Sağ popülizmin antroposen şüpheciliği üzerine

Olgular, değerler ve güç arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı bugünün dünyasında hakikat tekelinin karşısında elimizde sadece eleştiri var hâlâ.

Sağ popülizmin antroposen şüpheciliği üzerine
Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Bruno Latour, “post-truth”un henüz bu kadar havalı bir kavram olmadığı ve sağ popülizmin de bugünkü kadar palazlanmadığı bir dönemde eleştiriyi eleştirmişti. “Eleştiri Neden Sıfırı Tüketti?” başlıklı yazısında, eleştirel düşüncenin sınırsız bir şüpheciliğe dönüşerek kendi altını oyduğundan söz ediyordu. Özellikle komplo teorileri ve iklim değişikliği inkârcılığı üzerinden, eleştirinin tam da meydan okumaya niyetlendiği kesimlerce ele geçirilmişti. Burjuvazi, “kanaatleri, sermayeyi, ağları gezegenin bir ucundan öteki ucuna hiçbir bağ olmadan” taşıyabildiği gibi yapısökümün, toplumsal inşanın ve söylem analizinin araçlarını da kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor. Böylece, sistemin dişlileri arasına sokularak toplumsal değişme için zorlayıcı olması gereken eleştiri, bir anda mekanizmanın sürekliliğini sağlayan bir makine yağına dönüşüveriyor.

Postmodern eleştiri Aydınlanma rasyonalizmini hedef alırken Steve Fuller’in ifadesiyle “tekelci kapitalizme uygun bir tekelci hakikat” söylemini almıştı karşısına. Ancak zamanla hakikatin toplumsal olarak inşa edildiğini göstererek değişim imkânını ortaya koyması gereken eleştiri, sistemin tahkimine hizmet eder hâle geldi. Bugün sağ popülizmin tam da bu sapmış eleştirinin manevra alanında geliştiği görülebilmektedir: Doğruyla yalanın neredeyse eşitlendiği bu dünyada devreye sokulan kurgular, gerçek eleştiriyi görünmez kılarak mevcut düzene hizmet ediyor. Uçakların Anadolu semalarına zehir püskürttüğünü iddia eden bir parlamento üyesi, bu “bilgiyi” Dünya Sağlık Örgütü, Paris Anlaşması ve Açık Semalar Antlaşması ekseninde kurgulanan küresel bir komplonun parçası olarak sunarken, Trump’ın iklim değişikliğini ABD ekonomisini baltalamaya yönelik bir komplo olarak resmetmesiyle aynı damardan besleniyor. Bu damar, sistemin işleyişine yönelik bir itiraz getirmek yerine, kitleleri gerçek sorunların kavrayışından kurgulara sevk etmeye yarıyor. Yani, gerçeği çarpıtmakla kalmayıp onu belirli çıkarlar doğrultusunda yeniden üretiyor. Bu ortamda şüphecilik, artık hakikatin peşine düşüren bir sorgulama kaynağı değil, kitleleri manipüle etmek için kullanılan bir araç olmuş durumda.

Parlamento üyesinin bağlı olduğu siyasî partinin lideri de pandemi döneminde aşının kuyruklu bebek doğumlarına yol açtığını, insan genomunun değiştirilmek istendiğini iddia etmişti. Bu örnekler iki şeyi gösteriyor: İlki, çeşitli sebeplerle elitist görülen bilim insanlarından şüphelenen ve bu şüphelerini uluslararası organizasyonlara, örgütlere, istihbarat birimlerine, devletlere yayarak bir komplonun içinde sıkışıp kaldıklarına inanan kişilerden beslenen güçlü bir damarın siyaseten keşfedildiğidir. Sosyal medya aracılığıyla sürekli beslenen bu şüpheci damar için doğru ile yanlış arasındaki fark, üzerinde emek sarf etmeye değmeyecek kadar önemsizdir. İkincisiyse bilimin silahlarını bilime çevirme arzusundaki paradokstur: Bilim aracılığıyla edindiğimiz kavramlar ve olgular, bilimin güvenilmezliği iddiasının ispatında kullanılmak isteniyor. Aslında Latour ile birlikte birçok bilim tarihçisi ve sosyoloğunun temel eleştirisi, modern bilimin sunduğu olguların bize (büyük harfle) “Hakikat”i vereceğine dair şüphelerle ilgilidir. Olgular ve hakikatin, orada öylece duran şeyler değil, toplumsal açıklama aygıtları olduklarını ileri sürerler. Toplumsal gerçeklik değiştikçe, varoluşu ve evreni açıklamakta kullandığımız kavramlar veya kuramlar da değişir. Dolayısıyla biz değiştikçe, kendimizi olduğu gibi çevremizi de yeni anlayışlarla formüle ederiz. Atmosferik olaylardan veya insan genomundan bahsederken bu kavramları olguları çarpıtmak için bile kullandığımızda, aslında bilimsel açıklamanın dil oyunu içindeyiz demektir.

Birkaç yüzyıl önce bir insanın doğumu, yağmurun yağması, kıtlık gibi olgular açıklanırken dinin söz dağarına başvuruluyordu: Bu söz dağarında ruh yaratıldığı için beden dünyaya gelir, ilahî rahmet nedeniyle yağmur yağar, rızıkta daralma nedeniyle kıtlık yaşanır… Bugünse dünyayı farklı kavramlarla açıklayarak doğumun, doğa olaylarının veya kıtlığın olgusal dayanaklarını ortaya koymak istiyoruz. Atmosferik olaylardan veya insan genomundan bahsederken bu kavramları kullandığımızda bilimsel dil oyunu içinde olmamız bu yüzden. Yani burada sahip olunan şüphe, bilim insanları, bilimsel olgular veya açıklamalar hakkında değildir. Bu zaten içselleştirilmiştir, bilime ilişkin bir şüphe söz konusu değildir. Burada şüphe, sadece siyasî bir yönlendirmenin basit bir aracı mesabesindedir.

Latour’un okuması, şüphenin doğurduğu eleştiriyi de şüphe konusu yaparken böylesi şüpheci görünümlü sözde eleştirinin ürettiği sistemciliği görme fırsatı da sağlar. Nihai olarak iklim değişikliği inkârcılığı da aşı karşıtlığı da çarkı döndürmeye yarar. Tıpkı nüfus artışını destekleyen politikaların döndürdüğü gibi. Kârın azamileştirilmesi motivasyonuyla hareket eden şirketlerin, salt tüketim kültürünü beslemeye hizmet eden küresel üretim artışı ve büyüme yönelimlerindeki çılgınlık düzeyi bunu perdeler. İklim değişikliğine veya nüfus artışına karşı alınacak her tedbir üretime ve dolayısıyla tüketime vurulacak bir darbe olarak çağın en büyük günahı sayılır.

Kamu kaynaklarının çevre, sokak hayvanları, halk sağlığı ya da göçmenler için kullanımı sağ popülizmin nefretini bu günah nedeniyle çeker. İklim değişikliği inkârcılığı, fosil yakıt ısrarcılığı, aşı karşıtlığı, kalkınma fetişizmi, ağaç ve hayvan düşmanlığı meselelerinde onları birleştiren şey bu nefrettir. Hepsi bir komplonun bozulmasıyla ilgili olarak sunulur. Oysa görünen o ki her biri en azından mevcudun devamı için eleştirinin işlevsizleşmesine hizmet ediyorlar. Sermaye bu sayede yalnızca doğal kaynakları değil, eleştirinin imkânlarını da yağmalıyor. Ormanlarıyla, denizleriyle, dağlarıyla yeryüzünü üretim-tüketim karmasına kurban ederken, eleştirel düşünceyi de komplo teorileriyle “absürt”ün konusu hâle getirir.

Antroposen çağında André Gorz gibi büyüme karşıtı düşünürler absürde konu edilen uyarılarında Sanayi Devriminden bugüne yeryüzünün içinden çıkılması güç bir anafora hapsolduğunu resmederler. Kapitalist büyüme stratejisi bir eko-kırıma aracılık ederek sayısız bitki ve hayvan türünün yok olmasıyla beraber sayısız dilin ve kültürün de tek tipleşme içinde erimesine yol açmıştır. “Hayatın doğal temellerini tehdit eden şeyin küçülmesi ve ortadan kalkması gerekir.” diye yazan Gorz; kültürel gelişimle insanın kendini üretme hakkı üzerinde bu yüzden durur. Çare, boş zamanın ve asgari gelirin hak olarak genişletilmesidir. İnsanın ve kültürün sağlıklı gelişiminin imkânını sağlayacak olan “durma” gereği, çevrenin de ihtiyaç duyduğu zaman aralığının edinilmesiyle ilgilidir.

Çalışma sürelerinin düşürülmesi, asgari vatandaşlık geliri, silahsızlanma, şirketlerin kamu yükümlülüklerini artırma gibi pratik hedefler; Paul Feyerabend’in ifadesiyle “kalkınma havarileri”nin büyüme hırsları yanında sönüp gitmektedir. Aksine kalkınma havarileri sağ popülizmin gereği olarak esnek çalışma modelleri, şovenist savaş söylemleri, savaş sanayi üretimleri, göçmen karşıtlığı gibi konularda aldıkları pozisyonla kitleleri tam da olmamaları gereken yere sevk ederler: Orada, yerli ve milli etiketiyle sömürü meşrulaştırılır, güvencesizlik artırılır ya da silahlanma millî gurur meselesi hâline getirilir…

Latour, geçmişte din ve devletin olduğu gibi bugün de bilim ve politikanın iç içe geçtiğini ve eleştirinin bunu hesaba katması gerektiğini vurgulamıştı. Bunun yolu, dinin yerine aklın ikamesiyle “evrensel hakikat” mitinin başka bir kılıkla sürdürüldüğü Aydınlanmadaki hatanın tekrarı değildir elbette. Olgular, değerler ve güç arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı bugünün dünyasında hakikat tekelinin karşısında elimizde sadece eleştiri var hâlâ. Onu modadan arındırmak yerine popülizme feda etmek, yaşamı tekelci hükmetme hırsına tekrar kurban vermek anlamına gelecektir.