Rıza, imtiyaz, tecavüz
Hayat gri alanlarla dolu ve bu alanlar da daima erk lehine işliyor. Ataerki, şiddet, taciz, tecavüzü meşrulaştırmanın yollarını mide bulandırıcı bir çeşitlilikte, buluyor. Bunu engelleyecek tek şey de son derece siyah beyaz, net bir rıza kavramı: Kadın 'hayır' diyorsa hayır.
İngiltere’de eşle zorla cinsel ilişkiye girmek, 1991’e kadar tecavüz sayılmıyormuş. Kadınların kendi bedenlerine dair kararları kendilerinin verebilmelerinin yasal tarihi, nasıl bir dünyada yaşadığımızı unutturmayacak kadar yeni. Yine de David E. Kelley imzalı yeni Netflix dizisi “Bir Skandalın Anatomisi”nden bu bilgiyi edinince şaşırdım. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile, kadının bedenini kocasının tapulu malı gören anlayışın yerinden oynaması, 20. Yüzyılın sonlarını buluyor. Feminizmin, 60’lardan ve 70’lerden itibaren rıza kavramı etrafındaki yoğun sorgulama ve mücadelelerine borçluyuz bunu da. Bizde evlilik içi tecavüzü suç sayan TCK, 1 Haziran 2005’ten beri yürürlükte. 2008 civarında da bu konudaki kararlar uygulanmaya başlanmış bu habere göre. Yani evli bir kadının kocası tarafından düzenli olarak cinsel saldırıya uğramasının önünde, 17 sene öncesine kadar hiçbir hukuki engel yokmuş. Günümüzde de bu yasaların ne kadar uygulandığı ortada ama çok yakın zamana kadar bu ihtimal de yokmuş.
Rızayla kurulmuş gerçek bir cinsel birliktelikten doğmuş çocuk sayısının nüfusa oranı kaçtır, insan merak ediyor. Dünya kaç bucak, ev kaç bucak… Kadınlar “baba evi”nden çıkana kadar dışarıdaki olası tecavüzcülerle korkutuluyor. Sonra, gelenek ve kanunlarca onaylanmış biçimde kendilerine dokunabilen tek erkek olan kocalarının sistematik ve yasal tecavüzüne uğramaları korkunç ihtimali dâhil bir paketle dünya evine adım atıyorlar. Kadınların, en güvenli alan olması gereken yerde, kapalı kapılar ardında yaşadıkları dehşetleri düşününce batsın böyle dünya da evi de diyorsun… Evliliğin içinde de dışında da ne dünyada ne evinde, “rıza” yoksa huzur, mutluluk da yok.
Hayat gri alanlarla dolu ve bu alanlar da daima erk lehine işliyor. Ataerki, şiddet, taciz, tecavüzü meşrulaştırmanın yollarını mide bulandırıcı bir çeşitlilikte, buluyor. Bunu engelleyecek tek şey de son derece siyah beyaz, net bir rıza kavramı: Kadın “hayır” diyorsa hayır. Başta, ortada, sonda, evin içinde/dışında, bir yabancıya ya da bazen en yakınına karşı kadını koruyabilecek tek şey, “hayır”ın “hayır” olarak kabul görmesi. Hep dişini sıkması, idare etmesi, boyun eğmesi, razı gelmesi beklenen kadının hayır diyebilmesi zaten başlı başına bir mesele. Durumlar gri görünebilir ama “hayır”ın yoruma açık bir yanı yok. “Hayır” kelimesinin telaffuz edilemediği, yerine başka bir şeyin kullanıldığı ya da bedensel olarak tepki verilen durumlar da hayır kapsamında tabii. Hayır, hayırdır.
“Bir Skandalın Anatomisi”nde rıza ve düşman kardeşi imtiyaz, başrollerde. Çünkü imtiyaz/ayrıcalık daima rıza üretme kapasitesine sahip bir güç suiistimali alanı. Dizi bu denklemi son derece kafa karıştırıcı görünen bir durumda kuruyor. Bir kadın, daha önce beraber ve muhtemelen hala âşık olduğu bir adama, ayrıldıktan kısa bir süre sonra, önce teşvik eder göründüğü bir cinsel yakınlaşma sırasında, “hayır” dediği halde adam yine de devam ederse, bunun adı tecavüz müdür? Muammayı çözerken kimin tarafında yer alacağınızı, biraz da toplumsal cinsiyet ön kabullerine karşı tutumunuz belirliyor.
İngiltere’de, halkın ve çalışanların sevdiği, 40’larında, yakışıklı, karizmatik, sempatik, dışarıdan bakınca tepeden tırnağa kusursuzluk timsali bir bakan olan James Whitehouse’un (Rupert Friend), üniversite yıllarından tanıdığı güzel, zarif eşi Sophie’yle (Sienna Miller) evli, mutlu, iki çocuklu, gümüş kaşıklı, süper ayrıcalıklı hayatı, genç bir kadın çalışanıyla yaşadığı beş aylık ilişki ortaya çıkınca alt üst oluyor. Eşi Sophie kendi deyişiyle “bir kaçamak için 12 yıllık evliliği çöpe atmayacak” türden, kendine çok hâkim ve görünüşü çok önemseyen bir kadın. İyi bir aileden gelmiş, iyi bir okulda okumuş bu zeki ve güzel kadın nedense başlıca gelecek yatırımını, üniversitedeki o çok havalı çocuğun karısı olmak yönünde yapmış. Yıllar sonra gelen ihanetin hezimetini atlatabilecekmiş gibi görünüyor ama ikinci ve büyük darbe gelmekte gecikmiyor: Eşi James, ilişki yaşadığı genç çalışanı Olivia (Naomi Scott) tarafından bir de tecavüzle suçlanınca, evliliklerinden James’in politik kariyerine, toplum içindeki saygın konumlarına değin her şey bir anda tuzla buz olma tehlikesi altında kalıyor.
Böyle başlayan dizi, bir hukuki gerilim olmanın yanı sıra, son yıllarda iyi örneklerine rastladığımız bir “ilişki gerilimi” aynı zamanda. David E. Kelley’nin “Ally McBeal”den bu yana aşina olduğumuz, yer yer ufak gerçeküstücü/absürt dokunuşlarla karakterlerin ruh halini, iç dünyasını ekrana taşıyan, izleyiciyi baştan sona avucunda tutan bildik gerilim üslubu, 2020 yapımı bir önceki dizisi The Undoing’e çok benzer bir formülle karşımızda. Seçkin beyazların tepeden tırnağa ayrıcalıklı hayatı, ortada hiçbir sebep yokken gelen ihanetle deliniyor. Aşkları, cinsel hayatları da gayet formunda bir çift üstelik bu. Erkeği, tek eşli ilişkide her şey yolundayken bile daima patlamaya hazır bir libido bombası, dizginlenemez güç olarak tarif etmeye çok meraklı ataerkinin, dilediğini yapma imtiyazını da onun kucağına böylece koyduğunu anlatan bir formül bu. Bu kısmen tek taraflı yeminde, kadının erkeğin ihanetine bile sadık kalması beklenirken, erkeğin inandırıcı bir pişmanlık sergilemesi yetiyor. “Bir kereden bir şey olmaz/yalnızca seksti” açıklamalarıyla tatmin olması bekleniyor kadının. Burada aldatılan kadın, ilk bölümden konuya ilişkin tavrını koysa da (“hiçbir zaman yalnızca seks değildir”) çok emek verdiği, başlıca yapıtı olan bu evliliğin sürebilmesi için ihaneti mümkün hızla hazmetmiş görünüyor. Ama denkleme bir de tecavüz eklenince omzundaki yük iyice ağırlaşıyor. Tecavüzle suçlanan bir eşin arkasında durmak kolay iş değil. “Hayatta yapmaz” kabulüne sığınıp öteki kadını biraz şeytanlaştırınca, ihanetle de başa çıkmak daha mümkün olabilir hem.
Dizide imtiyaz ve güç suiistimali, sadece kadın erkek ilişkileri açısından değil, sınıfsal ve siyasi boyutlarıyla da ele alınıyor. Başbakanın, “seksin kara defterde bir çentik olduğu günler geride kaldı, devir değişti. Me too mayınlarıyla dolu bu yol… Yetki sahibi züppelerin tavırları da halkın hoşuna giden bir şey değil artık” diye kendisini uyaran itici basın danışmanına rağmen, tecavüzle suçlanan bakanının ardında durmasının, erkekler arası bildik suç ortaklığının yanında, geçmişteki gerçek bir suç ortaklığına dayandığını anlıyoruz örneğin. Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş bu adamlar, kaşığı kendilerinden şanssız olanın kafasına vurma hakkını da cepte tutarak, hükümet kurmaya kadar gelmişler. Erkeklerdeki, ucu şiddete varan bu güç suiistimali, ayrıcalıklı kadın karakterde de cazibesini, sevimliliğini kullanarak çalışmadan dersleri geçme, kendisi kadar tatlı olmayan zeki kız arkadaşına ödevlerini yaptırma biçiminde kendini gösteriyor. Üniversite yıllarında aynı genç kadını, çiftin kadını da erkeği de tabii çok farklı düzeylerde, suiistimal ediyor. Ama işte alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste mahkemede. Dizinin, bazı açılardan hayli klişe sayılabilecek (çekici ama ağır işkolik, viski, çikolata ve dava dosyalarıyla beslenen, bağlanma problemli) kadın savcı karakteri, adaletin geç de olsa gerçekleşmesi için elinden geleni ardına koymuyor. Bu noktada Netflix’in çok sevdiği türden bir twist de baş veriyor dizide, sonlara doğru. Evet, heyecanı arttırıyor ama iç gerilimini gayet iyi kuran dizinin böyle bir şeye pek ihtiyacı yokmuş bence.
Dizinin yaratıcıları David E. Kelley ve Melissa James Gibson, hayat ne denli gri olsa da rıza kavramının aslında çok net olduğunu ortaya koyarken kuşak farklarının da altını çizmişler. X ve kısmen Y kuşakları için daha kaotik, erkeğe ayrıcalık ve kolay affedilirlik bahşeden muğlak rıza kavramının, Z kuşağı için çok daha net olduğunu anlatıyor ki, bu “me too gerilimi” feminizme bu açıdan da hakkını teslim ediyor. Erkeğin bir narsisistik manipülatör halini almasında Monopoly’de yalan söylemenin, insanları kullanmanın hiç de fena bir şey olmadığını gördüğü ebeveyn pohpohlamalarının, bazı taşkınlıkların genç, zeki, ayrıcalıklı bir erkeğin hakkı olduğunu söyleyen sınıfsal imtiyazların ve böyle bir adamın eşi olmayı hayatının amacı kılarak kendine büyük haksızlık etmiş bir “iyi eş”in katkısı büyük. Okulun parlak çocuğunun içindeki tecavüzcüyü çıkaran toplumsal mutakabat…
Kadınlar tarafından değil reddedilmeye, bir kadından pamuklara sarılmamış ters bir laf, ciddi bir eleştiri duymaya bile alışmamış bir adam bu. Dolayısıyla karşı tarafın “rıza”sını baştan varsayıyor, onun gibi bir adama kim karşı koyabilir ki? İstemiyor olamaz, çekiniyordur, naz yapıyordur, hayır derken kastettiği aslında evettir… Hayatının her aşamasında ayrıcalık tanınmış bir erkeği, ya da salt erkek olduğu için kadın bedeni ve hayatı üzerinde tahakküm kurma ayrıcalığını ataerkiden doğarken aldığını düşünen pek çok erkeği, “hayır”ın “hayır” olduğuna ikna etmek çok zor. Kendi imkânlarıyla öğrenmiyorsa, yaptığının yanına kar kalmaması geç de olsa bir öğretme metodu.
Rıza ve düşman kardeşi imtiyaz toplumsal cinsiyet eşitsizliğini başrole oturtup diyaloglar düzeyinde yer yer klişeye düşse de meram ve gerilim kısmında hiç teklemeyen bu dizinin, çok incelikle ele aldığı kavramlar. Kadın dayanışmasının simbiyotik değil özgürleştirici niteliğine dair finali, “hayattan hayli adil” ve katartik olmasıyla biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Yine de bu konularla ilgiliyseniz ve türü seviyorsanız altı saatinize değiyor kesinlikle.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı açılan 10 dava bugün Danıştay’da görüldü. Savcının fesih kararının iptalini talep etmesiyle duruşma sona erdi, karar daha sonra tebliğ edilecek. Kadınların yılmayan mücadelesinin gerçek bir zaferi olan günün fotoğrafını, final cümlesi niyetine bırakıyorum. Kadınlar yürüdükçe düşmedik toplumsal maske kalmayacak, sonumuz mutlaka iyi olacak.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI