Reyan Tuvi: Baskıcı siyasi iktidarlar belgeseli sevmez

Yönetmen Reyan Tuvi ile belgesel sinemayı konuştuk. Tuvi, "İdeolojinin, belgeseli etkisiz hale getirmek için vurduğu zincirler fayda etmiyor, ulaşması gereken her yere ve herkese ulaşabiliyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Dünyadan bihaber yaşadığım İzmir’den çıkıp İstanbul’a geldim. İzmir’den ayrılmak için can atıyordum, Boğaziçi Üniversitesi de özgürlüğümün anahtarıydı” diyerek sözlerine başladı Reyan Tuvi. Üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren Tuvi, Aktüel ve Tempo gibi dergilerde muhabirlik ve editörlük yapar. Hürriyet Seyahat için üç yıl boyunca, babasının eski fotoğraf makinesiyle Anadolu’yu karış karış dolaşarak, kendi deyimiyle Türkiye halklarını tanır.

“Tanıdıkça kendimi keşfettim, yaşamı sorgulamaya başladım” diyen Tuvi, British Council (İngiliz Kültür) bursuyla İngiltere’ye gider. Sheffield’de Hallam Üniversitesi Northern Media School’da belgesel film eğitimi alır. Yurt dışı ve yurt içinde birçok belgeselin araştırma ve prodüksiyonunda çalışır. Büyük ekiplerle yapılan belgesellerde de yer alır ama “belgeselin bağımsız haline gönül” verir. "Ofsayt", "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" ve "Gözyaşına Yer Yok" isimli belgeselleriyle Türkiye ve yurt dışında birçok festivalde ödül alan Tuvi ile bir araya geldik ve belgesel sinema anlayışını konuştuk.

'BELGESELİN 'OTÖR SİNEMA' OLMAMASI İÇİN HİÇBİR NEDEN YOK'

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Tam da böyle olmuyor aslında, benim için… Bir hayalden yola çıkmıyorum, bilinçli bir süreç de değil. Her şeyden önce içine düştüğüm ya da üzerine gittiğim bir durum beni dürtmüş oluyor. Kendimi merak ederken, sorgularken, şaşırırken, tanışırken, kalbim çarparken, sorumluluk hissederken ve kısa bir süre sonra da sadece o konuyu düşünürken buluyorum. Kısıtlanmak söz konusu değil, aksine önümde derya deniz açılıyor. Belgesel tamamlanıp gösterildiğinde, ilgili seyirci kısa bir zaman diliminde ne hissediyorsa, ben onu kendime bir yaşam süreci yapıyorum. Ancak olup biteni kağıda dökmeye, yaşadıkça yeniden yazmaya, çekim açılarını planlamaya, sesini, müziğini aramaya, anlatım tarzını düşünmeye başladığınız andan itibaren o spontane, içten gelen hal soluyor ve planlı bir inşaat başlıyor. İşte bu noktada kurmaca sinemaya daha yakın durabiliyor belgesel. Kötü bir şey değil bu, çünkü filmi aileniz ve arkadaşlarınız için yapmıyorsunuz -yani kendi adıma konuşuyorum- dünya seyredebilsin istiyorsunuz. Bunun için de özellikle kurgu aşamasında bilinçli müdahalelerde bulunmak sinemanın doğasına aykırı değil. Daha önceleri gerek imkansızlıklar gerekse acemilikten, netliği gidip gelen, amaçsızca sallantılı, belirli bir dramatik örgüsü olmayan belgeseller hoş görülürdü. Bir süre Türkiye’de seyirci, belgesel ancak böyle olabilir sandı. Uzun bir yol kat ettik. Bir belgeselin de "otör sinema" olmaması için hiçbir neden yok.

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Üvey evlatlık için bir aile gerekiyor. Oysa ben bir ailem olduğunu bile hissetmiyorum. Zaten üvey evlat muamelesine maruz kalmak yerine ilk fırsatta evden kaçtım! Tam da bu bağlamda, "bağımsız" tanımı biz belgeselcilere yakışıyor. Benim gibi bu yola baş koyanlarla sıkı sıkıya olan dayanışmamız ve kendi kendimize yetebilmemiz bizi özgürleştiriyor. Bu ülkede üç maymunu oynamaya tenezzül etmeyecek, azımsanmayacak sayıda belgeselci var. O nedenle de festivaller daha yönetmenin adını görünce filmi seyretmeden reddeder, televizyonlar konuyu "sıkıntılı" bulur, sermayenin memleketin sorunlarını yansıtan üretimlere ayıracak parası yoktur… Sırtını bir yere yaslamadan, inandığın gibi yaşamak, üretmek, zaten bu ülkede elini taşın altına koyanların yaptığı bir şey. Dünyadaki festival, televizyon ve fonların belgeseli nasıl el üstünde tuttuğunu yıllardır deneyimliyoruz. Bu yüzden utancı kimin üstlenmesi gerektiği de aşikar.

'BELGESEL, BİR ARAŞTIRMA, TEZ YA DA ANSİKLOPEDİ DEĞİLDİR'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Belgeselin teorisi üzerine düşünmek yerine daha çok çekmeyi tercih ediyorum. Ama evet, orijinine bakınca, geçmişe göre belgesel içerik, teknik ve anlatım alanlarında gelişti, dönüştü. Kendinden beklenen klişelerin dışına taşarak sıra dışı formlara büründü, kurmaca ya da animasyon gibi farklı formatlarla bir araya gelirken bunu kendine yakıştırdı. Gerçeği belgelemenin çok ötesinde bir donanıma sahip belgesel sinema. Belgeselci de, yer yer kurmacanın tekelinde olan "sinemacı" tanımını hakkıyla taşıyabiliyor. Çünkü tarih boyunca kurmaca sinemanın imkanlarına kayıtsız kalmamış. Ancak benim için kayda değer olan, belgeselin ısrarla gerçeklikle olan o bağının kopmasına izin vermemesi, gerçekleri anlatma iddiasından vazgeçmemesi. Belgesel sinemanın bu kaygısı onu gerçekten de çok güçlü, zamansız ve estetik kaygıların ötesinde bir yere taşıyor. O nedenle baskıcı siyasi iktidarlar belgeseli sevmez.

Diyelim, bir belgeselle bir kurmaca film aynı konuyu ele alıyor. İktidarın radarına giren ve bedelini ödeyen çoğunlukla belgeselciler olacaktır. Çünkü belgesel yüze çarpan bir tokat etkisi yaratabilir, toplumları uyandırabilir, sorulacak bir hesap olduğunu hatırlatır. Ancak belgesel, bir araştırma, tez ya da ansiklopedi değildir. Bilgi vermesi, gerçeği anlatması, bir durumu gözler önüne sermesi yeterli değildir. Ben de gerçeklikleri, sinema olmanın özelliklerinden taviz vermeyen belgesel filmlere dönüştürmeye çabalıyorum. Bilgi ya da aksiyondan ziyade, benim için ön planda olan hakikat, insan, coğrafya, atmosfer… Bir de tabii meselenin rahatsızlık vereni makbul.

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Evet belgesel bir bilgi taşıma ve hakikati unutturmama aracıdır. Ancak bir belgesel bilgi taşırken, manipülasyona meyilli bir zihniyet, konuyu istediği gibi eğip bükebilir. Büyük tekellerin medya araçları doğayı ve hayvanları olanca hoyratlığıyla yok eden bir iktidara hizmet ederken, sipariş üzerine “bakın biz çevreye ve hayvanlara ne kadar önem verip, koruyoruz” belgeseli yaptırabilir. İşte tam burada belgeseli kimin yaptığı ya da yaptırdığı bize bilginin ve hakikatin arka planı hakkında ipucu verir.

Sosyal medya konusunda, etiketler üzerinde pek durmuyorum, doğru ya da yanlış, belgesel olarak tanımlanan birçok üretim var. Sosyal medya kuşkusuz bir derya; içinden dayak yemiş gibi de çıkabilirsiniz, hayatınızı değiştirecek bilgilerle de… Buradaki üretimlerin estetik olup olmadığı üzerine ise kafa yormuyorum. Çünkü bunlar dijital platformların estetik ve kalite anlayışından farklı bir kaygı taşıyorlar. Üstelik baskıcı rejimlerde hayat kurtarıcılar; önyargıların ve tabuların kırılmasında, alternatif yollarla hayatta kalma ve dayanışma yöntemlerinin yaratılmasında etkili olmakla birlikte yanlış bilgi, algı ve sansürle gerçekliği istediği gibi manipüle eden egemen sınıfların yerini sarsması açısından da önemliler.

'GEÇERLİ İDEOLOJİ, KÜLTÜR VE SANATI HER AÇIDAN KISKACINA ALIYOR'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendi deneyimim üzerinden anlatabilirim… 2010’da "Ofsayt" belgeseliyle Antalya Film Festivali’nde "En İyi İlk Belgesel" Altın Portakal’ını almıştım. Konu, Afrikalı göçmenler ve polis gözaltında öldürülen Festus Okey’di. O zamanlar ana akım medya göreceli olarak böylesine tarafsızlığını kaybetmemişti. Ondan 4 yıl sonra Gezi Direnişi üzerine çektiğimiz belgesel “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”, aynı festivalde, kraldan çok kralcı, sözde sinemacı festival yöneticilerinin bazı manevralarıyla sansüre uğradı. Aslında bu olup biten gelecek baskıcı ortamın ayak sesleriydi.

Her zaman egemenlerden beklediğimiz yumruk bazen onlardan nemalanan kesimlerden de gelebiliyor. O nedenle geçerli ideoloji, kültür ve sanatı her açıdan kıskacına alıyor. Araziye ayak uyduranlarla birlikte hakikat en büyük yarayı alıyor. Değişmeyen bir denklem de, belgesel ve belgeselcinin her koşulda potansiyel suçlu olması. İktidarın her devir değişkenlik gösteren "düşman" seçimine göre -bunların içinde LGBTİ, Kürtler, Gezi her zaman revaçta- belgeseller ve belgeselciler de düşman ilan ediliyor. Hakikati anlatmanın bedeli hapis cezası olabiliyor. Zaten son yıllarda bu sıklıkla belgeselcinin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandı.

Belgeselin bir başka "tehlikeli" yanı da ele avuca sığmaması. Yani desteksiz, bağımsız olarak kotarılabilen, denetimden geçerek vizyona girmeyi uzak bir ihtimal olarak gördüğü için de, inatla Türkiye’nin dört bir yanında sayısız mekanda, ufak topluluklarla da olsa yıllarca paylaşılabilme potansiyeli taşıması. İdeolojinin, belgeseli etkisiz hale getirmek için vurduğu zincirler fayda etmiyor, ulaşması gereken her yere ve herkese ulaşabiliyor. Türkiye’de sahibinin sesini dinleyen festivallere giremese de dünya festivallerini dolaşarak o gerçekliği yayabiliyor. Hakikati anlatmasından çok, belgeselin iktidarlara asıl korku yaydığı yanı her türlü engele rağmen bir çatlaktan sızabilme inadı.

'SERMAYE İLE ÖZGÜR ÜRETİM OLDUKÇA ÇELİŞKİLİ İKİ KAVRAM'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Güzel bir hayalden bahsediyorsun ancak gerçekleşmesi zor bir kurgu. Ülkenin şu andaki siyasal ikliminde, çektiğim belgeselleri yayımlayacak bir babayiğit platform olabilir mi, emin değilim. Bu sermayedarların zihniyetleri, özgürlük alanları gelişmiş ülkelerdeki boyutlara ulaşabilir mi bir gün, ondan da emin değilim. Zaman zaman internet platformlarında tek tük belgesellere yer verildiğini gördüğümde önce şaşırıyor sonra da umutlanıyorum. Sermayenin, belgesele yönelmesine hepimiz şapka çıkartırız. Ancak sermaye ile özgür üretim oldukça çelişkili iki kavram. Egemen ideolojiyi gözetmeden yaratımı destekleyen mecralar ile çoktandır, özellikle biz belgeselcilerin yolu kesişmiyor. Sipariş üzerine yaptırılan belgeseller de, konusuna bağlı olarak çoğu zaman hakikate uzak kalıyor. Köklü festivaller bile birçok belgesele arka çıkamazken bizimki gibi antidemokratik yaptırımların olduğu, yönetmenlerin hapis cezasına çarptırıldığı bir ülkede kültüre yatırım yapmak isteyen bir sermayedarın iktidara ters düşerek belgesele destek olacağını ummak sanırım saflık olur.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Bir “podcast belgesel” üzerine çalışıyorum. Bugüne dek hep görsel olarak düşünmüş olsam da, belgesellerde ses tasarımına görsellik kadar önem verdim. Bu kez sadece ses ile bir belgesel yaratmaya çalışmak bana kafa açıcı geliyor. Konu “cezasızlık”, destek veren kurum da, gazetecilik pratikleri konusunda eğitim veren, bizleri alandaki teknolojilerle ilgili gelişmelerden ve finans modellerinden haberdar eden NLTR Akademi (NewsLabTurkey). Programda başka projeler de var ve eğitimlerin ardından herkes projelerini gerçekleştirilecek. +90 YouTube platformu için kısa insan hikâyeleri çalışmalarına başlıyoruz. Kürtçe kurslarına devam ediyorum, öğrenmeye kararlıyım. Köydeki evde toprakla uğraşıyorum; patlıcan, salatalık, domates vs. ekmeye çalışıyorum. Kafa dağıtmak ve aç kalmamak için kayda değer bir aktivite.