Ruhunda şiir gezdiren bir roman
Deniz Gezgin'in 'Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar' romanı Can Yayınları tarafından yayımlandı.
'Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar', ruhunda şiir gezdiren bir roman. Ruhunda diyorum, çünkü doğrudan şiirsel dille yazılmış bir roman değil bu. "Şiir anlatmaz çağrıştırır" sözünün alanını genişleten (ki büyülü gerçekçilik ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış metinlerden alışkınız bu çağrışıma) bir dil ustalığının romanda vücut bulmuş hali.
Kitabı elimize aldığımız anda, büyük bir hızla Gelişigüzeller’in yaşadığı distopik bir ortamda buluyoruz kendimizi. Çok geçmeden tanışıyoruz Luçe’yle ve Kara’yla. Luçe, derisinde süt yollarını andıran bir bezemeyle dünyaya gelmiş bir kız. Korktuğunda ya da heyecanlandığında, volkanınkiyle aynı mavilikte bir ışıma beliriyor teninde.
Mavi mavi ışıyan volkan, gerçekten bir volkan da olabilir, bir gerçeğin metaforu da. Çünkü volkandan sağ kurtulanlar yaşıyor orada. Ölenlerin ölmeden önceki, sağ kalanların ise zaten baştan beri yurdu olan bir yer burası. Yoğun bir gidememe duygusunu, daha doğrusu kalakalma halini de içeriyor bu durum. Belki de, gidecek yer olmamasından kaynaklanıyordur bu, kim bilir. Volkanda, işçiler, dünyanın donup kuruyan gözyaşlarını tutundukları yerden kazıyarak topluyor, kilo karşılığı satıyor ve böylece hayatta kalıyorlar. Yerden kazıyarak toplanan şey, gözyaşı; kurumuş gözyaşı. Ve gözyaşı, sağ kalanların hayatlarını devam ettirebilmesini sağlayan yegane şey aynı zamanda.
Deniz Gezgin, romanın daha ilk sayfalarından itibaren bizi masalsı bir kara anlatının içine çekiyor. Bizim de yüreğimiz burkuluyor ama gidemiyoruz; kitabı, bitirene kadar bırakamıyoruz elimizden. Hem merak devam ediyor kesintisiz biçimde hem de dil nakış gibi işlenmiş haliyle büyülü bir diyarda gezinmemizi sağlıyor. Hani şiir okurken çok sevdiğimiz dizelerin altını çizeriz ya, romanda, neredeyse her cümlenin altını çizme isteği duymak kolay kolay başımıza gelen bir şey değildir. Olay örgüsü, kurgu çerçevesinde gelişmiyor, anlatım dilinin büyüsü bizim hikâyenin akışını ve olay örgüsünü kavramamızı sağlıyor. Okumuyoruz da sürükleniyor sanki!
KİM KİMİN ÜSTÜNÜ ÖRTECEK ŞİMDİ?
Kara, gidilmeyen, sorulmayan bir yerde (yanıp gitmiş bir ormanın kül boşluğunda) bulunan, çıkışı olmayan Yuva’da tutulan bir çocuk. Burada olduğu için korkuyor mu peki? Ben, onca ele avuca sığmaz, onca başıbozuk bir çocuk olmasına rağmen Kara’nın içten içe korktuğu kanısındayım. Büyük ihtimalle, diğer çocuklar korkmuyordur. Çünkü "korkuyu yenmek ancak onu unutmakla mümkündü," cümlesini okuyoruz Yuva’dan söz edilir edilmez. Kara hiç de korkuyor gibi davranmıyor ama bulduğu ilk oyuktan dışarı çıkmaya çalışacak kadar gözü pek ve meraklı. Dışarıdaki dünyayı merak ediyor; dışarıdaki dünya hakkında hiçbir fikri olmadığı halde. Ve oyuktan dışarı çıkıyor, gerçekte ya da düşünde. Ne fark eder ki? Kara, ömrü boyunca burada, hep kül olan bu yerde kalacağı korkusunu yenebilseydi, korkuyu unuturdu belki, gitmeye yeltenmezdi.
Zaten, diğer çocuklarla birlikte etrafı dolaşmaya kalktıklarında, yönlerini kaybetme kaygısına kapılan çocuklara, "sadece dolaşacağız," demişti Kara. "Yöne ihtiyacımız yok ki!" Romanın ilerleyen bölümlerinde de, benzer bir düşünceye kapıldığını, yolunu kaybetme korkusunu, tedirginliğini yaşamadığını görüyoruz Kara’nın. "Dönülecek bir ev yok ki yolu kaybetmiş olsun." Ve kendi kendine fısıldıyor Kara: "İşte dünya!"
Ama nasıl bir dünya? Bir zamanlar büyük fırtınalar geçiren, ses taşıyan koridorlara sahip, varlıkları canlı cansız diye ayırmayan rüzgarın olduğu bir dünya. Ölüm, olmayacak şeyleri uyandıran, yağmur gibi, şimşek gibi bir şey o dünyada. Kuyruklar yıldızlar kemikler, ışıklar sular volkanlar, her şey kendi boşluğunda sonsuz hareketli. Kara özgürlüğüne doğru kaçan, Luçe zaten orada, Kara’nın ulaştığı yerde olan biri. İşte ikisi, bu dünyadalar.
O çocuklar, ışık saçan o meyveler, yosun tutmuş kayalar, yere değen takımyıldızları ve yerden kurumuş gözyaşı toplayan o işçiler… Ve altını çizdiğim onlarca, yüzlerce cümleden biri daha: Kim kimin üstünü örtecek şimdi?
Romandaki figüratif dil bizi hem masala hem büyülü bir anlatıma hem de şiirin metaforlarla işlenmiş dünyasına taşıyor. Nietzsche geliyor birden aklıma. Gerçekliği metaforik bir düzlemde tecrübe ettiğimizi, ne biliyorsak metaforik olarak bildiğimizi söyleyen Nietzsche. O yüzden 'Gözler Kanatlar Çiçekler Kuyruklar'da okuduğumuz her şeyi hemen anlıyoruz, hemen biliyoruz, hemen hissediyoruz. Belki de bu, anlatılan her şeyin, aslında bilişsel bilinçdışımızın bir parçası olmasından kaynaklanıyor. Yani, Kara’nın “İşte dünya!” dediği şeye hiç yabancı değiliz, çünkü o, içimizdeki dünya.
Belki de hepimiz, bu dünyanın "tüyü bitmemiş birer fosil"iyiz aslında.