Rıza Kıraç: Türkiye’de elini attığın her konu belgesel yapmaya müsait

Rıza Kıraç ile belgesel sinemayı konuştuk. Kıraç, "Türkiye’de elini attığın her konu belgesel yapmaya müsait, kötü niyetli değilseniz, çektiğiniz hemen her şey muhalif hikâyesine dönüşüyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1997 yılından bu yana sinema ve edebiyat üzerine yazan Rıza Kıraç, 2000 yılında ilk romanı 'Cin Treni'ni yayımlar. Ardından 'Dolfin Video', 'Düşmüş Erkekler Masalı' ve 'Londra’da Hoş Cinayet' romanlarını kaleme alan Kıraç, sinema üzerine yazdığı kuramsal kitapları, söyleşi ve biyografileriyle de öne çıkan bir yazar. Sinema öğrenciliği yıllarında başladığı belgesel ve kısa film üretimine İFSAK’ta atölye düzenleyerek devam eden Kıraç, "Küçük Günahlar" isimli bir uzun metraj filmi yazıp yönetir. 2014 yılında Erden Kıral’ın yönettiği "Gece" filminin senaryosunu Hasan Özkılıç’ın 'Zahit' romanından uyarlar.

"Ömer Kavur’la Yola Çıkmak", "Peki Ya Londra" belgesellerinin yapım ve yönetmenliğini üstlenen Kıraç ile bir araya geldik ve belgesel sinema anlayışını konuştuk.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Belgesel sinema gerçeğe sadık kalmaya çalışsa da kalamaz. Gerçek, çok boyutlu, derin bir şey. Biz görülenin, kayıt altına alınabilenin sinemasını yapıyoruz. Yönetmenin, kameramanın gerçekliğinin estetik öngörüsüyle kurgu aşamasında kendi gerçekliğini ortaya koyuyor belgesel sinema. O yüzden bir fikrin gelişim süreci ve oradan belgesel filmin çıkma aşaması -kaba propaganda filmlerini bir köşeye bırakırsak- tam da bir sanatçının olması istediği olanaklara sahip. Bakmak, görmek, çekmek ve o görünen içinde kendi gerçekliğini arayıp ortaya koymak acayip arzu edilen bir tecrübe. Biz seyirci olarak hep bir öznelin ürününü, arzusunu izliyoruz. O öznel bakışı, yorumu kaldırdığımızda bir yanıyla belgesel sinema da kayboluyor. Bunun en güzel örneği Vertov’dur. O devrimci manifestosuna rağmen öznelliğini, kurmacasını terk etmez.

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Bu “üvey evlat” olma durumu uzun metraj kurmaca çekenler, kısa filmciler ve aslında bütün sinemacılar için geçerli ama ben ne evladım ne de üveyim! Bir röportajda, “Türkiye ilk filmini çeken yönetmenler mezarlığı” demiştim. En azından benim gibi ilk uzun kurmaca filmlerini çekebilenler var! Yavuz Turgul’un 1996’da Türkiye sinemasına dair yazdığı "İlahi Çelişki" adlı bir yazısı vardır, onun bir bölümü hiç aklımdan çıkmıyor; sinemacıları çocuğun evde ebeveyn karşısındaki suçlu, mahcup durumuna benzetip, sonra da, “o çocukların geceleri rüyalarına şeytan girer ama utançlarından sabahları su ısıtamazlar” diyordu. Şimdi bu suçluluk psikolojinin sirayet ettiği kuşakları düşünebiliyor musun? Biz hep cünüp gezen bir kuşak olduk! Bununla da gurur duymamız gerekiyor. Sinema bir sanat ama belgesel sinemayı hep entelektüel bir eylem olarak da görmüşümdür. Buradan bakınca, bir entelektüel zaten babasını, annesini, ailesini ve devleti aşmış bir birey olmalı. Belgeselcilerin çoğu da bu mantıkla film yapmaya çalışıyor, yani ne baba ne devlet otoritesi ne de parası!

'BELGESEL FİLM, TELEVİZYON PROGRAMCILIĞIYLA KARIŞTIRILIYOR'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Çoğu kere belge ile belgesel sinema bir tutuluyor. Belge görüntüler başka bir şeydir, bugün sosyal medyadaki fotoğraflardan videolara kadar her şey belgedir. Yarın öbür gün bütün bu görüntüler bir belgesel filmin malzemesi olabilir. Örneğin Hulki Aktunç ve Atilla Dorsay’la yaptığım söyleşi kitaplarının ve yaklaşık altı yıl önce Erden Kıral’la ilgili çektiğim ama kurgulamadığım belgeselin ana malzemesi evimde duruyor. Onlar bir belge, belki bir gün biri kullanır o görüntüleri. Belki ileri günlerde ben bir şeyler yaparım, bilmiyorum. Belgesel film, televizyon programcılığıyla karıştırılıyor. Tematik kanallar da dahil televizyon için üretilen programlar başka bir şey, az evvel dediğim gibi onlar belge. Bu ayrımı koymak gerekiyor. Açıkçası Fransız belgeselcileri deli gibi kıskanıyorum, belgesel sinemanın geldiği yeri onların çektiği filmler belirliyor. Hemen her konuda hakkını vererek belgesel film üretiyorlar.

Öğrenciliğim sırasında bilinçli olarak belgesel sinemacılarla çalışmak istedim, zihinsel ve entelektüel gelişimimde Türkiye’deki belgesel sinemacılar büyük rol oynadılar. Hasan Özgen, İsmet Arasan, Hakan Aytekin, Ahmet Hızarcı, Mehmet Eryılmaz, Enis Rıza, Deniz Kurtuluş ve Şenol Er gibi isimlerle tanışmak, bir kısmıyla çalışmak, onlarla sinema ve hayat üzerine sohbet etmek kişiye bir hayat felsefesi kazandırıyor. 90’lı yılların sonuna doğru kurulan Belgesel Sinemacılar Birliği’nin çalışmalarına katılmış ve henüz öğrenci olmama rağmen oradaki ilk kongreye bildiri sunmuştum. O günlerde de benzer şeyleri tartışıyorduk. Kendimi bir gelenek içinde görmedim, tanımlamadım, çünkü bunun için aralıksız bir üretim içinde olman ve kendini sinemayla ifade etmen gerekiyor, bunu yeterince yapamadım maalesef. Uzun aralıklarla belgesel film çekebiliyoruz. Yapmak istediğim belgesel ve uzun metraj film senaryoları çekmecede sararıyor. Biliyorsun biyografi belgeselleri çekmeyi seviyorum, bu da ancak sizin kişisel olanaklarınızla gerçekleşiyor. Daha çok film çekerek gerçekten yolumun nereye çıkacağını görebilmek isterdim.

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal medyadaki bu işlerin çoğuna yalan yanlış eğitim filmi olarak bakmak gerekiyor. İşin aslı, çoğu birilerinden bilgi çalarak popüler olma peşinde. Saçma bir eylem! Bir yandan da eğitimin tamamen internete taşındığı bugünlerde işini ciddi yapan kanallara ihtiyaç var. Üniversitede ders verirken sinema öğrencilerinin bu tür videolardan fazlasıyla etkilendiğini ve sinemayı video kültürüyle karıştırdığını gördüm. Belgesel sinema başka bir disiplin gerektiriyor, -bu disiplini- estetik anlamında söylüyorum. Belgesel sinema bilgiye ulaşmak, onu tasnif etmek, yorumlamak, öngörüde bulunmak, kimi zaman filmi çekerken öğrenmek ve kendi gerçekliğini kurmak demektir. Bir de belgesel sinemanın alt başlıklarını hiç konuşmuyoruz, konuşamıyoruz. O kadar geniş bir alan ki bu konu üzerine günlerce konuşmak mümkün. Biz yüzeyde gezerken bile insanlar sıkılıyor.

'BUGÜN, BELGESEL SİNEMANIN MUHALİF OLMASINA DAHA ÇOK İHTİYAÇ DUYUYORUZ'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az önce bahsini ettiğim Belgesel Sinemacılar Birliği toplantısındaki bildirimin özü, belgesel sinemanın muhalif olmak zorunluluğuydu. Bugün buna daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü adalet sistemi dahil olmak üzere büyük sermaye grupları, devletleri babasının malı gibi kullanıyor. Hak ve özgürlükler kısıtlanırken bu büyük gözaltının normalleşmesi ve halkların devletlerin baskıcı otoritesine her alanda boyun eğmesi isteniyor. Bunu en iyi Edward Snowden ve Julian Assange örneğinde gördük. Bu insanlarla ilgili belgeseller yapılmasaydı sadece yüzeydeki bilgiyle yetinecektik. Ama şimdi biliyoruz, komplo teorilerinin ötesinde devletler vatandaşlarının özel hayatlarına tecavüz ediyor ve en demokratik varsayılan ülkelerde bile insan hakları ihlalleri dibine kadar yaşanıyor. Türkiye’de elini attığın her konu belgesel yapmaya müsait, şayet kötü niyetli değilseniz, ideolojik körlük yaşamıyorsanız çektiğiniz hemen hemen her şey kendiliğinden muhalif hikâyesine dönüşüyor. Bu kadar pisliğe battığımızı ve bu pisliklerin normalleştirildiği bir dönem olmamıştı sanırım.

'DİJİTAL PLATFORMLARIN YÖNETİCİLERİNİN POPÜLER KONULAR DIŞINDA BİR ŞEYE KUCAK AÇACAĞINI HİÇ SANMIYORUM'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Gördüğüm kadarıyla ülkemizde kurulan bu tür dijital platformlar henüz geleneksel televizyon kanalı mantığıyla iş yapıyor ve sermayesinden emin değil. O dijital platformlara yarın öbür gün satılabilecek, asıl kârını buradan yapacak bir mal olarak bakıyorlar. Bu yüzden nitelikli yapımlara destek olacaklarını, hadi sanat yapalım, diyeceklerini hiç sanmıyorum ve zaten sinema piyasasındaki yıldız isimler kimlerse aynıları burada iş yapıyor. Özgürleşme konusuna gelince senin kadar iyimser değilim; sansürün ama özellikle oto-sansürün beynimizin kılcal damarlarına dek işlediği bir dönemde o platformların yöneticilerinin değil sistem eleştirisi yapan belgesellere popüler konular dışında bir şeye kucak açacağını hiç sanmıyorum. Buna rağmen dijital platformlar var olan sinema piyasasını bir süre daha besleyecektir. Fakat kültür alanındaki yapısal sorunları çözmeden ne sinema, tiyatro, müzikte ne de edebiyatta nitelik anlamında bir sıçrama beklememek gerekiyor. Sanırım bu alanlardaki üreticilerin, sanatçıların, entelektüellerin, eleştirmenlerin tevazu göstermeyi bırakıp daha sert, daha devrimci bir retorik geliştirip bunu da yüksek sesle dillendirmesi gerekiyor. Yoksa vasat altı işleri bize “masterpiece” yani başyapıt diye yutturmaya devam edecekler.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Pandemi atmosferine rağmen edebiyat ve sinemayla ilgili çalışmalara devam ediyorum. Romanlarına ve kişiliğine çok değer verdiğim İbrahim Yıldırım’la onun romanları ve Türkiye edebiyatı üzerine iki yıldır üstünde çalıştığımız uzun bir şöyle kitabı hazırladık, sonbaharda yayınlanacak. Beni heyecanlandıran başka bir proje ise estetik cerrah, doktor Bülent Cihantimur’un yazdığı, editörlüğünü yaptığım kitaptan yola çıkarak sanatta, hayatta estetik ve güzel algımızla ilgili altı bölüm olarak tasarlanan belgeselin senaryosunu yazıyorum. Yanılmıyorsam bu konu üstüne Türkiye’de yapılmış en kapsamlı belgesel olacak. Dolayısıyla bugünlerde sanat, estetik ve belgesel üzerine biraz daha derinlemesine düşünmem, yazmam gerekiyor.