” (SDBM, 173).
Sömürgeciliğin yapısına içkin bu karşılıksızlık Fanon’un sonraki çalışmalarında merkezi önemini sürdürecektir. Örneğin, 1959-1960’ta Tunus’taki Yüksek Öğrenim Enstitüsü’nde verdiği toplumsal psikopatoloji derslerinde ‘ırkçılık sorunu’ yeniden ‘karşılaşma sorunu’yla kesişir: “(B)ir siyahi bir beyazla ne ölçüde karşı karşıya gelebilir?” (YÖ, 239) Fanon burada Hegel’in karşılıklılığa dayanan fenomenolojisinin sömürge toplumundan sonra bu kez de ayrımcı Amerikan toplumunu anlamak açısından yetersizliğini göstermektedir. (16)
YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİ'NİN PSİKİYATRİSİ
Cezayir’deki sömürge valisine istifa mektubunu gönderdikten kısa bir süre sonra sınır dışı edilen Fanon, sürgündeki Cezayir Kurtuluş Hareketi üyelerinin toplandığı merkezlerden biri haline gelen Tunus’a geçer. Ocak 1957’de Tunus’a vardıktan sonra takma isimle Manouba Hastanesi’nde psikiyatr olarak çalışır, ardından Charles-Nicolle Hastanesi’nde Gündüz Psikiyatri Merkezi’ni kurar. Siyasi devrimci Fanon’un bu dönemde kurtuluş hareketinin yayın organı El-Moudjahid gazetesindeki yayın kurulu üyeliği, yazarlığı, Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti tarafından atandığı çeşitli siyasi-diplomatik görevler (delegasyonluk, elçilik, siyasi konferanslar) ve kaleme aldığı siyasi yazılar bazı yorumcuların psikiyatri boyutunu gözden kaçırmasına neden olmuştur. Oysa Fanon doktora tezi ve Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de başladığı psikiyatrik çalışmasına sonuna kadar devam etmiştir. Tunus’ta çeşitli hastanelerde görev yapan psikiyatr Fanon, bir yandan da geleneksel psikiyatride mekanik nedenlerle incelenen ajitasyon olgusunun diyalektik olarak anlaşılması, bir yaşantı olarak ve toplumsal bağlama yerleştirilerek incelenmesi gerektiğini ileri sürdüğü bir yazı kaleme alır (1957), psikiyatride gündüz hasta bakımı üzerinde çalışarak (1959) psikiyatrik uygulamada yenilikçiliğe devam eder, Tunus’ta yüksek öğrenim kurumlarında toplumsal psikopatoloji üzerine dersler verir (1959-1960).
Yeryüzünün Lanetlileri’nde (1961) bütün bu bilimsel birikim yeniden işlenir, hem de o dönemde tedavisi neredeyse imkânsız bir hastalığa yakalanmış ve masasındakinin son eseri olduğunu bilen bir yazar tarafından. Altmış sayfalık beşinci bölümde psikiyatri vaka çalışması ara vermeden devam etmektedir: ‘Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar.’ Psikiyatr Fanon, bölümün başında hem söz konusu çalışmanın aksamadan devam ettiğini teyit eder hem de önceki bölümlerde saplanıp kalan okura dikkat çekici bir biçimde sesini son kez duyurmaya çalışır:
“Belki de okur bu psikiyatrik notları böyle bir kitapta yersiz ve zamansız bulacak, ama bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok” (YL, 245).
Psikiyatr Fanon burada bilimsel psikiyatri çalışmasını sürdürmenin gerekçelerini sunan bir tonda konuşur, sömürgeciliğin özü gereği psikiyatri hastaneleri için uygun ortamı zaten yarattığını söyleyerek devam eder. ‘Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar’da (‘karısına tecavüz edilmesinden sonra bir Cezayirli’de görülen iktidarsızlık’ ve ‘katliamdan sağ kurtulan kişide görülen rastgele öldürme güdüsü’ gibi) ağır reaksiyoner bozukluklardan, (22 yaşındaki genç bir Cezayirli’de ‘terörist faaliyet’ kılıfı altında intihara yatkınlık ve paranoid hezeyanlar gibi) Cezayir Savaşı’nın yol açtığı başka vakalara, rahatsızlıkları sömürge idaresinin sistematik işkence uygulamaları sırasında ya da hemen sonrasında ortaya çıkan ağır hastalarda karşılaşılan psikiyatrik semptomlara ve psikosomatik rahatsızlıklara onlarca vakayı ele alıp çözümler.
Bölüm, ‘Kuzey Afrikalı’da Suç İşleme Güdüsünden Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlığı altında eski bir konuya geri dönerek sona yaklaşır. İtiraf sorunuyla yakından ilişkili suç sorunu yeniden gözden geçirilir. ‘Zenci miti’ndeki siyahı insanlıktan çıkaran izleğe benzer bir işleyişe sahip olan Kuzey Afrikalı üzerindeki sömürgeci söylemi, Cezayirli’nin bir suçlu olarak doğduğunu iddia ediyordu. Tembel, (itiraf sorunsalında gördüğümüz gibi) doğuştan yalancı, doğuştan hırsız ve doğuştan suçlu Cezayir halkı söylemi, istisna olarak kabul edilebilecek birkaç ırkçının hezeyan dolu fikirleri de değildi, Fanon’a göre, yirmiden fazla üniversitede ‘bilimsel’ bilgi olarak okutuluyordu. Fanon burada psikiyatrik fenomenlerin toplumsal bağlamını incelerken yaptığına benzer bir biçimde, Cezayir halkının özü olarak etiketlenen suçluluğu sosyo-politik bağlama yerleştirir. Cezayir kurtuluş mücadelesinin başlangıcından itibaren bakıldığında Cezayirli’ye doğası olarak atfedilen sıradan suçlarda gözle görülür bir azalma söz konusudur: “Ulusal mücadele bütün öfkeyi kanalize etmiş ve bütün duygusal tepkiyi millileştirmiş görünüyor.” O halde, Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de ‘Zenci miti’ne karşı çıkışı Yeryüzünün Lanetlileri’nde sömürgeci tarafından belirlenmiş Cezayirli’nin psikolojik doğasının irdelenmesinde kendisini son kez gösterir.
Çok genç yaşta vefat eden Frantz Fanon bir psikiyatr olarak çözümlemesine devam etmiş olabilseydi, çalışmasının nasıl bir nitelik kazanacağı merak konusudur. Şüphesiz, bilimsel incelemeden getirdiği birikim, bir düşünür olarak Fanon’u salt spekülasyona düşmekten kurtarmış, sömürgecilik eleştirisini somutlaştırarak düşüncesine diyalektik bir karakter kazandırmıştır. Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in son cümlesinde Fanon şöyle der: “Son duam: Ey bedenim, beni sorgulayan bir insan kıl daima!”. Bu sorgulayan insan hep iki yönlü olmuştur. Fanon’un psikiyatr ile siyasi devrimci kimlikleri eleştirel bir teoriye ve mücadeleye rehberlik etmeye devam ediyor. Ayrımcılık ve ırkçılığın varlığını sürdürdüğü dünyamızda bu ilhama hâlen yakıcı bir biçimde ihtiyaç duymuyor muyuz?
(1) Fanon’un “Kuzey Afrikalı Sendromu” başlıklı ilk makalesi L’Esprit dergisinde yayımlanmıştı (Şubat 1952). Bu makale Fanon’un ölümünden sonra yayımlanan Afrika Devrimine Doğru (1964) kitabında yer almıştır. Bkz. Frantz Fanon, “The ‘North African Syndrome’ ”, Toward the African Revolution, çev. Haakon Chevalier, Grove, 1967, s. 3-16. (Sonraki atıflarda ana metinde “TAR, sayfa no”)
Dipnotlar
- Fanon heyecanını paylaştığımız Esra’ya her zamanki gibi şükranla…
- Frantz Fanon, Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine, çev. Kahraman Çayırlı, Sel, 2020, s. 65, 67. (Sonraki atıflarda
ana metinde “YÖ, sayfa no” şeklinde gönderme yapılacak.) - Cynthia Cruz, “Tek Kesin Tedavi, Dünyayı Değiştirmek”, çev. Hayrullah Doğan, www.e-skop.com, 1.6.2020.
- Sarah Marks, “Institutional Psychotherapy in France: An Interview with Camille Robcis”,
http://www.bbk.ac.uk/hiddenpersuaders, 28 September 2017. - Fanon’un bilimsel uzmanlık çalışması hakkında daha fazla bilgi için bkz. Jean Khalfa, “Devrimci Psikiyatrist
Fanon”, Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar, s. 19-37. - Fanon’un “Kuzey Afrikalı Sendromu” başlıklı ilk makalesi L’Esprit dergisinde yayımlanmıştı (Şubat 1952). Bu
makale Fanon’un ölümünden sonra yayımlanan Afrika Devrimine Doğru (1964) kitabında yer almıştır. Bkz.
Frantz Fanon, “The ‘North African Syndrome’ ”, Toward the African Revolution, çev. Haakon Chevalier, Grove,
1967, s. 3-16. (Sonraki atıflarda ana metinde “TAR, sayfa no”) - Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis, 2020, s. 9. (Sonraki atıflarda ana metinde
“SDBM, sayfa no”) - Martin Jay, Deneyim Şarkıları, Evrensel Bir Tema Üzerine Modern Çeşitlemeler, çev. Barış Engin Aksoy, Metis,
2012, s. 495-496. - Fanon biyografisi yazarlarından Alice Cherki’nin bu iddiası için bkz. Akt.: Peter Hudis, Fanon: Barikatların
Filozofu, çev. İbrahim Yıldız, Dipnot, 2020, s. 41. Başka bir Fanon biyografisi yazarı olan David Macey’in Siyah
Deri, Beyaz Maskeler’in bir bilimsel tez olarak tasarlanmış olamayacağını belirttiğini de kaydedelim. Akt.: Khalfa,
“Devrimci Psikiyatrist Fanon”, Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar, s. 22. Durum Macey’in belirttiği gibi olsa da yukarıdaki karşılaştırma bize psikiyatr Fanon ile siyasi devrimci Fanon karşılaşması (ya da gerilimini)
gösterdiği ölçüde değerini muhafaza etmektedir. - “Bilimsel nesnellik benim için olanaksızdı, çünkü yabancılaşmış, nevrozlu olan, benim erkek kardeşim, kız
kardeşim, babamdı” (SDBM, 178). - Fanon’dan akt. Khalfa, “Devrimci Psikiyatrist Fanon”, s. 32, 26.
- Cruz, “Tek Kesin Tedavi, Dünyayı Değiştirmek”.
- Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in beşinci bölümünün başlığı “Siyah’ın Yaşantısı”dır.
- Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev. Bülent Peker, İletişim, 2003, s. 22. Sartre’ın Fanon’un Yeryüzünün
Lanetlileri yapıtına yazdığı önsözde şiddeti yüceltme konusunda Fanon’un kendisinden çok daha ileri gittiğini
söyleyen de Arendt’tir. Şiddet Üzerine, s. 18. - Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, Versus, 2007, s. 43-45. (Sonraki atıflarda “YL, sayfa no”).