Rektörlüğün dayanılmaz hafifliği
Söz konusu üniversiteye mevcut kadrolu profesörleri içinden yüz metreyi en hızlı koşana rektörlüğü teslim etme önerisi getirsem birçoğunuz bana güler. Pekâlâ, söz konusu beyefendiye söz konusu usulle söz konusu üniversiteyi teslim etmek ile benim önerim arasında ne gibi bir fark vardır? Mevcut isim ve usulün benim önerdiğim yöntemden üstün olan yönleri nelerdir?
Bir insan neden içinde bulunmadığı bir üniversitenin rektörlüğüne aday olur? Üstelik zaten iki farklı üniversitede bu görevi icra ettikten sonra üçüncü bir üniversitede bu makamı niye talep eder? Böylesi bir tutumun ardındaki psikolojik, sosyolojik saikler neler olabilir? Örneğin böylesi bir kişinin kendine atfettiği anlam nedir? Örneğin siz, saygıdeğer okurlar, hiç görev yapmadığınız bir üniversiteye rektör olmak için başvuruda bulundunuz mu?
İçinde yüzlerce öğretim üyesi bulunan bir üniversiteye dışarıdan birini rektör atamak ne anlama gelir? Koskoca üniversitede bu görevi layığıyla yapabilecek bir kişi bile olmadığına işaret etmez mi bu tercih? Peki böyle bir şey mümkün müdür? Belli bir tarihi, kurumsallığı, gelenekleri, teamülleri olan bir üniversitenin dışarıdan atanmış bir rektöre nasıl bir tepki vermesini beklemek gerekir? Bunu kabul etmek, hazmetmek kolay mıdır? Üstelik dışarıdan atanan bu rektörün akademik kalitesi, söz konusu üniversitenin öğretim üyelerinin ortalamasının altında gibi gözüküyorsa! Bu profildeki bir kişinin söz konusu kurum için yararlı, verimli olması mümkün müdür? Yukarıda altını çizmeye çalıştığım gerçeklerin hangisi ne kadar geçerli olursa olsun, geleneği olan, kurumsallaşmış bir üniversiteye dışarıdan rektör atamak çok ağır bir karardır.
Söz konusu rektörün atanması sonrası bütün eylem ve tutumları, hatta vücut dili bu kararın ağırlığının gayet farkında olduğunu gösteriyor. Belki de bu nedenle bu kararın ağırlığını elinden geldiğince hafifletmeye çalışıyor. Ben sizin sandığınız gibi biri değilim. Ben de sizden biriyim. Bakın ne kadar sempatiğim. Ben de sizin sevdiğiniz müzik türlerini seviyorum. Sizinle basketbol bile oynarım. Ancak sayın rektörün bence henüz pek farkına varamadığı bir şey var. Durumun ağırlığını hafifletmeye çalışırken, durumu üniversitenin bileşenleri için birlikte yaşanabilir göstermeye çalışırken, bir yandan da kendini hafifletiyor. Kendini böylesi bir biçimde ifşa ederek, sergileyerek aslında ülkenin en ciddi kurumlarından birinde yöneticilik yapabilecek bir ağırlığa sahip olmadığını bizzat kendisi kanıtlamış oluyor. Başlangıçta saygı görmemesinin temel nedeni göreve gelme şekliydi üniversite için. Bu tip bir stratejiyle rektör, üniversite tarafından şahsiyet olarak da saygı görmemeyi garanti ediyor kendi eliyle.
Söz konusu üniversiteye mevcut kadrolu profesörleri içinden yüz metreyi en hızlı koşana rektörlüğü teslim etme önerisi getirsem birçoğunuz bana güler. Pekâlâ, söz konusu beyefendiye söz konusu usulle söz konusu üniversiteyi teslim etmek ile benim önerim arasında ne gibi bir fark vardır? Mevcut isim ve usulün benim önerdiğim yöntemden üstün olan yönleri nelerdir?
Ancak şunu söylemeden de geçemeyeceğim. Türkiye Cumhuriyeti’nin en azından benim öğrenci ve hoca olarak otuz beş sene içinde bulunduğum üniversitelerinde rektör seçme/atama süreçleri hiçbir zaman öncelikle ilkeye, liyakate dayanmadı. Seçen için de, atayan için de üniversiter/akademik liyakat, CV, ufuk her zaman politik önceliklerin gerisinde kaldı.
Mevcut atama sisteminden önce seçim ve atama süreçlerini içeren kombine bir sistem vardı. O zamanlar önce bir seçim yapılıyordu. Seçimde en çok oyu alan ilk altı kişinin ismi YÖK’e bildiriliyordu. YÖK listeyi hem üçe indiriyor hem de sıralamayı değiştirebiliyordu. Liste bu şekilde Cumhurbaşkanlığı makamına ulaşıyordu. Cumhurbaşkanı da bu üç kişilik listeden istediği sıradaki kişiyi rektör olarak atıyordu. Bu sistemin de tuhaflıkları vardı. Örneğin, yüzlerce oy almış adayların var olduğu bir süreçte sadece birkaç oy almış bir aday rektör atanabiliyordu.
Size yaşadığım bir tecrübeyi aktarayım. Geçmiş yıllarda çalıştığım bir üniversitede seçim süreci başlamıştı. Adaylar tanıtım toplantıları düzenliyordu. Adaylardan birine ilginç bir soru soruldu: Eğer seçimde birinci olamazsanız, daha aşağıdaki bir sıradan atanmayı kabul eder misiniz? Aday "hayır" diye cevap verdi. Gerekçesini ise şöyle açıkladı: “Benden daha çok oy aldığını bildiğim insan(lar)ın bulunduğu bir kampüste rektör olarak dolaşamam. Öğretim üyelerinin yüzüne bakamam.” Daha sonra bu soruyu diğer adayların hepsine bizzat ben sordum. Hiçbiri aynı yanıtı vermedi. Kural neyi gerektiriyorsa ona riayet edeceklerini söylediler. Sözünü ettiğim aday üç oy farkla ikinci oldu. En çok oyu alan aday Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atandı. Bu süreçte en çok oyu alan ve atanan rektör daha sonra bir kez daha aday oldu ve daha büyük farkla seçimi kazandı ve yeniden atandı. En sonunda ise istifa ederek o üniversitenin genelde ait olduğu politik genetiğin tam tersi bir partiden milletvekili oldu.
Türkiye üniversitelerinde yirmi altı sene çalıştım ve geçen sene emekli oldum. Üniversiter hayatım boyunca pek çok rektör ve rektör adayı tanıdım. Benim bütün meslek hayatım boyunca bizzat şahit olduğum en anlamlı tutumdu sözünü ettiğim rektör adayının tavrı. Ve sonuç olarak rektör olamadı. Sadece atanamadığı için değil, öncelikle seçilemediği için! Sezen Aksu boşuna demiyor: Masum değiliz, hiçbirimiz!
Bu kalitede adaylar rektör olana kadar bu ülkenin üniversiteleri tartışılır kurumlar olmaya devam edecekler. Bizler de bu tartışmayı sürdürmeye devam edeceğiz.