Pudra şekeri, Porsche ve 'bizim çocuklar'
Ayvatoğlu meselesi sadece bir örnek, partinin tepeden tırnağa büyük bir yolsuzluk bataklığı içerisinde debelendiğini partiye gönül vermiş milliyetçi, muhafazakâr taban da gayet iyi biliyor.
Kürşat Ayvatoğlu olayı uyuşturucu kullanımıyla ilgili gibi göstermeye çalışıyorsa da aslında meseleyi buna indirgeyemeyeceğimizi hepimiz toplum olarak biliyoruz. Sorun elbette öncelikle çarpık güç ilişkileriyle ve buna bağlı olarak yaşanan çürümeyle yakından ilgili. Meseleyi uyuşturucu kullanımına ya da birkaç kişinin yoz hayatına indirgeyerek sulandırmak mümkün, ancak bu toplum olarak bizim derdimize deva olmaz.
Elbette bir kitle partisi içerisinde her türden insan var olacak. Hatta daha küçük oluşumlarda bile benzer birtakım olaylar yaşanabilir ancak sorun, parti kurmayları ne kadar inkâr etmeye çalışırsa çalışsın, yolsuzluk ve çürümüşlüğün artık kontrol edilemez bir noktaya geldiğinin ve çığırından çıkmak üzere olduğunun değil, çoktan çıktığının göstergesidir. Ayvatoğlu meselesi sadece bir örnek, partinin tepeden tırnağa büyük bir yolsuzluk bataklığı içerisinde debelendiğini partiye gönül vermiş milliyetçi, muhafazakâr taban da gayet iyi biliyor. İşin garip tarafı, buna dair bir önlem alma isteği asla yok, çünkü biraz da AKP’nin geleceği bu rant döngüsüne ve yolsuzluk sarmalına bağlı. Yolsuzluk bittiğinde dağıtılacak rant da ikna edilecek taban da kalmayacak. Tabii partinin dağıttığı sosyal yardımları bunun dışında tutuyorum. Zira yolsuzluk çarkı dönmeden, işler rant ekseninde yürütülmeden salt sosyal yardımlarla, makarna ya da kömür yardımıyla bir kitleyi kendine bağımlı kılmak mümkün değil.
Bu böyle olmasına böyle de; bu yolsuzluk meselesinin AKP ile başladığı, Cumhuriyet döneminde alın terine önem veren, emeğiyle kendisi ve ailesini iyi yerlere getirebilen bir nesil varken AKP döneminde bunun bozulduğunu söylemek de bana çok inandırıcı gelmiyor. Elbette AKP döneminde yolsuzluk boyutlandı, çeşitlendi, derinleşti ve zenginleşti(!). Ama ülkemizde Cumhuriyet kurulalı beri ciddi bir yolsuzluk olduğu gerçeğini ıskalayarak sorunları doğru analiz edemeyiz. Bunlar hep yakın tarihi yeterince iyi okumamak ya da okunsa bile yaşananları hakkıyla değerlendirememekten. O dönem yazılan anılar, demokrasiye geçtikten sonra falan değil, daha tek parti döneminde yaşanan çürümeyi, değerler erozyonunu, bürokratların nasıl bir yolsuzluk batağı içerisinde olduğunu anlatır, bunların tek tek örneklerini vermek mümkün. Zaten sosyolojik olarak da emeğin kıymetini bilen, liyakate önem veren, yolsuzluklara prim vermeyen bir toplumun birdenbire rüşvetçi, hırsız bir zihniyetin egemenliğine teslim olması söz konusu da mümkün de değildir. Yolsuzluk ve rüşvete ilişkin geçmişten tevarüs ettiğimiz bir siyasî geleneğimiz olmasa, örneğin eski bir başbakan “benim memurum işini bilir” demese, bu yolsuzlukçu mantığın ifşa edildiği Yeşilçam filmleri çekilmese, bu tanık olduklarımız şeyleri yaşayabilir miyiz? Yolsuzluk her zaman vardı fakat AKP bu yolsuzluğu daha sistematik hale getirdi ve meşrulaştırdı demek daha doğru. Bir de tabii dünya ekonomisinde yaşanan genişlemeye paralel olarak Türkiye ekonomisinin büyümesiyle rantın da büyüdüğü gerçeği göz ardı edilmemeli.
Öte yandan dindar kitle ve AKP açısından daha can yakıcı bir sorun mevcut. AKP’nin en büyük sorunu aslında ne yolsuzluk, ne israf ne de çürüme. Bu tür eğilimler her partide, her toplumsal harekette olabilir, ancak değişim iradesi varsa, yolsuzluk da israf da bir şekilde çözümlenebilir. Ama bunun ön şartı yanlışı kabul etmek ve hataların üstüne üstüne gidebilmek. Şimdiye kadar Erdoğan ve AKP kurmaylarının herhangi bir konuda hatayı kabullendikleri görülmüş müdür? Tabii ki hayır. İşte zurnanın zırt dediği, dananın kuyruğunun koptuğu yer burası. Hatalarını kabullenmeyen, yapılan yanlışlara sürekli kılıf aramaya çalışan bir oluşum, bu ister parti ister bir toplumsal hareket ya da örgüt olsun, asla iflah olmaz, reform falan yapamaz.
Öte yandan, partinin büyük ölçüde ANAP’ı, DYP’yi ve hatta MHP’yi çöküşe götüren ortalama Türkiye seçmeni olarak niteleyebileceğimiz kesim tarafından ele geçirildiği gerçeğini de kabul etmek gerekiyor. Parti kurmayları, AKP’nin ortalama bir Türkiye partisi olması için bu kitleyi bilinçli olarak partiye dahil etti. Bir başka ifadeyle, sadece dindarların yozlaşmasından bahsetmiyoruz; aynı zamanda öteden beri yoz olan, Türkiye siyasetine çıkar odaklı yaklaşan, siyaseti geçim ve rant kapısı olarak gören, kuruluşundan beri AKP’de yer almakla birlikte son on yılda partinin tepesindeki çürümeden de aldıkları cesaretle ranta daha pervasızca saldıran ve giderek daha yoz bir yaşam tarzını benimseyen bir kitlenin varlığını gözlemlemekteyiz.
Ancak bütün bunların da ötesinde AKP’nin en ölümcül sorunu, kendisine yakın, düşünme becerisi olan bütün aydın ve gazetecileri, hem fikren hem de finans kapital bakımdan kendisine bağımlı hale getirmesidir. Ekrana çıkan gazeteciler ve muhafazakâr “aydınlar” dindar kesimde ve AKP’de yaşanan değerler erozyonunu ya hiç eleştirmiyorlar ya da “minare mimarisi” üzerinden kıytırık eleştirilerle işi geçiştiriyorlar. Bunun sağlıklı bir yol olmadığı malum. Ancak bu noktada eleştirilerini belirli bir samimiyet üzerinden yaptığı halde partiyle ve partinin ideolojisiyle (o da ne kadar kaldıysa tabii) hâlâ bağını sürdüren, dinî gelenekten gelmiş bazı isimleri diğerlerinden ayırmak önemli. Abdurrahman Dillipak’ı bu anlamda farklı bir yere konumlandırmalıyız.
Dilipak, son olayda yazdığı yazılar ve yaptığı paylaşımlarla bu çürümeyi açıkça eleştiriyor ve örtme, önemsizleştirme, kamuflaj, inkâr, meşrulaştırma vs. cihetine gitmiyordu. Ancak Dilipak gibilerinin sorunu ise; bir yandan “Reis iyi çevresi kötü” teranesini inandırıcılıktan uzak bir şekilde dillendirirken, bu tutumunun eleştirilerini etkisizleştirdiğini ve ciddiyetinden çok şeyler götürdüğünü görmüyor olması. Ama mesele sadece bununla da bitmiyor. İslamcılığın daha köklü bir eleştirisini yapmadan, özellikle Türkiye dindarlığı ve muhafazakarlığının, faşizme kadar varan milliyetçiliğinden başlayıp kapitalizme ve bozuk düzene eklemlenme hevesine varana kadar, yıllardır üzerinde taşıdığı zaaflarını teşrih masasına yatırmadan bu konuya ilişkin derinlikli bir şeyler söylemenin zor olduğunu da göremiyorlar. Güce, iktidara ilişkin, köklü bir sorgulama yapmadan, toplumu değiştirebilmek için illa iktidar olmak gerekmediğini anlamadan ya da iktidarı başka toplumsal kesimlerle paylaşmanın değerinin altını vukufiyetle çizmeden İslamcılık ve muhafazakarlık eleştirilerinin güdük kalacağını görüyor olmalılardı. Ama heyhat, bu tür eleştiri sahiplerinin kendileri hastalıklı olmasa bile durdukları yerin, eleştirilerini icra ettiği yayın organlarının hastalıklı yapısını görmüyor olmaları, onların en önemli zaafıdır.
İslam Özkan Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.
İran-Azerbaycan-İsrail üçgeninde kompleks ilişkiler 07 Ekim 2021
Ahmet Örs: Modern dönemde hayattan kopan eğitim verimsizleşti 02 Ekim 2021
ABD’nin Afganistan’daki fiyaskosunun sırrı 01 Ekim 2021
'Diyanetin sahaya sürülmesi, AK Parti'deki erimeyi durdurmaz' 25 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI