Roni Nasırkaya’dan Serhat öyküleri
Roni Nasırkaya’nın ilk kitabı 'Seccade', Sitav Yayınları tarafından yayımlanır. Yazar, on bir öykü içeren kitapta okurunu Serhat'ın Ağrı, Van ve Muş gibi bölgelerinde gezintiye çıkarıyor.
Rohat Alakom
Sitav Yayınları'ndan yayımlanan 'Seccade' isimli kitap, yazar Roni Nasırkaya’nın ilk eseridir. Yazarın biyografisinden anladığımız kadarıyla Nasırkaya, daha önce gazetecilik yapmış, sonrasında da Finlandiya’da dijital medya üzerine okumuş. Kitabın başlangıcında yazar, bu kitabı annesine, annesinin deyişiyle “bêmiraz” (muradına eremeyen) Feda ve Mücahit’e armağan etmiş. Kitap, Nuray Şen’in önsözüyle yayımlanmış.
'Seccade', on bir öykü içeriyor. Yazar okuyucularını acılı bir coğrafyada gezdiriyor, kederin ve hüznün, dert ve tasanın, baskı ve şiddetin kader olduğu bir coğrafya. Bu öykülerde bazı karakterler var ki kaderlerine boyun eğip kabullenmişlerdir. Bazıları da bu kadere başkaldırıp bu yolda acılar ve zorluklar çekmiş, canlarını feda etmişlerdir.
En dikkat çeken öykülerden biri “Hikaye Gibi Anlattım” öyküsüdür. Bu öyküde birçok öykü iç içe geçmiştir. Öykünün başlangıcında köyün çobanları, kimsesiz ve hiç konuşmayan bir çocuğu bulurlar. Sonradan çocuğun Zilan Katliamı'ndan sağ kurtulduğu anlaşılır, silahların ortalığı taradığı esnada annesinin cansız bedeni altında kalmıştır. Allah onu kurtarmıştır! Öldürülenlerin cesetleri Zilan Vadisi’ni doldurur, ‘’köpekler insan eti yemekten kudurmuşlardı”. Bu öykü Hesenevdal köylüsü, Zilan Vadisi'nin sakini Hacı Hüseyin’in ağzından anlatılır. O, uzun uzun Zilan Katliamı'ndan bahseder. En sonunda öykünün Hacı Hüseyin’in kendi öyküsü, o çocuğun da kendi olduğu ortaya çıkar. Yazar, katliamın iyice anlaşılması için edebi ve güzel bir öyküyü yaşlı adamın anlatımıyla biz okuyuculara sunuyor. Hacı Hüseyin sonra şöyle diyor: “Bu benim öyküm. İnsanlar gerçeklere inanmıyor, bu yüzden hikâye gibi anlattım.” Bu söz üzerine öykünün adı da ortaya çıkıyor: “Hikaye Gibi Anlattım”
Dikkat çeken bir başka öykü de "Nuh’un Susuzluğu"dur. Bu öyküde yazar bizi Ağrı çevresine götürüyor. Bir ailenin erkek bir çocuğu dünyaya geliyor. Hazreti Nuh’un adı, çocuğa veriliyor. Baba bu adı bilinçli olarak çocuğa veriyor: “Eğer bir gün dara düşersek belki o da Nuh peygamber gibi bizi kurtarıp, Ağrı Dağı'na çıkarır”. Tevrat’a göre Nuh’un Gemisi, Ağrı dağına oturur. Kuran’a göreyse bu gemi Cudi Dağı'ndadır. Bu yüzden Kürtler, Nuh peygamberin torunları olduklarına inanırlar. Bu aile üyeleri de Ağrı başkaldırısını hala belleklerinde tutup pek çok zorluk ve sıkıntıya göğüs germişlerdir. Yoksul ve kendi hallerinde bir ailedirler. Oğulları Nuh büyüyüp İnşaat Mühendisliği bölümünü kazanıp üniversiteye gider. Ailesi çok mutlu olur. Hayaller ve umutlar büyütürler. Çocuklarının okuması için var güçlerini harcarlar. Nuh, Zozan adında bir kızla tanışır. Aşık olurlar. Bir süre sonra Zozan, siyasete daha fazla vakit ayırır, Kürdistan özgürlüğü için eylemlere katılır. Zozan’ın büyük siyasi hayalleri vardır. Yavaş yavaş Nuh’tan uzaklaşır. Nuh’un arkadaşları da Nuh’a Serhat diye seslenirler. Bu isim babanın dikkatini çeker. Kaldıkları bölgenin adı da Serhat’tır. Zaman geçer, artık birbirlerine olan aşklarının yerini Kürdistan aşkı alır. İkisinin de artık bir karar vermesi gerekir, fakat Kürtçe bir kilamda söylendiği gibi zordur: “Lawko destê min berde/evînî bi kul û derd e” (Ey genç bırak elimi/ aşk dert ve kederdir). Nuh iflah olmaz bu gönüle karşı ne yapacağını bilemez, çok üzülür.
Kimsesiz ve günahsız Kürtlere yapılan zulüm, eziyet, işkence ve yapılan şiddet birkaç öyküye konu olur. Bunlardan birisi de "Seccade" öyküsüdür. Yazar bu ismi aynı zamanda kitap ismi olarak da seçmiştir. Yaşlı bir karı koca, Rojda isimli torunlarıyla beraber bir köyde yaşarlar. Bir gün tanımadıkları biri bu evin yaşlı erkeğine bir paket ve bir mektup vererek alelacele oradan uzaklaşır. Yaşlı adamın okuma ve yazması yoktur. Mektubu kimin yolladığını ve mektupta neyin yazılı olduğunu bilmez. Çok korkar, dağa giden kızı ve oğlu aklına gelir. Bir süre sonra askerler köye baskın yaparlar, bu yaşlı Kürdü alıp karakola götürüler. Ve daha sonra serbest bırakırlar, ardından yaşlı adam ölür. Gizlenmiş mektup evde bulunur. Mektubun dağa giden kızlarından geldiği ortaya çıkar.
"Maruzat" öyküsünde de Kürtlere yapılan zulümler devam etmektedir. Maruzat kelimesi Arapça’da istek anlamına gelmektedir. On üç kişi yakalanıp Muş cezaevine yollanırlar. Bu kişilerin çoğu sofu, imam veya şeyh olarak adlandırılan kişilerdir. Bunlar karakola götürüldüklerinde köylüler de onları kurtarma ümidiyle şehrin yolunu tutarlar. Köylülerini kurtarabilmek için çaycı ve mübaşire çokça para yedirirler. Fakat sonradan çaycı ve mübaşir tarafından kandırıldıkları ortaya çıkar. Mahkeme on üç kişiyi hapis cezasına çarptırır. Zindanda moralleri bozulur, birbirleriyle didişip kavga ederler. Bazen gardiyanlar aracılığıyla isteklerini cezaevi yetkililerine iletmeye kalkışırlar. Fakat her seferinde gardiyanlardan aldıkları yanıtlardan kaynaklı bu isteklerini ertelerler. Bu girişimlerinden dolayı yazar öykünün adını "Maruzat" koymuştur. Bu öyküde bazen trajikomik olaylara da rastlıyoruz. Serbest bırakıldıklarına dair karar çıktığında ise çocuk gibi sevinirler. Zindanda birbiriyle küs olan Sofi İbo ve Hacı Mıho serbest bırakıldıklarında “neredeyse birbirlerinin kaburgalarını kıracak kadar sıkıca birbirlerine sarılırlar”. Bilindiği gibi Kürtlerin yaşamlarının yarısı çeşitli sebeplerle adliye salonlarında geçer. Türkçe bilmediklerinde veya çok az bildiklerinden adliyeden korktukları kadar ölümden korkmazlar. "Adliye" öyküsünde de yine zavallı köylüleri daha fazla soymak için bir sistem kurulur. Mahkeme mübaşirleri de cezaevi gardiyanları kadar büyük bir güce sahip olurlar.
"Hikaye Gibi Anlattım" ve "Nuh’un Susuzluğu" öykülerinin tarihi öyküler oldukları söylenebilir. Serhat’ın tarihini ve coğrafyasını içerirler. Olaylar Ağrı ve Van’da geçiyor. "Maruzat" öyküsünde geçen olaylar da Muş’ta gelişiyor. Bu yüzden tanıtım yazıma Serhat Öyküleri adını verdim. Yazarın Serhatlı olmasının da muhakkaki bu adlandırmamda rolü vardır. Bizi Ağrı, Van ve Muş’a götüren ortak konulardan biri de şüphesiz bu öykülerde karşımıza çıkan kar ve kış ayları temasıdır.
"Hüsna" öyküsünde on üç yaşındaki bir kız çocuğunun dedesi yaşındaki Hacı Dede'yle evlendirilmesi anlatılır. "Ağlayan Kilim" öyküsünde de Sultan adındaki bir kadın, on beş yaşında kumaya gider. Bu zoraki evlilikler kadınlara hayatı zindan eder. Onlar bu geleneği töre olarak görüp kaderlerine teslim olurlar. Bu iki öyküyle yazar, zulüm içinde yaşayan bir kısım Kürt kadınlarına dikkatimizi çeker.
En eğlenceli öykü muhakkak ki "Ehliyet"tir. Araçların yeni yeni köylere girmeğe başladığı bir dönemde Kute isimli bir köylünün bir dolmuşu vardır. Köylüler bundan dolayı ona saygı duyarlar. Havalı duruşu birçok kimsenin dikkatini çeker. Köyde bir tek onun ehliyeti vardır, bu da ünlenmesini sağlar. Bir ailenin bir kız çocuğu olur, ona Ehliyet adını verirler. Fakat köyde herkes onu Ehliyeto diye çağırdığından ismi öyle kalır. "Malhazır" öyküsünde ise olaylar Zo isimli bir köyde geçer. Bu öyküde de Ferguson markalı traktörleriyle tanınan bir aile vardır. Bir gün traktör devrilir ve Mihemed ölür. Eşi, küçük kardeş olan Rizgo'yla evlendirilir. Traktör ve abisinin eşi Rizgo'ya kalır. Bu yüzden de köylüler ona Malhazır lakabını takarlar. Bu isim aynı zamanda öykünün de adı olur. Yazar "Ehliyet" ve "Malhazır" öykülerinde eğlenceli ve mizahi bir dil kullanır, okuyucuları eski zamanlarda gezindirir.
"Soğuk yoksulluk" öyküsünde bir baba oğlunu yakın bir köye, ona elbise almak için götürür. Çocuk büyük bir heyecanla bu yolculuktan bahseder. Fakat babasının parası kıyafetleri almaya yetmez. Artık kış aylarının karı da erimeye başlamıştır. Yolda çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. Birkaç öyküde daha Sibirya soğuklarına benzer soğuklara rastlıyoruz.
Yazar "Yalnızlık" adlı öyküsünde bu sefer yönünü Avrupa’daki bir ülkeye kuzeyin bir şehrine döner, bu isimsiz ülkeye göç etmiş bir Kürt'ten bahseder. Bu Kürdün adı Hasan’dır. Ülkenin dilini öğrendikten sonra sinema okumuştur. Fotoğraf ve edebiyata ilgilidir. Bir zaman sonra kendisini çok yalnız hisseder, düşünür ve bir gezi için Paris’e gitmeye karar verir. Orada pek çok tarihi yer gezer. Arya isimli bir kadına denk gelir, Arya'nın babası Kırmanşahlı bir Kürt, annesi ise Tahranlı'dır. Bir süre sonra aralarında bir kaynaşma olur, arkadaş olurlar. Beraber planlar yaparlar, hatta Van ve Kırmanşah’a gezmeye gitmeyi bile konuşurlar. İnsan bunların hepsini okuduktan ve Vanlı olan yazarımızın yaşamını da göz önünde bulundurduktan sonra bu öykünün bir otobiyografi çalışması olduğuna kanaat getiriyor. O, kendi yaşamına ait bazı şeyleri de bu öyküye katmış. Her ne kadar bu öyküdeki olaylar Kuzey Avrupa ve Paris’te geçse de romanın kahramanı Hasan, Arya'yla beraber Van’a kadar gitmeyi, bir Kuzey Kürdistan gezisine çıkmayı düşünüyor. Bu sebeple bu öyküyü de bir Serhat öyküsü olarak ele almak ya da Serhat'la ilişkilendirmek mümkün.
Roni Nasırkaya’nın tüm öyküleri birbirinden güzel. Bizi Serhat'ın Ağrı, Van ve Muş gibi bölgelerinde gezintiye çıkarıyor. Yazarın kişi ve yerler hakkındaki mükemmel betimlemeleri, anlatım şekilleri örneğin dün ve bugün arasındaki gidiş-gelişler öykülerin okunmasını keyifli bir hale getiriyor.