Saadet Özen: Kadınlar olarak bilinçsiz olmak gibi bir şansımız yok
"Doğal çevrelerinde ne baskınsa insanlar işlerine de onu yansıtıyorlar. Ve bir yerden sonra da insan etrafına âdil gözle bakamadığının da farkına varamıyor. Bizim kadınlar olarak böyle bilinçsiz olmak gibi bir şansımız yok. Biz bilinçli olmak zorundayız."
1967 yılında yazılmış bir oyunun, Melih Cevdet Anday’ın “Mikado’nun Çöpleri” adlı oyununun Amazon’un listesinde bir (1) numaraya yerleştiğini biliyor muydunuz? Bu ufak çaplı edebî keşif mucizesi, Everest Yayınları ekibinin, Genel Yayın Yönetmeni Saadet Özen önderliğinde aylar süren çabasının çok umut verici sonuçlarından biri.
Saadet Özen’le yayınevine dair gelişmelerden toplumsal cinsiyete, edebî çeşitliliğe, ödül mekanizmalarına ve yayıncılığın geleceğine uzanan güzel bir yeni yıl sohbeti yaptık.
Sevgili Saadet, sen benim tanışmadan önce de takip edip çok sevdiğim biriydin. Çevirmen, editör, arkeolog, tarihçi, arşivci olarak çok yönlü donanımını, birikimini paylaşarak çoğaltma biçiminle, hayata bakışınla ve karakterinle… Bu nedenle merak ve hatta kaygı uyandıran bir boşluk döneminden sonra, Everest’in genel yayın yönetmenliğine gelmen mutlu etmişti. Çeşitli alanlardaki uğraşlarınla çoğu kişi tanıyordur ama sen de biraz kendinden bahseder misin, yayınevi sürecinden önce neler yaptın?
Öncelikle duygular karşılıklı. Ben de sıkı sempatizanındım! Bunu da sık sık belli ettiğimi düşünüyorum. Herhalde hayata bakış, duyuştaki bazı ortaklıklardan kaynaklanıyor, güzel bir şey… Ben neler yaptım ettim daha önce… E bir sürü iş yaptım hayatım boyunca. Yani turizmle uğraştım mesela. İşte rehber kokartım var hâlâ, onu da özenle koruyorum. Filmlerle uğraştım, belgesel sinemayla. Hâlâ da uğraşıyorum. Çevirmenlik var tabii. Payel Yayınları’nda başlamıştı, Can Yayınları’yla devam etti. Can’dan ayrılalı çok uzun zaman oldu gerçi, uzun zamandır hiçbir yayınevinin içinde değildim. Hayatta en yapmadığım şey, bir işyerinde 9-6 mesaisiydi. Can Yayınları’nda kısa bir süre denemiştim, ki Erdal Bey o zaman sağdı ve çok severdim onu. O beni biraz anladığı için şöyle anlaşmıştık: “Sabah dokuzda gelme. Kaçta istiyorsan gel… Ama işlerini bitir” tarzında. Ama yine de bir sene sürebilmişti. Yani en hayal etmediğim şey böyle bir ofis işi yapmaktı. Birden yerleşik hayata geçmiş gibi oldum ama memnunum da. Çünkü bu yerleşikliğin içinde heyecan ve hareket hiç eksik değil. Bir de yepyeni bir ekip var. İçinde çok genç arkadaşlarımız da var, heyecan hep çok yüksek. O da insanı çok ayakta tutuyor. Beni diriltti aslında. Öyle söyleyeyim.
'KADINLAR OLARAK BİLİNÇSİZ OLMAK GİBİ BİR ŞANSIMIZ YOK…'
Bir de hemen hemen bütün kültür sanat alanları yöneticilik düzeyinde, büyük ölçüde erkeklere teslimken bu göreve gelmen ayrıca da mutluluk vericiydi bence… Medyadan edebiyata, yöneticilik pozisyonlarından ödül mekanizmalarına hâlâ her yerde çok baskın olan bu özellikle belli yaş üstü erkek egemenliği hakkında ne düşünüyorsun? Bunun etkileriyle karşılaşıyor musun?
Mutlaka bir fark oluyor, şöyle bir fark: Bu ille bilinçli bir tutumdan kaynaklanmayabilir. Doğal çevrelerimiz farklı oluyor. Mesela erkek genel yayın yönetmenlerinin çevresi de genellikle erkek yazarlarla dolu olabiliyor, tanışıklıklar vs... Yani “torpil yapmak” gibi bire bir düzeyde anlaşılmasın ille. Ama doğal çevrelerinde ne baskınsa insanlar işlerine de onu yansıtıyorlar. Ya da işte ellerindeki imkânların kullandırılması bâbında, seçenekler arasında ne ağırlıklıysa, onun şansı daha fazla oluyor ister istemez. Ve bir yerden sonra da insan etrafına âdil gözle bakamadığının da farkına varamıyor.
Bizim kadınlar olarak böyle bilinçsiz olmak gibi bir şansımız yok. Biz bilinçli olmak zorundayız yani. On sekiz yaşındaydım ben evden çıktığımda, dünyaya açılıp bir şeyler yapmaya başladığımda. Yayıncılıkta böyle her yerde eninde sonunda karşına bir duvar çıkıyor. Çok içselleştirdiğimiz bazı davranışların gençken aslında tacize, ya da ne bileyim engellemeye denk düşebildiğini daha yeni yeni anlıyoruz, bütün o kendimizi bilinçlendirme çabamıza rağmen.
Everest'in yayın kataloğunu ben çok seviyordum, öyle de geldim buraya. Ama şuna baktığımızda, mesela çok önemsediğim “Açık Hava” serisini yaparken tabii yazarlarımızın temsil edilmesini önemsedik ve şunu fark ettik: Çok az kadın yazar var burada, özellikle klasiklerde. Bu bilinçli yapılmış bir şey değil. Ama kadınları dahil etmek için gerçekten bilinç gerekiyor. Çünkü azınlıktalar. Özellikle eskide… Mesela biz şimdi bir proje başlattık bir üniversiteyle. O çok mutlu olduğum bir şey. Christine de Pizan diye bir kadın yazar var. Ta 15. yüzyılda profesyonel yazarlıkla hayatını kazanan ilk kadın ve “Kadınlar Kenti” diye bir kitap yazıyor. Şimdi biz onun çevirisini üniversitedeki öğrencilerle yapıyoruz. Dikkatimi niye çekti bu? Bir kadın tarafından yazılmış olmasının yanı sıra, başında şöyle bir ifade var, hatırladığım kadarıyla aktarayım: “Bütün erkek yazarlar diyorlar ki kadınlar şeytandır. Kadının doğasında şeytanlık vardır. Ama ben etrafıma baktığımda kadınların böyle olmadığını görüyorum. İşte bunun için bu kitabı yazma ihtiyacı hissettim,” diyor, o çağda bunu söylüyor. E biz de hâlâ bununla uğraşıyoruz. Hele yazın alanında kadınlar zaten çok yetenekli. Sadece bahsettiğim “doğal çevre” meselesi, işte herkesi dahil edebilmek üzerine daha çok düşünmek lazım… Daha kolay başvurabilmeleri, nereye başvuracaklarını bilmeleri lazım. Desteklenmeleri, eşit ve âdil muamele görmeleri lazım. Böyle olunca doğrudan dahil oluyorlar zaten.
'ÖDÜL JÜRİLERİ TÜRKİYE'DE ÜZERİNDE TEKRAR TEKRAR DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN YAPILAR'
Çok güzel bir noktadan bahsettin. Edebî algı büyük oranda “büyük erkek yazar” imgesi etrafında konumlandırıldığı için öncelikle bu haleyi dağıtmak ve kadınlara daha çok alan açmak lazım. Bir kadının yazmaya karar vermesi, verdikten sonra buna zaman ve olanak bulabilmesi… Görece ayrıcalıklı, eğitime önem veren bir çevreden çıktığında bile bir erkeğe oranla bu konuda yüreklendirilmesi, “ben varım” demesi… Ondan sonra yayın, dağıtım, ödül vesaire bütün bu süreçlerde kadın yazarların aslında çok da önde olmadığını görüyoruz ve bu başka bir bakış açısı gerektiriyor. Var olan kalıpları, “burada bir terslik var” diye sorgulayan bir bakış açısı… Sen de tam bunu ifade ettin zaten. Bunun daha pratik yansımaları açısından eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Bu konuda irili ufaklı çabalarımız var ve inanıyorum ki bir yere varacak mutlaka. Mesela yıllardır sürdürdüğümüz bir ilk roman yarışmamız var bizim. Ödül jürileri Türkiye'de üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gereken yapılar. Ödüller nasıl veriliyor? O mekanizma nasıl kuruluyor, nasıl işliyor, neden pek çok yerde “demirbaş” diyebileceğimiz jüri üyeleri var? Bunun elbette alan hakimiyeti, deneyim, itibar gibi bazı, çok da yanlış olmayan ölçütleri var. Ama bazen bu durumu tersine çevirmek gerekiyor. Biz bu yıl bu ilk roman yarışması için çok yetkin beş isme jürilik önerdik ve kabul ettiler. Ve bu isimlerin beşi de kadındı. Biz ama onları kadın oldukları için görevlendirmedik. Orada olmayı sonuna kadar hak eden, bizi şereflendiren isimlerdi. Ama bu dikkat çekti. Beşi de erkek olsa dikkat çekmezdi. Kadınlar ise çok mutlu oldular. Çünkü nedir yani? Biz bir araya gelip de bir ilk romanı seçemez miyiz? İçlerinde akademisyenler var, e gazeteci var, yazar var. Seçtik de ve gayet de heyecan yarattı bu seçim. Toparlarsak işte, bilinçli bakmak derken bunu kastediyorum. Kimse durup dururken “şu jüriyi erkeklerden kuralım” demez ama karar mekanizmalarında da erkekler olunca bir anda bir bakarsınız ki o jüri erkeklerden kuruluvermiş. Doğalı ve normali budur gibi görünür. İşte onu kırmak için orada bazen hareket etmek gerekiyor. Bir gün artık doğallıkla bu âdil denge kurulana kadar bunu hep gözetmemiz gerekiyor.
'KADIN YAZARLAR KALDI. BENCE EN ÖNEMLİSİ BU…'
Biraz can sıkıcı bir konuda bir şey sormak istiyorum, ama istersen buna cevap vermeyebilirsin. Sen göreve gelir gelmez büyük bir kriz patlak verdi. Üstelik de pek de aklında yokken sana önerilen bir göreve getirildin ve hemen akabinde fırtınalar koptu. Hasan Ali Toptaş gibi itibarlı bir erkek yazara, yayınevinin de herhalde en ağır toplarından birine dair ciddi taciz ifşası… Sosyal medyaya yansıyan yönleri de oldu, bunun hayli zor bir kriz olduğunu ve senin açından da zor geçtiğini biliyorum. Bu konuda ne söylemek istersin?
Evet teklif geldi, ben de kabul ettim. Hani belki on dakika düşünsem kabul etmezdim. Hiç düşünmediğim için kabul ettim. Bu güzel de oldu. Tabii ki öyle bir kriz beklemiyordum. Hiçbir açıdan kolay değildi. Yayınevi olarak bu konuda konuşmamak gibi bir kararımız var. Sadece şunu söyleyebilirim: Bazı kriz anlarında kafamızdaki ideal çerçeveler patlayıp dağılıyor. Yani tarihin o noktasında kime nasıl faydalı olacağını, kararların neyi nasıl etkileyeceğini düşünmek gerekiyor. Umarım ki bir gün bu tahakküm alanları dağılır. Tahakküme karşı çıkmak ya da tahakkümden yana olmak ikileminde kalmadığımız zamanlara ulaşırız.
Bütün bu sürecin sonunda bir de şunu söyleyebilirim: Daha önceden benzer olaylar, hep bu çapta olmasa da başka erkek yazarlarla da yaşanmıştı. Kadın yazarlar gitti. Burada en farklı ve en değerli kısım şu bana gore: Kadın yazarlar kaldı. Benim için en önemlisi bu.
Peki böyle hararetle ve heyecanla girilen bir süreçte bir yıl geçti. Sana göre nasıl bir yıldı bu hem Everest hem de genel olarak yayıncılık açısından?
Başladığım ilk zamanlar Sabah’tan Olkan Özyurt’la bir röportaj yapmıştık. Olkan’ı da ta Can Yayınları zamanlarından beri tanıyorum. Tabii yıllardır ortalarda yokum, bambaşka işler yapıyorum filan. Başka alanlarda çalışıp gelmenin faydası da var. İnsan hep aynı alanda kalınca başka alanlarda keşfedilebilen imkanlara karşı biraz körleşebiliyor. Süreçleri yönetecek mekanizmaları kurmanın, işleyişi sağlamanın o başka alanlardaki yöntemlerinden habersiz kalabiliyor. Yani önceden bir kendi işim vardı. Orada iddiam şuydu: Kartvizit bile basmayacak, hep keyif aldığım işler yapacağım, kulaktan kulağa yayacağım. Ve oldu da bu. Hiç de kolay değil tabii bu. İşte o deneyimden gelen taktikle burada da bir kısa, bir orta bir de uzun vadeli hedef koydum.
'BU HATAYI YAPTINIZ. TAMAM, ŞİMDİ BAŞKA HATA YAPACAKSINIZ. BİR DAHA AYNISINI YAPMAYACAKSINIZ.'
Nedir bu hedefler?
Kısa vadede, yayınevini daha açık hale getirmek, yani daha dışa dönük bir yayınevi… Çevirmenleriyle daha fazla iletişim kuran, yazarlarıyla başka türlü bir bağ kurmaya çalışan… Bunda, yüzde yüz değilse de yüzde elli yol aldığımızı düşünüyorum. Bir kere artık çok hareketli bir tanıtım ekibimiz, sosyal medya ekibimiz var. İlk yaptığımız şeylerden biriydi, ki bu sene yeniden yapacağız: Çevirmenlere kaza sigortası yaptık. Türkiye'de ilk defa oluyordu. Şimdi mesela bu sene maaşlı sigortalı çevirmen istihdam etmeye başlayacağız, bu da bir ilk olacak. Bu hedeflerin tümü için gereken şey şuydu: Bir ekip kurmak. Orada da yine hedef şu: Yeni kapak tasarımcıları yetişsin, yeni editörler, yeni çevirmenler yetişsin. Heyecan verici olan bu. Çünkü aynı döngüden kurtulmak istiyorsak yenilik lazım. Bu işleri yapacak insanların da yenilenmesi. Yani başka tecrübeler edinmiş ya da hiç tecrübesi olmayanların burada olması, bunu yaptık işte. Gencecik arkadaşlarımız var ve dün işte beraber yemekteydik. Biri şunu dedi, çok mutlu oldum. “Ben geldiğimden beri bakıyorum,” dedi, “Siz de dedi sürekli bir şeyleri bilmediğiniz zaman soruyorsunuz. Yargılanmadığımı hissediyorum. Bir hata yapınca cezalandırılmadığımı hissediyorum.”
Ben hep şunu söylüyorum: “Bu hatayı yaptınız. Tamam, şimdi başka hata yapacaksınız. Bir daha aynısını yapmayacaksınız.” Böyle umut veren bir ekip var. Bir de hemen yine ilk sene içinde başladığımız çeviri atölyeleri var. Oradan çok iyi çevirmenler kazandık, gencecik. Onlara açtık bu alanı. Şimdi İstanbul Üniversitesi başta, bazı üniversitelerle bir protokol imzalamak üzereyiz. Çeviribilim bölümleriyle. İnsan kaynağımızı onlardan edinmeye çalışacağız. Daha kitleye dönük çeviri akademisi ya da çeviri atölyesini daha yapılandırılmış halde yapmaya çalışacağız, her dilden. Bunlar çok güzel ve heyecan verici. Ama işte bunun yayınevinin geneline yansıması, bizim kataloglarımızın, kapaklarımızın yenilenmesi… İçeriklerimizin yenilenmesi, ki çok önemli bir kısım da o. Bunlar yeni senede ancak gerçekleşecek. Ama altyapıyı iyi kurabildiğimizi düşünüyorum bu yıl itibarıyla. Bunun üzerine bu sene çok daha hızlanacağımızı düşünüyorum, umuyorum.
'ŞİİRE DAHA ÇOK ALAN AÇMAYA ÇALIŞIYORUZ'
Çeviriye ve çevirmenlere, çalışanların haklarının gözetilmesine dair gelişmeler, sektöre yeni isimlerin kazandırılması, hepsi de dışarıdan görülebilen çok olumlu gelişmeler… Onun dışında genel olarak yayın politikaları, içeriğe, yazarlara dair çizgide… Aralarda söyledin ama bunlara dair değişimi nasıl görüyorsun, ne tür planlar var?
Şöyle bir planlama var: Everest’in tabii dediğim gibi, çok zengin bir kitap listesi vardı zaten. Şimdi bunları daha görünür hale getirmek önemli. Çizgiyi devam ettiriyoruz ama yenilikler de var, önemli kısmı o. Susan Sontagları hemen almıştık zaten. Şimdi Simone de Beauvoir kitapları bize geçti. Cortazar’ın Türkçede basılmamış bazı kitapları, ocaktan itibaren çıkacak. Ocak dopdolu bir ay olacak, gerçekten. Şöyle bir şey yapmaya çalışıyoruz: Bir omurgamız var ama birkaç koldan ilerliyoruz. Türkçe edebiyatta yirminci yüzyılın farklı dönemlerini temsil eden yazarlarla omurgamızı kuvvetlendirmek istiyoruz her şeyden önce. Vüs’at O. Bener’in gelmesi… Erhan Bener zaten bizdeydi. Onun gelmesi, bir de kardeşleri var, Bilge Bener Bölükbaşı. Onun da kitaplarını basacağız.
O çizgiyi, o orta kısmı -ben bunu futbol takımı terimleriyle anlatıyorum bazen- o orta sahayı güçlendirmek istiyoruz. Orası en önemli yer çünkü. Melih Cevdet, Orhan Kemal var. Fikret Ürgüp var. O kısmı zenginleştirirken, onun üzerine, ön tarafa da bugünün yazarlarından daha başka isimler gelsin istiyoruz. Klasikleşmiş ya da klasikleşme yolunda olan yazarlarımız. Bir de ona canlılık veren, yayınevinin bir diğer omurgasını oluşturan bugünün Türkçe edebiyatı.
Hep söylüyorum, biz çok onur duyuyoruz ilk kitap basmaktan, o alanı açmaktan. Mesela orada şiire daha fazla yer açmaya çalışıyoruz şimdi. Çünkü şiirde bir kıpırdanma var bence. Biçim arayışı çok farklı noktalara vardı. Bir de ilginç bir uluslararası topluluk oluştu. Onu takip etmeye çalışıyoruz. Ama bunun da arka planını yirminci yüzyılın ilk yarısıyla doldurmak istiyoruz. Değişimi, dönüşümü hissettirebilecek, historiografik bir katalog yapmaya çalışıyoruz. Edebiyat tarihinin tekrar değerlendirilebilmesi için kimleri yan yana getirebiliriz? Okurun o çizgideki dönüşümleri, kırılmaları, devamlılıkları, kopuklukları takip etmesini sağlamak için ne yapabiliriz, diye düşünerek hareket ediyoruz.
Şunu yapmıyoruz, onu söyleyelim: “Bir de şu yazar var, hadi gidelim, onun da peşine düşelim.” Yani tabii ki pek çok yazar var bizde olmasını istediğimiz. Ama bir bütünlük içinde hareket etmeye çalışıyoruz, aldığımız zaman onu nasıl nereye, nasıl bir çizgiye oturtacağız? Bunu düşünerek hareket etmeye çalışıyoruz.
Diğeri de şu galiba değil mi: Şimdi kim okuyacak bu kitapları?
Evet… Diyoruz ya, bu biraz da doğal çevre meselesi. Doğal çevremizde insanlar nasıl kitap okuyorsa okurun da öyle olduğunu varsaymak gibi bir alışkanlığımız var. İşte bunun dışına çıkmayı çok istiyoruz.
Devam edecek...
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI