Prof. Hamzaoğlu: Birinci basamak sağlık hizmeti çöktü
Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, birinci basamak sağlık hizmetinin durma noktasına geldiğini, aşı ve gebe takip sisteminin çöktüğünü belirterek geleneksel tedavi yöntemlerin artacağı uyarısında bulundu.
DUVAR - Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, birinci basamak sağlık hizmeti olarak tanımlanan, sağlık ocağı, verem savaş dispanseri, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezlerinin işleyemez hale geldiğini, aşı, gebelik takibi gibi önleyici sağlık hizmetlerinin de durma noktasında olduğunu söyledi.
Mezopotamya Ajansı'ndan Sedat Yılmaz'a konuşan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun sorulara verdiği yanıtlar şöyle:
Birinci basamak sağlık hizmetleri korona salgınından sonra ne aşamada, sizin gözlem ve bilgileriniz ne yönde?
Tüm dünyada neoliberalizmle beraber, 80’li yıllardan sonra sağlıkta kriz tanımlamasının ardından Dünya Bankası, hatta başlangıçla Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) de katkılarıyla reform faaliyetleri başlatmaya çalıştı. Böylece sağlık hizmetini kullanacak her bir kişinin ödediği vergilerin dışında bir de sağlık primi ödemesi, yani kişilerin dolaylı ya da doğrudan para ödemeden sağlık hizmetine ulaşamaması, böylece kamunun katkılarını azaltarak özel sektöre alan açılması gibi uygulamalar dünyaya bir reform faaliyeti gibi sunuldu. Türkiye’de de bütün bunlar 90’lı yıllarda, hatta 80’li yılların sonunda başlamıştı. AKP hükümetiyle beraber 2003 Haziran ayında “Sağlıkta dönüşüm programı” olarak yayınlandı. Onun hayata geçmesiyle beraber kamunun sağlık sigorta kurumu (SGK) özel hastanelerden de hizmet satın alır oldu. Özel hastanelerin sağlık sunumundaki payı hızlıca arttı.
Birinci basamak sağlık hizmetleri, o zamana kadar bölge temelliydi. Yani mahallede ya da köyde yaşayanların tümüne hizmet sunmayı planlayan ve yine bölge tabanlı olmasına rağmen nüfusun kalabalığını da dikkate alan, ona göre ekip sayısını ve hizmetle ilgili gereksinimleri belirleyen, koşulların sağlanmasını öngören, para ödemeden ya da prim ödemeden ulaşılan bir sağlık sistemiydi bu. Ancak sağlıkta dönüşümle beraber “hekim seçme özgürlüğü” propagandası ile bölge tabanlı hizmet dağıtılarak yerine doğrudan doğruya liste temelli sistem getirildi. Örneğin bir ailedeki kişilerin farklı farklı aile hekimine kaydolabileceği bir sistem çıktı ortaya. Öyle olunca şu anda şu sokakta şu mahallede kimler hasta gibi bir sorunun karşılığı kalmadı. Covid-19 tanısı kondu, sorusunun karşılığını verebilecek bir sistem yok artık.
Aynı zamanda şunu da unutmayalım; herkes salgınla ilgilendiği, salgınla yatıp kalktığı için de örneğin yeni doğan bebeklerimizin, çocuklarımızın, gebelerimizin aşıları, bebeklerimizin izlenimleri gibi hizmetlerin ne durumda olduğu ile ilgili bilgimiz yok. Ama yapılamadığını biliyoruz.
Bir apartmanda 5 tane Covid-19 tanısı konmuş hasta varsa, bunların 5’inin ayrı ayrı hekimi olabiliyor. Öyle olunca da sorunun ciddiyeti kalmıyor. Bu bağlamda da salgınla mücadelede, sağlığın yönetiminde çok ciddi aksamalar oluyor. Örneğin şu anda yapılması gereken şeylerden bir tanesi, insanlara yaşam alanlarında ve çalışma alanlarında ulaşarak test yapıp, hasta olup olmadığını belirlemek, bunun için tarama yapmak. Tarama yapıp testi pozitif çıkanlar olduğunda ya da tarama testinden sonra hastalık kesin tanıyla da netleştiğinde, örneğin evde kalan diğer kişilerin temaslı olup olmadığını, onlarda da virüsün etken olup olmadığını aramak gerekiyor. Biz buna filyasyon diyoruz. Hastaları ve hastalığın yayılmasını bulma, onlarla temaslı olanları yakalama ve izleme. İşte bu süreçler salgınla mücadelede çok kritik adımlar.
Ama burada onu aile hekimleri yerine, ilçe sağlık müdürlüklerinin ihdas ettiği ekipler yapmaya çalışıyor. Ama bu yapılan, o insanlara doğrudan doğruya her gün sağlık hizmeti sunan ekibin yapacağı gibi maalesef olamıyor, çünkü onları tanımıyorlar, bilmiyorlar. Aynı zamanda şunu da unutmayalım; herkes salgınla ilgilendiği, salgınla yatıp kalktığı için de örneğin yeni doğan bebeklerimizin, çocuklarımızın, gebelerimizin aşıları, bebeklerimizin izlenimleri gibi hizmetlerin ne durumda olduğu ile ilgili bilgimiz yok. Ama yapılamadığını biliyoruz. Alandan arkadaşlarımız buna fırsatlarının olmadığını, çünkü zaten herkesin hastalanmaktan korktuğu için aile sağlığı merkezlerine gelemediklerini, gezici hizmet koşulları olmadığı için de ev ziyaretleri yapamadıklarını, dolayısıyla bu hizmetlerin gerçekleştirilemediğini ifade ediyorlar.
Özellikle gebelik takibi ve aşı sistemindeki aksamalar ne tür tehlikeleri ortaya çıkabilir? Geleneksel yöntemlerin kullanılabileceğine dair öngörüler söz konusu...
Özellikle toplumun büyük bir çoğunluğunun böyle bir dönemde hastaneye gitmekle ilgili sıkıntıları var. Örneğin insanlar ‘doğum yapmaya gideceği hastanede Covid-19’lu hasta olmaması’ gibi bir güvenceye gerek duyarlar. Çok doğal olarak, orada her ne kadar önlemler alacağınızı söyleseniz de insanlar bu kadar çok korkutulmuş bir durumla ilgili olarak riski kabul etmeyeceklerdir. Normalde Sağlık Bakanlığı’nın bütün illerde nüfusun yapısına göre bunu da organize etmesi ve özellikle bazı kamu hastanelerinin Covid-19 hasta kabul etmeden, olağan hizmetleri, yani doğumlar, kanser hastalarının tedavileri, diyabet, tansiyon, kronik hastalıkların tedavisi için ya da acil hastalıklar için düzenlenmiş, organize edilmiş, ayrılmış ve kamuoyuyla paylaşılmış hastaneler organize etmelidir. Bunu da yapmadılar.
Öyle olunca özellikle parası olmayıp da Covid-19 hastası almayan özel hastanelere gidemeyenler ne yapacaklar? Çok eski yıllardan, 60’lardan, 70’lerden bildiğimiz gibi, insanlar mahallelerde varsa eğer (onların da sayısı tabii azaldı) ebeler, büyüklerle bir şekilde doğum yaptırmaya çalışacaklar. Muhtemelen böyle bir risk var. Öyle olunca asepsi dediğimiz, yani mikropsuz ortamın sağlanacağı koşullar doğum için olmayabilir. Çok büyük bir risktir bu. Bebeğe ya da anneye o sırada tıbbi müdahale gerekiyorsa bunun koşulları olmayacak. Dolayısıyla, doğumların evlere kayması gibi bir risk de özellikle küçük kentlerde, kırsal alanlarda yaygınlaşabilir, bu da özellikle anne sağlığı için çok büyük bir risk yaratabilir. Özellikle anne ölümlerinde artışlar görebiliriz. Bunu önlemek için tabi tedbirlerin alınması gerekiyor.
Çocuklarda geciken aşı ve gebelere geç müdahalenin telafisi mümkün mü ve bu süre ne kadardır?
Aşı durumu en azından doğum ya da diğer hastalıkların tedavisi kadar acil değil. Şu nedenle acil değil. Çocuklarımızın önemli bir kısmının zaten bir miktar aşısı yapılmıştır, eğer düzeni bozulmamışsa. En azından birkaç aylık bir aksama olabilir. Ama tabii ki bunu hesaplayıp bu süreç normale döndüğünde hızlı bir şekilde aksayanların telafisini sağlamak gerekecek. Kimisini yeni baştan aşılamak gerekecek, süresine göre. Kimisini için de kaldığı yerden devam etmek gerekebilecek. Sağlık Bakanlığı’nın bunu bir sorun olarak tanımlayıp, şimdiden bunun planlamasını yapması gerekiyor k çocuklarımız ve bebeklerimiz, aşıyla önlenebilir hastalıklar nedeniyle bir hastalık yaşamasınlar ve sakat kalmasınlar ya da ölmesinler.
Çok eski yıllardan, 60’lardan, 70’lerden bildiğimiz gibi, insanlar mahallelerde varsa eğer (onların da sayısı tabii azaldı) ebeler, büyüklerle bir şekilde doğum yaptırmaya çalışacaklar. Muhtemelen böyle bir risk var. Öyle olunca asepsi dediğimiz, yani mikropsuz ortamın sağlanacağı koşullar doğum için olmayabilir. Çok büyük bir risktir bu.
Bir de mevsimlerden dolayı bazı yaygın bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkıyor. Kar sularının içme sularına karışması gibi... Bu süreçte nasıl bir riskle karşı karşıyayız?
Havaların soğuk olması tabii ki beraberinde kapalı ortamda daha uzun süre yaşamayı gerektiriyor. Bu da örneğin kızamık, suçiçeği gibi hastalıkların bulaşmasında çok daha fazla risk yaratıyor. Yaz dönemi geldikçe toplu yaşamaktaki zorunluluk sıcaklıklar nedeniyle azaldıkça, insanlar daha çok dışarılara çıktıkça, evler daha kolay havalandırılmaya başlandıkça, bu risk azalacaktır. Ama mevsim çok ısındığında da biliyorsunuz; su ve gıdayla bulaşan hastalıklar vardır ki, bunun başında ishaller geliyor. Onlar da sıklık olabilecek. Bunların çözümünü yaratmak daha kolay, diğerlerine göre.
Bir halk sağlığı hekimi olarak, bu süreçte dikkat edilmesi gerekenleri ve önlem amacıyla ne gibi önerilerde bulunursunuz?
Kimseye ‘İçeride kal’ diyebilecek durumda değilim. Çünkü içeride kal diye bir öneri getiriyorsam insanlara, onların ekonomik ve sosyal bütün gereksinimlerini karşılayabilecek bir öneriyi de sunabilmem lazım. Bunu, kendini sosyal devlet olarak tanımlıyorsa eğer, hükümetin hızlıca planlaması gerekir. Ancak, özellikle açıklamış olduğu son paket (Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan), halka ait bir paket değil. Dolayısıyla bütün bu sözünü ettiğimiz sorunları yaşayabileceklere yönelik bir paket değil. Bu anlamda, insanların evde kalabilmesi için, yoksulların bir şekilde gıdalarla ve benzeri desteklenmesi gerekiyor. Kendi işletmesi olan küçük esnaf, kendi günlük kazancı olan pazarcı, simitçi ya da el arabasıyla bir şeyler satanlar şu anda alana çıkıp bu işleri yapamıyorlar. Dolayısıyla gelirleri yok. Ev temizliğine giden kadınlar var. Yüzbinlerce sayıda. Şu anda, onların da gelirleri kalmadı. Bütün bunlar dikkate alınarak, sosyal ve ekonomik desteğin doğrudan doğruya yurttaşa sağlanması gerekiyor. Yine bu temelde tabii ki her zaman sözünü ettiğimiz gibi, özellikle yoksullara yönelik sabun ve temizlik malzemelerinin sağlanması gerekiyor. Bütün evlerin suyunun, elektriğinin, gıdasının ve ısınacak yakıtının sağlanması gerekiyor bu aşamada.
hükümetin doğrudan doğruya göçmenlere, mültecilere yönelik olarak da hiçbir adli işlem yapılmayacağının garantisini vermesi gerekiyor. Ki hem ülkemizde bulunmakta olan mülteci ve göçmenlerin yaşam risklerini arttıracak süreçleri engelleyelim hem de toplumun diğer öğelerinin de hastalık riskini arttırmayalım.
Sağlık sigortası olmayan, güvencesizler, mülteciler... Çok sayıda mültecinin barındığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bu insanlar zaten sağlığa erişim sorunu yaşıyorlar. Bu insanlara dair bir gözleminiz, varsa bilginiz paylaşır mısınız?
Mültecilerin bir kısmına TC numarası verilmişti. Sadece Suriye’den gelenler için söylüyorum. Yararlanabiliyorlardı, kısmen. Ama şu anda bu yaşananlarla beraber, onlara hizmet sunan, onlara yardımcı olan pek çok dernek, sivil yapı kepenk indirdi. Dolayısıyla onlara yönelik sosyal destek, ekonomik destek, toplumsal alanda sosyal dayanışmayla gerçekleştirilenler, neredeyse tükendi. Beraberinde bir kısmı kayıt dışı olduğu için de ‘ben eğer hastaneye başvurursam, doğrudan doğruya kayıtlara geçerim ve oturma iznim olmadığı için sınır dışı edilirim’ kaygısı da doğal olarak bu süreçte sağlık hizmetlerine ulaşımı engelleyen bir durum. Çok büyük bir risk. O bakımdan esasında şu anda hükümetin doğrudan doğruya göçmenlere, mültecilere yönelik olarak da hiçbir adli işlem yapılmayacağının garantisini vermesi gerekiyor. Ki hem ülkemizde bulunmakta olan mülteci ve göçmenlerin yaşam risklerini arttıracak süreçleri engelleyelim hem de toplumun diğer öğelerinin de hastalık riskini arttırmayalım. İki yönlü bir durum. O bakımdan söylediğiniz işlemin bir an önce gerçekten hükümet tarafından gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu son dönemin ortaya çıkan kaos ortamı nedeniyle maalesef unutuyoruz, maalesef bazıları tarafından da göz ardı ediliyor. Bu bakımdan anımsatmanız çok iyi oldu.
Özelikle 2009 yılından itibaren, domuz gribi salgını gibi neredeyse her yıl üst üste yaşadığımız salgınlar var. Sağlık sisteminin çarpıklığından bahsettiniz. Tekrarlanan bu salgıları doğaya olan müdahale çerçevesinde baktığımızda neler söylemek istersiniz?
Daha özet bir cümle söyleyeyim; bugün özellikle 2009 yılından itibaren Meksika’da ortaya çıkan ve kamuoyunda domuz gribi salgını olarak bilinen, tarihten bugüne kadar yaşadığımız salgınlar ve Dünya Sağlık Örgütü’nün tarihinde ilkini 2009’da sonuncusunu 2020’nin Ocak ayında ilan ettiği uluslararası kamusal acil durum ilanı gösteriyor ki, kapitalizm insana ve doğaya karşı ve neoliberal politikalar sonrasında insanlar insan gibi, hayvanlar hayvan gibi, bitkiler bitki gibi yaşayamadığı için bunları yaşıyoruz. Biliyorsunuz, sistemin 70’li yıllardan sonraki krizi, genel anlamda merkez kapitalist ülkelerde olmak üzere, 2007 Temmuz ayında ABD Mortgage kriziyle görünür hale geldi. O zamandan bugüne gerçek anlamda ekonomik bir düzelme rastlanmadı. Resesyon hala devam ediyor. Ve bunun bedelini de maalesef üretenler ödemeye devam ediyor. Böyle bir tablo var. İşte hayvanın hayvan gibi yaşayamadığı koşullar, daha önce sadece hayvanlarda olan virüslerin bir süre sonra hayvanlardan insana geçmesine, daha sonra da insandan insana geçip salgın yapmasına neden oluyor. Sars da böyleydi, Mers de böyleydi, domuz gribi de böyleydi. (Başka bir grup etken olsa da) Şimdi Covid-19’da yine bu şekilde. Covid-19 olayında da çok büyük bir olasılıkla, daha önce hayvanlarda bulunan bir virüsün önce insanlara bulaşıp daha sonra insandan insana bulaşan bir hale geldiği yönünde bilgiler var. Bu da bize gösteriyor ki, evet, hayvanlar hayvan gibi yaşayamadığı için, olması gereken koşulları yaşayamadığı için, bunlar gerçekleşiyor.
Ve bu koşullar devam ettiği sürece, neoliberalizm devam ettiği sürece, kapitalizm başka forma geçse bile insana, doğaya karşıtlığı nedeniyle sistem değişmediği sürece bunları daha da sık aralıklarla yaşayacağız. İşte Dünya Sağlık Örgütü, 2009’dan 2020’ye kadar acil durumun altıncısını ilan etti. Bundan sonra da daha da sık ilan etme gerekçesi ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Dolayısıyla bu süreç pek çok durumun, pek çok gelişmenin, yaşanan pek çok sorunun nedenleriyle beraber insanların zihninde bir tartışma açacaktır, doğrudur. Ama bu tartışma kendi başına hiçbir şey değiştirmez. Ezilenlerin, üretenlerin, yoksulların hep birlikte bir sınıf mücadelesi gerekir ki bu düzen değişsin.
İşte hayvanın hayvan gibi yaşayamadığı koşullar, daha önce sadece hayvanlarda olan virüslerin bir süre sonra hayvanlardan insana geçmesine, daha sonra da insandan insana geçip salgın yapmasına neden oluyor. Sars da böyleydi, Mers de böyleydi, domuz gribi de böyleydi. (Başka bir grup etken olsa da) Şimdi Covid-19’da yine bu şekilde.
Düzen değişsin ki, eşitlikçi bir toplum, öznenin insan olduğu, öznenin doğa olduğu, insanın insanla barışık, doğanın doğayla barışık olduğu, herkesin gereksiniminin karşılanmaya çalışıldığı birilerinin zenginlik içinde yüzerken, birilerinin bir dilim ekmeğe muhtaç olmadığı hayatlar yaşansın. Tüm dünyadaki zenginlikler hepimize yeter. İsrafa, gereksiz saklamalara, birileri 60 metrekarede 9 kişi yaşarken, birilerinin 500 metrekarede üç kişi, iki hatta bir kişi yaşamasının olmayacağı, herkesin olması gereken koşulların sağlanmaya çalışılan bir perspektifle bir hayat hedeflenmeli. Tabii ki bu kendiliğinden olmaz. Bu bir sınıf mücadelesi sürecine eklenebilirse, bu sorunun yarattığı kaygılar öfkeler bir sınıf mücadelesini beraberinde yaratabilirse ancak bu değişiklikle ilgili umudumuz olabilir. Yoksa “her şey eskisi gibi olmayacak” gibi çıkarımına ben katılmıyorum. Her şeyin eskisi gibi olma olasılığını arttırabiliyor. Bizler, sınıf, gereğini yapamazsak.
İnsanlar bir süredir eve kapanmış, kapanmaya da devam edilecek gibi gözüküyor. Eve kapanma aynı zamanda umutsuzluğu büyüttü. Ortaya çıkan stres, insanları farklı bir noktaya götürür mü? Bir hekim olarak bu sürece dair neler öneriyorsunuz?
Dayanışma. Dayanışma ve bunu örgütlü hale getirmek gerekiyor. Kimseyi, sınıfdaşlarımızı, komşularımızı, tanıdıklarımızı, bildiklerimizi, sendikada örgütlendiklerimizi, partide örgütlediklerimizi, partidaşlarımızı, sendikadaşlarımızı, meslektaşlarımızı yalnız bırakmayacağız. Birbirimizden haberdar olacağız. Dayanışma ağlarımızı genişleteceğiz ve bu dayanışma ağlarının ötesinde de gereksinimlerimizi karşılaması gereken hükümetten taleplerimizi ortaklaştıracağız. Bu dönemi böyle aşabiliriz. Dayanışma ve örgütlülükle... (MA)