Romantik komedi deyip geçmeyelim!
‘Başarılı’ bir romantik komedi yaratmak o kadar da kolay değildir. Sunulan filmin hem hoş bir romantik hava hem de ilişkiler ve karakterler açısından değişik bakış açıları taşıması gerekir. Ancak bunu yaparken de seyirciden yoğun bir konsantrasyon ve takip edilmesi zor bir olay örgüsü çözmesi beklenmez; senaryo göreceli olarak ‘hafif’ bir yolda ilerlemeli ve sonlanmalıdır.
Aklımızdan bütün film türlerini geçirdiğimizde, ‘romantik komedi’ olarak adlandırabileceğimiz yapımlar kuşkusuz önemli bir yer tutar. Sinemanın eski dönemlerinden günümüze kadar uzanan bu süreçte, özellikle Hollywood sineması, her sene an az birkaç filmle, seyircilere bu türün değişik derecede başarılı örneklerini sunar. Aynı şekilde nispeten genç ve popüler olan her Hollywood oyuncusu da bu türde şansını denemiş ve fiziği kadar oyunculuğunu da konuşturabildiği bu rolü kabul etmiştir.
Aslında sanılanın aksine ‘başarılı’ bir romantik komedi yaratmak o kadar da kolay değildir. Sunulan filmin hem hoş bir romantik hava hem de ilişkiler ve karakterler açısından değişik bakış açıları taşıması gerekir. Ancak bunu yaparken de seyirciden yoğun bir konsantrasyon ve takip edilmesi zor bir olay örgüsü çözmesi beklenmez; senaryo göreceli olarak ‘hafif’ bir yolda ilerlemeli ve sonlanmalıdır. Dolayısıyla bu ‘hassas’ dengeyi kurmak ve yönetmek kolay değildir. Nitekim bu türde birçok yapım, kariyerli oyuncular ve deneyimli yönetmenlere sahip olmasına rağmen vasatı aşamayan sonuçlar vermiş, beklentileri karşılayamamıştır.
Bu türün nispeten ‘yakın’ tarihli parlak örnekleri olarak "When Harry Met Sally" (1989) veya "Pretty Woman" (1990) gibi filmleri sayabiliriz. Bu yapımlar, o zamanlar yükselişte olan genç bir aktristi senaryosunun merkeze koymuş, etrafında hoş bir hikaye kurarak ve derinlikli yan karakterler katarak düzeyli örnekler çıkarmış, hatta halen birçok ‘romantik komedinin’ referans aldığı örnekler olmuştur.
Bu türden bahsederken bizce Woody Allen sinemasına da bir parantez açmamız gerekebilir. Çünkü Allen, her ne kadar filmlerini genelde değişik dönemler geçiren insan ilişkileri ve bunların etrafında şekillenen ‘komik’ durumlar üzerine inşa etse de, yönettiği filmlerdeki hem hikaye hem mizah dozu hem de kendi dokunuşları birçok ‘romantik komediye’ göre ayrıcalıklı bir yerde durur. Filmleri, daha fazla yoruma açık, birçok açıdan daha ‘entelektüel’ nitelikte yapımlardır. Her ne kadar ‘Avrupa’ döneminde çektiği bazı filmler, ‘New York’ döneminin yoğunluğunu taşımasa da, kendine has ‘atmosferini’, ince dokunuşlarını her filminde belirgin bir şekilde göstermiş, kendi imzasını atmıştır.
Birçok açıdan ‘romantik komedilerin’ şablonlarına uyan ancak aslında çok daha ‘farklı’ izler taşıyan ve bazı açılardan ait oldukları türün kendini aşmasının parlak örneklerinden bir kaçına göz gezdirecek olursak:
THREESOME
Andrew Fleming imzalı bu 1994 yapımı film, aslında ilk bakışta, vaat ettiklerini başarılı bir şekilde yerine getiren, türünde bir devrim yaratmamakla beraber ‘parlak’ sayılabilecek, ‘safkan’ bir romantik komediydi. Ancak sanki yönetmen eğlenceli ve hareketli bir hikaye sunmakla yetinmedi ve birbirinden hoşlanan üç ana karakterini klasik ‘aşık gençler’ kalıplarının dışına çıkardı ve her birine bir ‘işlev’ değil adeta bir ‘ruh’ kattı. Üniversitede aynı odayı paylaşmak zorunda kalan Eddy ve Stuart birbirlerine tamamen zıt karakterlerdi ve aralarında bir şekilde oturttukları hassas denge, gruba katılan güzel ‘Alex’in gelişiyle tamamen bozuluyordu. Ardından hikaye klasik gönül ilişkilerine girebilecekken, yönetmen ana karakterlerinin her birinin ‘karşılıksız aşk’ yaşamasıyla senaryosunu başka bir boyuta taşıdı. İflah olmaz bir çapkın, maço ve biraz aptal ama özünde iyi niyetli olan Stuart, Alex’in cazibesine kapılmışken; Alex, kendisi gibi daha entelektüel olan ve adeta ‘ruh eşi’ gibi gördüğü Eddy’ye aşık olmuştu. Cinsel kimliğini tam keşfedememiş Eddy ise gizliden Stuart’a karşı bir cinsel istek duymaktaydı. Giderek karmaşıklaşan bu üçlü ilişki yumağı, dile getirilen arzular, açığa çıkan itiraflar ve bir anda patlak veren ihanetlerle adeta paramparça oluyordu. Bu anlarda diyaloglardaki inandırıcılık ve hakimiyet kendini gösteriyor ve film sanki içinde bulunduğu ‘aşk filmi’ kalıbını zorlamaya, daha derin sulara açılmaya çalışıyordu. Karakterler giderek daha derinlikli hale geliyor ve özellikle içlerinde hem masum, çocuksu bir kız, hem erkeksi bir isyan ve kahkaha, hem de ‘vamp’ bir genç kadın ruhu taşıyan Alex karakteri basit bir ‘aşık kadının’ çok üstüne çıkıyordu. "Threesome", 90’lı yıllarda zirvelerini yaşayan ‘romantik komedi’ türünün kendini aştığı en parlak örneklerinden biri oldu.
EVERYONE SAYS I LOVE YOU
Başta da değindiğimiz gibi, kuşkusuz bir Woody Allen filmini yalnızca bir romantik komedi gibi saymak birçok açıdan haksızlık gibi gelebilir. Yine de bizce yönetmenin bu 1996 yapımı filmi, Allen’in biraz kendi dünyasından koptuğu, diğer filmlerinden çok daha uçarı, (muhtemelen yönetmenin sevdiği) müzikallere kayan, hoş bir romantik yapımdır. Yönetmen, adeta ilişkilerini sorgulayan New York’lu şehirlilerin yaşadığı ‘krizlere’ ara vererek, bazen inandırıcılık sınırlarını zorlasa da yine de sonuç olarak kabul ettiğimiz karakterleri ve onların ilişki yumağını klasik bir müzikal tarzında bize sunar.
Allen, her zaman en olmayacak gönül ilişkilerini, birbirlerinden tamamen ayrı görünen kişilerin buluştuğu ortak noktaları ve karşılarındaki kişiyi etkilemek için akla gelen her türlü numarayı çeviren karakterleri inanılmaz bir mizahla süslediği bu filmde, içerik açısından olmasa da biçim açısından ‘yepyeni’ bir tarzı denemektedir. Filmin finalinde, çok hoş bir müzik eşliğinde gelen ‘havada dans etme’ sekansı ise usta sihirbaz David Copperfield’i bile kıskandıracak güzelliktedir.
İNTOLERABLE CRUELTY
Coen Kardeşler'in 2003 yılında çektikleri bu film, belki yönetmenlerin yönettiği en iyi filmlerinden biri değildir ancak onların çektiği her aykırı filmin içinde kendini hissettiren ‘film noir’, ‘entrika filmi’, dram ve tabii ‘romantik komedi’ türlerinin etkisinin en açık görüldüğü yapımlardan biri olarak nitelendirilebilir. Coenler senaryolarının temelini bir ‘aldatma’ ve ‘dalavere’ hikayesi üzerine kursa da, bütün olaylara ‘abartılı karakterler’ ve patlak veren sürprizler katarak filme inanılmaz bir dinamizm kazandırırlar. Filmin başkarakterlerini canlandıran George Clooney ile Catherine Zeta-Jones arasındaki kimya tam olarak tutmuştur ve bu ‘dürüst’ görünen tutkulu iki kişi arasındaki ilişki, absürde varabilecek tuzaklarla, en zalim şekilde aldatmacalarla ciddi anlamda sarsılır. Neredeyse drama kayabilecek bu senaryoyu Coenler ufak yönlendirmelerle eğlenceli ve renkli bir hale sokarlar. Karakterler film süresince bazen ‘bencil’, ‘çıkarcı’ hatta bazen ‘antipatik’ bir hale dönüşse de sonuç olarak onları severiz, anlarız en azından anlamaya çalışırız.
"İntolerable Cruelty", romantik komedilerin ‘naif’ tavırlarını kıran, insanların ‘kusursuz’ ve ‘ihtişamlı’ görüntülerinin altında yatan ‘çıkarcı’ yüzlerini ortaya çıkaran çarpıcı bir filmdir.
BROKEN FLOWERS
Büyük yönetmen Jim Jarmush, 2005 yılında başrolüne Bill Murray’ı koyduğu ‘kırık bir aşk hikayesi’ sunar. Hayatındaki monotonluktan bezmiş, bir aile kuramamış ve bütün bunlardan biraz sıkılmış olan Don Johnston, bir gün eski bir sevgilisinden bir çocuğu olduğuna dair bir mektup alır. Hangi eski sevgilisinden geldiği belli olmayan bu mektubun peşine düşen Don Johnston, hepsini teker teker ziyaret eder. Jarmush, her şeyi ‘boş vermiş’ gibi dururken birden kendini büyük bir sorumluluğun altında hisseden bu adamın, her biri ayrı birer hayat kurmuş kadınların yaşamına ‘bodoslama’ dalmasını eşsiz bir samimiyet ve gerçekçilikle anlatır. Eski sevgilerinin kendisini karşılamaları giderek kötüleşirken, Don Jonston da giderek kendini bu olaya daha da batmış bir halde bulur. Jarmush, adeta ‘romantik komedi’den beslenen ama çok daha derine inen, yeni bir ‘aşkı’ anlatma üslubu kurmaktadır. Jonston, ana karakter olduğu halde film boyunca çok aktif değildir, daha çok girdiği hayatları sarsan, biraz umursamaz ve duyarsız bir şekilde dolaşan bir büyük çocuk gibi ‘edilgen’ bir durumda görünür. Film süresince geçirdiği insani değişim, ‘doğru yolu bulma’ gibi değil ‘doğru yolu bulma zorunda olma’ gibi verilmiştir. Jarmush, "Broken Flowers"la ‘sorumluluk’ duygusunu çok az kişinin yapabildiği gibi sorgulayan ve yine romantik komedi filminin sınırlarını zorlayan bir ‘aşk filmi’ yapmıştır.