Saadat Hasan Manto’nun 'Deliler Gemisi'
Saadat Hasan Manto’nun, öykülerinden derlenen 'Toba Tek Singh' adlı metni, Metis Yayınları tarafından, Arzu Çiftsüren çevirisiyle basıldı.
Bir ülkenin edebiyatıyla ilk kez karşılaşma, başka bir ülkeden yazarı ilk kez okuma metinle kurduğumuz ilişkiye nasıl yansıyor? Saadat Hasan Manto’nun, 'Toba Tek Singh' kitabındaki öyküleri okurken, aklıma geldi bu soru.
Bir ülkenin edebiyatına ilk kez temas ediyorsanız başta bir yabancılık hissetmeniz doğal kabul edilebilir sanırım. Çünkü her ne kadar metni kendi dilinizde okuyor olsanız bile orada başka bir kültürle, aşina olmadığınız adlandırmalarla karşılaşmanız muhtemel. Ancak şöyle bir durum oluşuyor; metin ilerledikçe, başta yabancı olan tanıdık hale gelmeye başlıyor. Metin aracılığıyla bir dünyanın içine giriyorsunuz ve artık orada yaşamaya başlıyorsunuz. Zihniniz sizi oraya taşıyor, size orada bir yer veriyor ve yabancılık, yerini aşinalığa bırakıyor.
Elbette kurmaca metin bir temsil okur olarak katıldığımız bu yeni yer, başka ülke veya grup metne yazarın biçimiyle, üslubuyla, yaşama bakışıyla, göstermeye çalıştığıyla yansıyor. Burada karşılıklı bir ilişki devreye giriyor. Okur da zihnini işe koşuyor, yabancılığı aşmanın yolu hayal gücüyle bulunuyor, temsil edilenin baştaki yabancılığını kırmak için karakterleri, mekanı, olayları daha önceki bilgileriyle yorumluyor. Böylece metin, içine girilebilecek bir yer halini alıyor.
Sonuçta okurun zihni boş bir sayfa değil, önceden yerleşmiş çağrışımlar bir yerde karşılaştığı isim, metin aracılığıyla gidilen ülkeye dair ufak da olsa bir fikir, metnin içine adım atarken işe koşuluyor.
Ayrıca kurmaca ile kurulan böylesi bir ilişki bana kalırsa hem uzak hem yakın olabilen, metin içinde işlenen konuya göre değişen bir yan taşıyor. Sanırım bu yakınlık ve uzaklığın belirleniminde evrensel ile yerelin bir arada işlediği anlar önemli hale geliyor. Mesela, yoksulluk gibi evrensel bir sorun metinde yer ettiğinde okurun zihni ona yakınlaşıyor ama içine girilen kültüre özgü bir ritüelden bahsedildiğinde uzaklık ortaya çıkabiliyor.
Metinleriyle ilk kez karşılaştığım, Saadat Hasan Manto’nun 'Toba Tek Singh' adlı kitabındaki öyküleri okurken baştaki soruyu, ilk kez okuduğumuz bir yazarın ve onun ülkesinin edebiyatıyla kurduğumuz ilişkinin nasıl oluştuğunu, kendi okumam üzerinden böyle yorumladım. Elbette bu kişiden kişiye değişebilir. Manto’nun kitabı, işlediği konular bakımından yukarıda bahsettiğim "yakınlık" ilişkisini kurmamızı sağlayabilecek unsurlar içerse de genel olarak Pakistan ve Hindistan coğrafyasından mekanların kullanıldığı öykülerden oluşuyor; ilk kez karşılaştığınız yer ve kişi isimleri, bazen "uzak" hissettirebiliyor. Bahsettiğimiz gibi, kurmacadan bir yeri, bir bölgeyi, oranın kültürünü tamamen tanımamız mümkün değil sonuçta bir etnografik metin okumuyoruz ama metin ilerledikçe o bahsettiğim aşinalığın oluştuğunu gözlemleyebiliyoruz.
Manto bu kitabında yer verilen öykülerinde, daha çok kentlerin arka sokaklarında dolaşıyor. Onun karakterleri bir çeşit "deliler gemisi" sakinleri olarak yorumlanabilir çünkü öykülerinde genellikle toplumca dışlanmış olabilecekleri konu ediyor. Deliler, fahişeler, yoksullar onun karakterlerinin çoğunluğunu oluşturuyor; onların gündelik yaşamları, hayatta kalma çabaları, kendilerince buldukları yaşam stratejileri metinde konu olarak öne çıkıyor. Ayrıca, 'Titwal’in Köpeği', 'Gösteri' gibi savaşın konu edildiği metinler de var. Bunun yanı sıra kitapta, Pakistan ve Hindistan’ın bölünme süreci, burada yaşayan farklı dini ve etnik gruplar (Hindu-Sih-Müslüman) arasında süren çatışmalar ve İngiliz sömürgeciliğinin yansıması olan "beyaz adam"ın varlığının yarattığı öfke ve gerilim (Yeni Kanun öyküsünde olduğu gibi) yazarın anlatısında karşımıza çıkıyor.
BÖLÜNME
Manto’nun onu dünyaya tanıtan öyküsü 'Toba Tek Singh' ile başlayalım. Bu öykü, bir akıl hastanesinde geçiyor. Pakistan ve Hindistan’ın bölünmesinden bir süre sonra mahkumlar gibi "akıl hastaları"nın da mübadelesinin yapılması kararı alınıyor. Haber yayılınca hastane sakinleri değişik tepkiler veriyor; biri çırılçıplak soyunuyor, biri "Çok yaşa Pakistan" diye nara atıyor, sevdası yüzünden delirmiş olan bir diğeri bölünmeden sonra kendisi Pakistanlı, sevdiği Hindistanlı olacağı için küfürler savuruyor. Hindistanlı mı Pakistanlı mı olduğunu düşünmekten ne yapacağını şaşıran "delilerden" biri de ikaz edilmesine rağmen bir ağacın tepesine çıkıp, "Ben ne Pakistan’da yaşamak istiyorum ne Hindistan’da… İşte tam bu ağacın üstünde yaşamak istiyorum" diyor.
Kuşkusuz buradaki "bölünme", bir coğrafyanın bölünmesinden başka anlamlara geliyor. Bu durum, insanın bir yerli olmasından gelen aidiyet hissinin kaybolmasının yarattığı varoluşsal bir boşluk açığa çıkarıyor çünkü insan yaşamında bazen anlamını kaybettiği zamanlar olsa bile nerelisin sorusuna verilen yanıt, onun varlığının belirleyici yanlarından birini oluşturuyor. Manto’nun öykülerinde bu bölünmenin yarattığı sorunların açık edildiğini görüyoruz, bir yerli olmanın belirsizleşmesinin getirdiği hissi, metnin başka öykülerinde de yer yer sezebiliyoruz.
Bu öykünün karakterlerinden, Beşen Sing (Toba Tek Singh), akıl hastanesine geldiği günden beri hiç uyumamış hatta dinlenmek için uzandığı bile görülmemiş bir karakter. Beşen Sing mübadele konusu açılınca belli bir dilde karşılığı olmayan anlamsız cümleler kuruyor. O artık dilinin de ne olduğunu bilmediği için belki yeni bir dil icat etmiş, dilsiz bırakılmanın sıkıntısını böyle aşmış. Onun hikayesini bunlar dışında anlamlı kılan şey ise mübadele günü gelip çattığında yaşanıyor, onu Hindistan’a dahil etmek istediklerinde direniyor sonrası şöyle anlatılıyor:
"Zararsız bir adam olduğu için daha fazla zorlamadılar. Orada öylece dikilmesine izin verip diğerlerinin işlemlerine geçtiler. Güneş doğmadan önce, o zamana kadar sessiz sakin durmakta olan Beşen Sing’ten göğü delercesine bir haykırış duyuldu. Çevredeki yetkililer koşarak yanına geldiğinde on beş yıldır gece gündüz hiç uyumadan ayakta duran adamın yerde yüzükoyun yattığını gördüler. O taraftaki dikenli telin ardı Hindistan’dı, bu taraftaki dikenli telin ardı Pakistan… İkisinin ortasında, herhangi bir adı olmayan bu yerde ise Toba Tek Singh uzanıyordu."
Toba Tek Singh, karakterin köyünün de ismi. Mübadele söylentisi yayılmaya başladığında onun kendi icat ettiği anlamsız dilinin dışında kurduğu cümle "Toba Tek Singh nerede?" sorusu çünkü köyünün Hindistan’da mı yoksa Pakistan’da mı kaldığı belirsiz.
Bana kalırsa onun sınırda yatışının simgelediği şey de yersiz kalmış bir insanın durumunu imliyor çünkü sınır nereli olduğu sorusunun cevabını kaybettiği, aidiyet hissinin dikenli tellerle belirsizleştirildiği yer. Toba Tek Singh de öykünün diğer karakterleri gibi artık kim olduğunu bilmediği zamanda çünkü bir yerli olmanın getirdiği aidiyetin belirsizliği benlik bölünmesi anlamına da geliyor, onun varlığını belirleyen şeyi elinden alıyor o da Hindistan gibi parçalanıyor ve onun hikayesi öyküdeki diğer karakterlerin yaşamlarının da ifadesine dönüşüyor.
HAYATTA KALMANIN YOLU
Başta da bahsettiğimiz gibi Manto’nun karakterleri zor şartlar altında hayatta kalmanın yolunu bir şekilde bulmuş karakterler. Yazarın anlatısında sevdiğim yanlardan biri, bu karakterleri acınacak, merhamet gösterilecek toplumsal gözetimin veya ahlaki yargıların hedefine koyacak kişiler olarak temsil etmemesi. Ülkedeki bölünme, yer yer süren iç savaş, yoksulluk hepsi metne yansıyor, anlatılan yaşamlar zorlu bunu hissediyorsunuz ama onun karakterleri, hayatın bir yerinden tutmayı başarıyor ve Manto, bu yaşamları ironik bir üslupla anlatıyor.
'Hakaret' öyküsünde Sugandhi ile karşılaşıyoruz, o fahişelik yaparak yaşamını kazanıyor. Kendince stratejileri var mesela, karanlıktan korkan bir müşterisinin bu zaafını bildiği için bütün gece ışığı bir yakıp bir söndürerek gerektiğinde işini eğlenceli hale getirmeyi biliyor. Günün birinde Mahdu adlı biriyle tanışıyor, Mahdu ona yaptığı iş hakkında ahlakçı bir söylem çekip işini bırakmasını, ona aylık kirasını göndereceğini söylüyor ancak ne o kirayı gönderiyor ne de Sugandhi işini bırakıyor. Bu böylece sürüp gidiyor, bir gün pezevengi Ram Lal onu zengin biriyle tanıştırmak için çağırdığında, arabada oturan zengin kişi Sugandhi’ye "ıyy" diyerek, çekip gidiyor. "Aşk kapasitesi büyük olan" bu güzel yürekli kadın, zengin erkeğin kendine "ıyy" demesinin nedenlerini sorguluyor, eve döndüğünde Mahdu’nun onu beklediğini görüyor, âşık olduğu erkeklerin fotoğraflarının bulunduğu duvara yaklaşıp hepsini tek tek pencereden atıp parçalıyor, hiçbir zaman kira parası göndermeyip ondan bir de borç istemeye kalkan Mahdu ile işini bitiriyor. Sugandhi ona edilen hakaretle daha da özgürleşiyor, kalbi aşka açık güzel bir kadın o, kirasını kazanabilecek bir işi var, köpeğiyle mutlu.
Manto’nun başkarakterleri genel olarak Sugandhi gibi yokluk içinde yaşıyorlar ama kendileri gibi olmaktan çekinmiyorlar, hayatta kalmanın yolunu kendi usullerince bulup genellikle özgürlüğü seçiyorlar. Bu durumu 'Muzeil' adlı öyküsünde de görebiliyoruz, bu öykünün karakteri, iç çamaşırı giymeyen, özgürlüğünü evliliğe teslim etmeyen Muzeil adlı Yahudi bir kadın. Yine fahişelik yaparak geçinen 'Siyah Şalvar'ın karakteri Sultana da benzer özellikler gösteriyor, onlar toplumsal kodların ahlakçı bakışını delip geçen karakterler… Manto’nun anlatısında onlar zor hayatların çileli kadınları olarak değil, kalpleri aşka ve arzuya açık, her şeye rağmen yaşamdan zevk almayı bırakmayan, özgürlüklerine düşkün temsiller olarak karşımıza çıkıyorlar ki yazarın yaşadığı zamanı düşününce bu durum onun yazısını başka bir yere taşıyor.
DELİ KİM?
Manto’nun öykülerinde sorguladığı bir şey de kimin "akıl dışı" olup olmadığının nasıl belirlendiği… Başta bahsettiğimiz gibi onun öykü karakterlerinin çoğu "deliler gemisi"nden yani toplumsal gözün, ahlaki bakış açılarının, iktidarların "akıl dışı" bir yere yerleştirip, ötekileştirip, yaşamın dışına atabileceği türden kişiler. "Devrimci" adlı öyküsünde yazar, karakterinin "delirme" sürecinden bahsederken onun bu sıfatla anılmasına sebep olan yanlarına dikkat çekiyor. Öykünün karakteri Selim, babasının ölümünden sonra değişiyor, düşüncelere dalıyor. Gittikçe hayattan çekilip çokça okuyan birine dönüşüyor, çarşıda-pazarda yüksek sesle konuşup, zengin çocuklarının ipekten elbiselerini alıp çıplak çocuklara giydiriyor, yaşadığı yerdeki mobilyaların yerlerini sürekli değiştirerek kendi devrimini yapıyor.
Öykünün anlatıcısına, "Belki de ben Selim değilimdir" dediğinde, kendisiyle ilk kez karşılaşıyor, o olmaktan çıkıyor, ona artık "deli" diyorlar, sebebini kendi cümleleri söylesin:
"Onlara yoksulların çıplak çocuklarını gösterip bu artan fakirliğin çaresi nedir diye soruyorum. Hiçbir cevap bulamadıkları için deli olduğumu düşünüyorlar… Ah! Keşke bu karanlık çağda aydınlığın meşalesi nasıl elde edilir bilseydim. Binlerce yoksul çocuğun karanlık geleceği nasıl aydınlatılır bilseydim."
Selim bu ve buna benzer pek çok soru soruyor ve tımarhaneye kapatılıyor. Manto da bu öyküsüyle kimin "akıl dışı" bir konuma yerleştirildiğini, kimin toplumca tehlikeli ve kapatılması gereken olarak görüldüğünü bir kere daha düşündürürken öyküsüne verdiği isimle, bana kalırsa deliliği devrimci bir yere de yerleştiriyor.
Saadat Hasan Manto’nun, öykülerinden derlenen 'Toba Tek Singh' adlı metni, Metis Yayınları tarafından, Arzu Çiftsüren çevirisiyle basıldı. Manto, ülkesinin her anlamda bölünmüş halklarının hikayesini, yaşadığı bölgenin verili kodlarını aşındırarak anlatan bir yazar. Yazıda bahsedebildiğimiz karakterlerinden de anlaşılacağı gibi, o genellikle toplumca dışlanabileceklerden yarattığı başkarakterleriyle yazmış hikayelerini, onlara yaşadığı zamanın sıkıntıları içinde bir varlık alanı sağlamış. Öyküleriyle tanınsa da radyo oyunları, senaryoları da bulunuyor pek çok açıdan tanıştığıma sevindiğim bir yazar oldu.
Kitabın sonunda yer alan 'Aziz Manto' yazısında Ali Çakmak, yazarın bu temsil biçiminden şöyle söz ediyor: "Hint Kültüründe merkezine fahişeleri alan ve onları özgürlük, merhamet ve şevkatle ilişkilendiren hikayeler (“Khali Şalvar” Siyah Şalvar, “Hatak” Hakaret, “Bobu Gobi Nath”) yazmak dönemin pek çok ilerici yazarına da şaşırtıcı gelmiştir." Bu cümleleri düşününce, Manto’nun yaşadığı zamanın bakış açılarını sorgulayan, döneminin yazarlarından işlediği konular bakımından ayrılan bir yanı olduğunu da seziyoruz, bu arada yazarın müstehcenlik suçlamasıyla hem Hindistan’da hem de Pakistan’da yargılandığını eklemeliyiz.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI