SADAT sarsıntısı: Bu daha başlangıç…
SADAT’ın gerek bir paramiliter yapı olarak derin devlet mimarisi içine yerleşme eğilimi, gerek TSK’yı kendi imgesiyle yeniden yaratma çabası, gerekse de Türk askeri-endüstriyel kompleksiyle birlikte sınır ötesi askeri ve ticari operasyonlar ağı içinde oynadığı rol itibarıyla oldukça riskli bir zemin üzerinde durduğu görülüyor.
SADAT belli ki İngilizlerin tabiriyle ‘sıcak patates’; kimse avucunda tutamıyor. Örgüt yöneticileri 15 Temmuz’da daha önce gururla dillendirdikleri rolü inkâr ediyorsa; Sedat Peker hepsini ‘köçekler gibi oynatacağını’ söylüyorsa; o esnada Tanrıverdi kendine Riyad’dan konut beğeniyorsa ve Cumhurbaşkanı kadim dostu ve dahi sabık başdanışmanını tanımazdan geliyorsa; Kılıçdaroğlu sağlam duyum almış demektir. Bu bilginin, seçim sürecini terörize etme amaçlı siyasi suikast ve/ya kitlesel provokasyon planlarıyla ilgili olduğu tahmin ediliyor.
SADAT adı etrafındaki tartışma bu kaygılar üzerinden yürürken gündemin bir başka yakıcı maddesi olan mülteci/sığınmacı meselesiyle birleştirilme eğilimi dikkat çekiyor. Özellikle Afgan menşeli genç erkek mültecilerin SADAT benzeri paramiliter yapılar tarafından istihdam edildikleri kuşkusu vurgulanıyor. Suriye iç savaşının başlamasından itibaren ‘cihat otobanı’ ünvanı kazanan İstanbul-Antep hattı üzerinde muhtemelen SADAT’ın da katılımıyla eğit-donat hizmetleri verilen unsurların yalnızca Suriye ve Libya’da Türkiye’nin vekalet ordusu olarak istihdam edilmekle kalmadığı, Kürt illerindeki ‘hendek savaşı’ başta olmak üzere ülke içi toplumsal olayların bazılarında aktif olduğu hatırlatılıyor. Yine seçimle ilgili olarak, sayısı milyonlarla ifade edilen Suriyeli Sünni nüfusun ‘ümmet’ nosyonu üzerinden AKP seçmen kitlesini takviye amaçlı olarak Türkiye’de bulundurulduğu iddiası, gayrı-nizami seçim ihtimali üzerine kaygıların önemli bir boyutu.
Bu güncel tartışmanın sıcaklığı içinde SADAT oluşumunun kalıcı niteliği gözden kaçabilir. Karşı bir uyarı olarak, bu yapıya, bir dönüşüm yaşamakta olan devlet mimarisi içinde tahsis edilmekte olunan kalıcı mekânın üç olası boyutu üzerinde durmak doğru olur.
SADAT VE 'ORDU DEVLET'İN GENETİĞİ
İlk olarak, SADAT kadroları tarafından yakından tanınan TSK’nın yapısal dönüşümünde kendine biçtiği role bakmak gerekiyor. 1950’li yıllardan itibaren açıkça ‘cumhuriyetin gardiyanı’ rolünü üstlenen ordu, devletin en ayrıcalıklı kurumu olma niteliğini 2007’deki Balyoz ve Ergenekon davalarına kadar sürdürdü. Siyasi kurumları askeri vesayetten kurtarma iddiası taşıyan bu davaların 15 Temmuz darbe girişimi ardından beraatle sonuçlandırılması, ordunun tasfiyesi imkânsız hayati bir aygıt, cumhuriyetle kurulmuş devlet yapısının ana omurgası olduğunun idraki anlamına geliyordu. TSK, devlet yapısı ve ideolojisiyle, cumhuriyet tasavvurunun mit ve sembolleriyle o denli iç içedir ki geçmişte Prusya için kullanılan ünlü tanımı yerlileştirmek mümkün: ‘Bazı devletlerin ordusu vardır, ancak Türk ordusunun devleti vardır.’ O halde, önemli idari ve yapısal değişiklikler yanında ordu üzerinde siyasal ve ideolojik hegemonya oluşturma çabasına ağırlık vermek doğru seçim olacaktı.
SADAT’ın bu çaba içinde oynadığı rol kendi yöneticileri tarafından belirtilmiş bulunuyor. Adnan Tanrıverdi bir konuşmasında, özellikle askeri yapıyla ilgili önerilerinin tamamına yakınının 15 Temmuz’dan sonra gerçekleştiğini ifade ediyor. Askeri öğrenci ve subay alımı mülakat komisyonları içinde SADAT üyelerinin yer aldığı Milli Savunma Bakanlığı tarafından kabul edildi. SADAT makamları ise 15 Temmuz girişimini takip eden dört yıl boyunca silahlı kuvvetlere personel alımlarının kendileri tarafından yapıldığını beyan ediyor. Bilal Erdoğan’ın yönettiği TÜGVA’nın da genelkurmaya ilettiği subay/astsubay aday listeleriyle işin içinde olduğu daha önce açığa çıkmıştı. Ordudan geniş tasfiyeler üzerine gelen bu alımlarla toplam 40 bin yeni subay, astsubay ve uzman çavuşun silahlı kuvvetlerin komuta kademelerine dahil edildiği düşünülüyor. Bu, toplam rütbeli personel sayısının yaklaşık beşte biri anlamına geliyor.
Ordudan ihraç edilmiş eski subaylardan oluşan bir teşkilata geleceğin askeri kadrolarını belirlemede merkezi rol tanınması, yukarıdaki Prusya alıntısıyla birlikte okunduğunda askeri mekanizmasıyla birlikte bütün devletin kapsamlı bir yapısal dönüşüm içine sokulduğu sonucu çıkacaktır. Klasik bir kadrolaşma faaliyeti ötesinde etkisi kuşaklar boyu sürecek, cumhuriyetin ikinci yüzyılını bütünüyle belirleme potansiyeli taşıyan stratejik bir girişim. Bu nedenle de genellikle Gülen cemaati için kullanılmasına aşina olduğumuz ‘paralel devlet’ ötesinde, devletin omurgasına nüfuz ederek genetiğini değiştirmekte olan bir oluşumdan söz etmek doğru olabilir.
ŞERİATÇI KONTRGERİLLA
Silahlı kuvvetler üzerinde açık faaliyetlerle kurulmakta olan İslamcı hegemonya üzerinde dururken, SADAT’ın özünde devletin resmi kurumlarından ayrı kontrgerilla benzeri bir İslamcı paramiliter yapı oluşu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor. 1990’ların ortasından itibaren önce Susurluk kazası ardından da Ergenekon davaları kapsamında kadroları büyük ölçüde ifşa olarak tasfiye edilen devletin gayrı-resmi silahlı aygıtlarının yer altı dünyasından AKP’ye biat eden yeni isimlerle yeniden tahkim edilme çabası, Sedat Peker fenomenini yaratmıştı. Bu milliyetçi müttefik kanadın yanında Erdoğan’la özdeşleşmiş şeriatçı bir paramiliter bileşenin oluşturulduğu görülüyor. Derin devlet mimarisi için yeni bir unsur olan bu yapılanma, devlet felsefesinde yaşandığı fark edilen dönüşümün konjonktürel değil kalıcı bir paradigma değişikliği olarak tescili ve garantisi anlamına geliyor. SADAT’ın sivil kolları olarak bilinen ASDER ve ASSAM’ın bünyesindeki siyasetçiler ve akademisyenler de militer çekirdeğin fikri payandalarını oluşturuyor. Bu bağlamda oldukça hayati bir önemi olduğu anlaşılan Üsküdar Üniversitesi, rektörü Nevzat Tarhan önderliğinde psikolojik harp konusunda uzmanlaşan bir yüksek öğretim kurumu niteliği arz ediyor.
'ASRİKA' VE ASKERİ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKS
Üçüncü olarak, SADAT’ın ülke dışı faaliyetleri nedeniyle de devlet yapısının önemli bir unsuru niteliği kazanmakta olduğu vurgulanmalıdır. Bu faaliyetlerin AKP’nin dış politika hamlelerine eşlik ettiği görülüyor. SADAT mensuplarının Libya’da İhvan militanlarına Türkiye’den gönderilen silah ve mühimmatı kullanma eğitimi verdikleri bir süredir biliniyor. Türk silah sanayi ürünlerinin ulaştığı bazı Afrika ülkelerinde de benzer eğitim takviyesi söz konusu. Ayrıca SADAT başkanının yaptığı yeni açıklamada belirttiği üzere Türk silahlarının satış ve pazarlamasında da bu teşkilatın rolü önemli. Sedat Peker’in ifşaatları içinde SADAT’ın Suriye’de El Nusra militanlarına silah gönderdiği iddiası açıkça dillendirilmişti. Şirketin yöneticisi Melih Tanrıverdi, silah sevkiyatı ve ticareti bahsi bağlamında, Libya ve Suriye başta olmak üzere bazı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde Al Nusra ve İhvan türevi gruplarla ve paralı askerlerle SADAT arasındaki işbirliğini inkâr etmiyor ama bu faaliyetleri hakkında MİT’e ve Savunma Bakanlığı’na bilgi verdiklerini belirtiyor.
Bu açıklamaların toplamı, BMC, Baykar ve Aselsan gibi iktidara yakın şirketlerden Orta Doğu ve Afrika’da iç ve dış çatışmalarla boğuşan ülkelere, Doha sarayından MİT ve TSK’ya kadar uzanan ve içinde SADAT’ın da yer aldığı geniş bir ilişkiler ağından müteşekkil bir askeri-endüstriyel kompleks tablosunu ortaya çıkarıyor. Bu askeri/ticari dış operasyonlar ağı, bir pan-İslamist doktrin olarak ‘Asrika’ projesi adı altında formüle ediliyor. Mehdi’nin gelişinin koşullarını hazırlamakta olan SADAT’ın kardeş örgütü ASSAM, başkenti İstanbul olan bir İslam Ülkeleri Konfederasyonu kurma hedefini 2019’da ilan etmişti. Bu projenin AKP iktidarının dış siyaset yönelimleriyle uyumu ve devletin jeostratejik hedefleriyle örtüşme derecesi ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte en azından resmi makamları bu uyum ve örtüşme yönünde manipüle etmenin SADAT’ın amaçları arasında olduğu varsayımı gerçekçi görünüyor.
'SICAK PATATES'
SADAT’ın burada ele alınan üç ‘derin’ ve kalıcı boyutuna MİT eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de Birgün gazetesine verdiği bir röportajda kısmen değinmişti. Öneş, Kılıçdaroğlu’nun seçim güvenliği üzerine yaptığı vurguya ek olarak SADAT’ın faaliyetlerini devletin kurumsal yapısındaki yıpranma ile birlikte düşünme gereğini vurgulayarak meselenin ideolojik boyutuna dikkat çekiyordu. Öneş’in şahsi fikirleri kadar devletin ordu da dahil çeşitli kurumları içinde oluşan rahatsızlıkları da dile getirdiği akılda tutulursa SADAT’ın ‘sıcak patates’ haline gelişinin olası nedenlerinden biri anlaşılabilir. Bir başka olası neden, dış bağlantıları nedeniyle savaş suçu niteliği taşıyan bazı fiillerde SADAT izinin bulunma iddiasıdır. Libya çatışması sırasında karşı saflarda olan Rus medyası, 88 adet SADAT görevlisinin Trablus yönetimi adına savaşan İhvancı paramiliter gruplara Türkiye’den sevk edilen silahları kullanma eğitimi verdiğini belgelemişti. Günümüzde Bayraktar SİHA’larının Ukrayna çatışmasındaki rolü üzerine Batı kamuoyunda övgüler arttıkça, Rus kaynakların dünyanın başka yerlerinde SADAT ve dolayısıyla Türkiye’nin adının karıştığı savaş suçları iddiaları oluşturma hazırlığı içinde olmaları kimseyi şaşırtmayacaktır. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği başvurusuna Türkiye’nin yapmak durumunda kaldığı itirazın da bu sorunla bağlantılı olması muhtemel.
SADAT’ın gerek bir paramiliter yapı olarak derin devlet mimarisi içine yerleşme eğilimi, gerek TSK’yı kendi imgesiyle yeniden yaratma çabası, gerekse de Türk askeri-endüstriyel kompleksiyle birlikte sınır ötesi askeri ve ticari operasyonlar ağı içinde oynadığı rol itibarıyla oldukça riskli bir zemin üzerinde durduğu görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun seçim güvenliği vurgusuyla yaptığı çıkışın, bu riskleri tetikleyerek SADAT’la birlikte Erdoğan’ın bastığı zeminde yarattığı öncü sarsıntı için ‘bu daha başlangıç’ diyerek asıl depremi beklemek doğru olacağa benziyor.