YAZARLAR

Psikoterapistli diziler ve Bir Başkadır üzerine 

Bırakın konuşulsun bu dizi, insanlar tweet atsın, analiz yapsın. Bunu yaparak başka bir şey yapılıyor belki de, yıllardır hasreti çekilen bir şeyin parçası olunuyor. Ötekiyle, geçmişle, acımızla, yalnızlığımızla bağ kurabilmenin bir parçası. “Ay bunu sekiz bölümlük bir dizi üzerinden mi yapıyorlar?” Evet canım nereden yapsınlar, vahiy mi inecek insanlara!

Üzerine konuşulan şeyden ziyade bir şeyin üzerine niçin konuşulduğu ve konuşmayanların da konuşanları kıyasıya eleştirmesi epey dikkat çekici değil mi? Çağımızın kıraathanesi sosyal medya Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır dizisi yorumlarıyla dolup taşıyor bu günlerde. Dizinin konuşulup konuşulmamayı hak etmesinden ziyade bu dizi bizim neremize denk geldi de herkes işini gücünü bıraktı diziye kilitlendi ve dizi üzerinden birçok tartışma sürüp gidiyor diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Şayet sizlere diziyle ilgili yazı okumaktan gına gelmediyse ben de eksik kalmayayım, birkaç kelam edeyim. Dizinin içeriğine pek değinmeden dikkatimi çeken birkaç noktayı ifade edip kaçacağım.

Dizi Türkiye’nin politik geçmişiyle harmanlanan insan hikayelerinin bugününü anlatıyor. Hem içimizdeki hem de dışımızdaki iktidarlara dikkat çekiyor. O çok mustarip olduğumuz kutuplaşmanın nasıl tüm hücrelerimize işlediğini ve ötekinde kabul edemediğimiz şeyin başka biçimlerde de olsa kendi içimizde nasıl gezindiğini anlatıyor. Dizinin mekânsal dolayısıyla da sınıfsal panoraması epey çeşitli, İstanbul’un kırsalındaki bir köy evinden Nişantaşı’ndaki bir psikoterapi merkezine, bir rezidanstan yalı dairesine, devlet hastanesindeki bir psikiyatri ofisinden orta sınıf bir muhitte yer alan apartman dairesine kadar birçok konumlanışla karşılaşıyoruz. Farklı hayatların birbiriyle çarpışmasından doğan yüzleşmelere, çağımızın tüketim odaklı kadın-erkek ilişkilerine tanık oluyoruz.

Dizide Jung’un kulakları epey çınlatılıyor; kolektif bilinçdışına ve insanın karanlık taraflarına yani gölge arketipine rastlıyoruz. O hücrelerimize işleyen önyargının, etiketlerin, ideal olanın izini kuşaklar arası, toplumsal aktarımlarda buluyoruz biraz da… Yönetmenin karakterleri gölgeleriyle birlikte derinleştirmesi bence dizinin güçlü taraflarından…

Son zamanlarda merkezine ya da çevresine psikoterapi meselesini alan diziler/filmler her ne kadar birtakım yanlış uygulamaları gözler önüne serip psikoterapistlerin sabrını zorlasa da -bu konuya şu yazımda değinmiştim- yine de izleyenleri önemli bir noktaya davet ediyor; geçmişin izini sürmenin, dinlemenin ve ifade edebilmenin; acıyı, travmayı, öfkeyi aile içinde, toplum içinde, terapi odasında dile getirebilmenin özgürleştiriciliğine… Dil çözüldükçe duygular da çözülüyor, kendi duygumuza temas ettikçe ötekinin duygusuna da temas edebiliyoruz.

Her türlü ilişkide, ailede, toplumda görünmeyen bağlarla birbirimize bağlıyız, birilerinin semptomunu taşıyan başka birileri mutlaka var sistemde. Sadece bireysel bir taşıyıcılıktan bahsetmiyorum, toplumsal düzeyde de birilerinin semptomunu taşıyan halklar, inançlar var. Dizide Meryem’in yengesi rolündeki Ruhiye’nin gençken yaşadığı bir travmayla yüzleştikten sonra konuş(a)mayan oğlunun konuşmaya başlaması bunun bir örneği. Dile getirilemeyen hep bir başkası tarafından kapıyı zorlar. Psikoterapi seanslarında o semptom taşıyıcıları çok sık görürüz. Annesinin, babasının, bir üst kuşağın travmasını taşıyanları… Kırmızı Oda dizisindeki Alya karakterini hatırlayın. Annesinin semptomunu nasıl taşıdığını veya Masumlar Apartmanı’ndaki Safiye karakterini… Dile getirilmeyen sırların, yüzleşilemeyen travmaların, yası tutulamayan kayıpların kişiyi hem fiziksel hem de ruhsal olarak nasıl hasta ettiğini görebiliyoruz. Konuşulmayan şeylerin konuşulmaya başlandığında yani adı konulduğunda, sembolleştirildiğinde artık o şeyin etkisinin nasıl azaldığını ve başka bir şeye dönüştüğünü de…

Psikoterapiye temas eden dizilerde psikoterapistlerin de insan olduğunu görmek sanırım birçoğumuzu rahatsız ediyor. Çünkü onları tanrı mertebesine yükseltmeye epey meraklıyız. Psikoterapistleri insani zaaflarından sıyrılmış, hayatın sırrını çözmüş, sihirli değneği olan yaratıklar olarak görmeyince sinirimiz hopluyor. Bir Başkadır dizisindeki psikoterapist olan Peri’ye sanki bu toplumun bir parçası değilmiş gibi yaklaşıyoruz, kendisi Amerikalarda bilmem nerelerde okusa da okumasa da bu coğrafyadan nasibini alıyor elbette, psikoterapistler diğer insanlardan ayrı bir fanus içinde yetişmiyor. Psikoterapist diye Mevlanacılık oynayacak değil herhalde, kimse ne kadar Mevlana'ysa psikoterapist de o kadar Mevlana. Ama elbette mesleğin, psikoterapi odasının sınırlarını gözeterek… Bir Başkadır’da hoşuma giden ve sanırım yerli psikoterapistli dizilerde ilk kez gördüğüm bir psikoterapistin süpervizyon desteğine yer verilmesi. Yani dizideki psikoterapist, ön yargılarının, danışanıyla olan zorlanmasının gayet farkında ve bunları anlayabilmek, danışanına zarar vermemek, kendisine dışarıdan birinin eşliğinde bakabilmek için süpervizyon alıyor. Ve zaten danışanına geliştirdiği karşı-aktarım üzerine çalıştıkça dil sürçmesini de (Bkz. Hazal), neyin neyden kaynaklandığını da kavramaya başlıyor ve danışanıyla daha başka bir ilişki kurduğunu izliyoruz.

Dizide bir diğer insani zaafı da hoca efendide görüyoruz. Hoca eşini kaybettikten sonra eni konu acı çekiyor, ağlıyor, yas tutuyor. Hatta evlat edindiği kızına gerçeği söylemediğini de anlıyoruz. Allah korkusu yok mu hoca sende? Allah yar ve yardımcın değil mi ki ağlıyorsun diyor muyuz? İçinden diyenler vardır tabii… Velhasıl dizi neredeyse tanrı atfedilenlerin insan olduğu gerçeğini seyirciye bir güzel gösteriyor. Sahnenin tüm ışıklarını yakıyor. Gölge taraflarımızı da görebilmemizi sağlıyor.

Bir Başkadır’ın bence bu kadar konuşulmasını sağlayan şey sahici bağ kurabilme meselesi. Sadece insan insana değil aynı zamanda insanın kendisiyle, duygularıyla da sahici bağ kurabilmeye izin vermesi… Kendimizi anlamaya sonra da birbirimizi anlamaya çok ihtiyaç duyuyoruz. Vitrin hayatlarımızdan biraz olsun çıkıp kendi hayatımıza ve ötekinin hayatına gerçekten temas etmeyi epey unuttuk. Güdük bir bireysellik içerisinde güdük bir toplum oluşturuyoruz. Psikoterapinin önem kazandığı ve dizilerde de rolünü aldığı yer tam da bu bağ kurabilme meselesi. Psikoterapistle ve onun eşliğinde de kişinin kendisiyle, geçmişiyle ve ötekiyle bağ kurabilmesi.

Çağrışımın doğrusu yanlışı olmaz fakat Bir Başkadır’ı izlerken ve bu sahicilik meselesini düşünürken neden bilmem zihnim sık sık Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”una gitti. Mektubu okumayanlara kısaca özetleyecek olursam; babasıyla, bireysel ve toplumsal geçmişiyle yüzleşen, o vitrin hayatından sıyrılıp samimiyet arayışında olan okumuş etmiş, yüzünü Batı'ya dönmüş, babasının köylü tabiatını eleştiren ancak bir yandan da ona öykünen bir adamın sesini duyuyoruz mektupta. Oradan zihnime gelen bir paragrafı buraya aktarıyorum;

Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir başkaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, "İşte bütün 'terakkinizi' gördüm ve 'aslıma rücû ediyorum' (yani Cemil Bey'e dönüyorum"), diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak.

Bazı beğeniler, bazı alkışlar, bazı niyetler dünyaya karşı bir başkaldırma hareketi olabilir. Bir sahiciliği hatırlamaya ve onun peşine düşmeye vesile de olabilir. Bırakın konuşulsun bu dizi, insanlar tweet atsın, analiz yapsın. Bunu yaparak başka bir şey yapılıyor belki de, yıllardır hasreti çekilen bir şeyin parçası olunuyor. Ötekiyle, geçmişle, acımızla, yalnızlığımızla bağ kurabilmenin bir parçası. “Ay bunu sekiz bölümlük bir dizi üzerinden mi yapıyorlar?” Evet canım nereden yapsınlar, vahiy mi inecek insanlara! Neyin nereden onarılmaya başlanacağı, neyin nereyi yumuşatacağı hiç belli olmaz. Edebiyat, sinema, diziler, şarkılar ne için var! Hem hep beraber dizi izlemenin tadını da çıkarmak lazım ayrıca. Birçok kişi dizi üzerinden yoğun bir katarsis yaşıyor. Belli ki ihtiyacımız var böyle şeylere… Sırf bunu sağlaması açısından bile Berkun Oya ve ekibi çok kıymetli bir iş yapmışlar. Bu katarsise ihtiyacı olmayanlar da sessizce izlemeyi, durabilmeyi öğrenebilirler umarım.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.