YAZARLAR

Sahayı rakibe vermek

Topu rakibe vermek bir takımın başlı başına bir oyuna sahip olduğu anlamına gelmez. Tam tersine oyun üretmekte zorlandığı manasına gelir. Özellikle şampiyonluk iddiasıyla yola çıkan takımların hem daha gelişkin hem de daha çeşitli oyun ve oyunlar üretebilmesi beklenir.

Son zamanlarda Süper Lig’in futbol zihniyetinde gündeme çok gelen bir söylem var: Topu rakibe vermek. Sanırım bu söylemi ilk kez Sergen Yalçın bu sezonun başında Beşiktaş-Trabzon maçıyla ilgili olarak kullandı. Erol Bulut ise Fenerbahçe-Alanya maçından sonra aynı söyleme başvurdu. Hatta Alanyaspor teknik direktörü Çağdaş Atan’ın bu maçı kaybetmenin de verdiği duygularla Fenerbahçe’nin oyun tercihleriyle ilgili yorumu ilginçti. Çağdaş Atan bu tür stratejilerle maç kazanılabileceğini ama sezon kazanılamayacağını, şampiyon olunamayacağını söyledi. Ona göre beş büyük ligde henüz sadece bu tip oyunlarla şampiyon olabilen yoktu.

Topu rakibe vermek derken kastedilen sanırım şöyle bir şey: Sahaya öncelikle topu sahiplenmek ve onun üzerinden bir oyun üretmek için çıkmıyorsunuz. Topun daha çok rakibinizde kalmasına göz yumuyorsunuz. Bu tür bir oyun esnasında kontratak ve geçiş oyunu imkanları kovalıyorsunuz. Birincisi zaten Süper Lig’in tarihinin bir özeti gibi. Anadolu takımları özellikle İstanbul deplasmanlarında yıllarca bunu kovaladılar. Zaman zaman bazı maçlardan başarılı da oldular. Ama sadece bu tip bir oyunla şampiyon olabilen hiç olmadı. İkincisi yani geçiş oyunu ise Süper Lig’e Batı’dan geldi. Birçok başka şeyin geldiği gibi. Bunu başarabilmek için ise özgüvenli ve sürekli bir ön alan baskısı gerekiyor. Şimdiye kadar yazdıklarımın aslında bilinen ve zaten tartışılan şeyler. Ancak bu zihniyetin tam olarak kavrayamadığı bir nokta var. Topu verdiğiniz takımın topla ilişkisi çok iyiyse o zaman ne olacak? Çünkü topu verdiğinizde aynı zamanda oyunu da vermeniz büyük ihtimal. Oynayan rakibinizin oyununu bozacak, daha önce andığım seçenekler açısından da çok üretken değilseniz artık oyunu vermek bir yana maçı da vermiş olmuyor musunuz?

Bu mantık elbette bazı maçlarda işe yarayabilir. Oynama kabiliyeti sınırlı bir takıma, örneğin sezon başı Trabzonspor’a karşı işlevsel olabilir. Ancak teknik direktörü değişmiş ve birkaç takviye yapmış Trabzonspor yirmi maç sonra topu aldığında sizi yenebilir. Ya da güçlü bir ön alan baskısıyla elde ettiğiniz imkânlarla erken skor avantajı elde ettiğiniz Alanyaspor’a karşı bu strateji tutabilir. Ancak topu rakibe vermek bir takımın başlı başına bir oyuna sahip olduğu anlamına gelmez. Tam tersine oyun üretmekte zorlandığı manasına gelir. Özellikle şampiyonluk iddiasıyla yola çıkan takımların hem daha gelişkin hem de daha çeşitli oyun ve oyunlar üretebilmesi beklenir.

Bence bu hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisini Galatasaray kazanmadı. Fenerbahçe kaybetti. Galatasaray çok iyi oynamadı. Ama doğru oynamaya çalıştı. Fatih Terim oyunun stratejisini doğru kurmuştu çünkü. Fenerbahçe ise yanlış oynadı. Bunun en büyük sorunlusu da elbette Erol Bulut idi. Yanlış anlaşılmasın benim derdim Süper Lig’in klişe yorumlarından birine başvurmak değil. Yani Erol Bulut’un büyük takım hocası olmadığını iddia etmiyorum. Bence her hoca her takımı çalıştırabilir ve başarılı da olabilir. Elbette gerekli koşulları yerine getirirse.

Pekâlâ, Fenerbahçe’nin oyunu neden yanlıştı? Önce zihniyeti ele almaya çalışayım. Maça çıkarken Fenerbahçe üç puan önde ve liderdi. Dolayısıyla öncelikle beraberliği garanti altına alan bir oyun kurması ve daha önce sözünü ettiğim fırsatlarla maçı kazanmayı düşünmesi normaldi aslında. İşte bu zihniyetle Fenerbahçe topu Galatasaray’a vermekte tereddüt etmedi. Tam da bu noktada iki soru hemen gündeme geliyordu elbette: Birincisi, Galatasaray gerçekten de topu vererek oynayabileceğiniz bir takım mıdır? İkincisi topu Galatasaray’a verdiğiniz de sizin oyun stratejiniz oynayan bir Galatasaray’ı alt edebilecek midir? Sadece maçın skorundan yola çıkarak değil, hatta daha çok ortaya çıkan oyuna baktığımızda bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil Fenerbahçe açısından. Kısacası Fenerbahçe daha sahaya çıkarken kaybetmiş gibi gözüküyor.

Maçın ilk devresinin ortalarına kadar topun sahibi yüzde 70 civarında Galatasaray idi. Bu rakam bile tek başına Fenerbahçe’nin topu rakibe vermeyi tercih ettiğini işaret ediyor. Bu esnada Fenerbahçe Galatasaray defansına asla yeterince güçlü olmayan bir ön alan baskısı yapıyordu. Ancak bu baskı geçiş oyunu üretebilecek imkânları genellikle yaratamadı. İşin ilginç yanı Fenerbahçe zayıf ön alan baskısını kendi defansını öne çıkarmadan yapıyordu. Bunun temel nedeni de büyük ihtimalle “Onyekuru sendromu” diyebileceğimiz bir gerçekti. Fenerbahçe stoperlerini kaleden fazla uzaklaştırmıyordu çünkü bu durumda defansın arkasına atılabilecek toplarla Galatasaray’ın skor elde etmesi çok kolay olabilecekti. Fatih Terim’in neden sezon başından beri bu sendromu yaratacak bir oyuncu istediğini bu maçta net bir biçimde ortaya çıktı.

Yani Fenerbahçe hem ön alan baskısı yapmayı isteyerek hem de kendi defansını öne çıkarmayacak takımın boyunu inanılmaz bir biçimde uzattı. Dolayısıyla Galatasaray’ın yetenekli orta saha oyuncularına kişi başına düşen alan metrekare bazında genişledi. Ve tercihleriyle Fenerbahçe Galatasaray’a sadece topu değil oyunu da verdi. Bunun maçı vermekle sonuçlanması asla bir sürpriz değildi. Bunun tersinin mümkün olabilmesi için sahada olağanüstü şeylerin olması gerekiyordu. Ancak o olağanüstülükler vuku bulmadı.

Daha önce de vurguladığım gibi Galatasaray mükemmel oynamadı. Sadece oyunu doğru kurdu. Oyuncularda hâlâ belli bir “Fenerbahçe maçı sendromu” yok değildi. Örneğin özellikle skor avantajını elde ettikten sonra Galatasaray’ın daha fazla gol bulup maçı çok önceden bitirememesini ben biraz buna bağlıyorum. Yani rakip Fenerbahçe olmasaydı bu maç çok daha farklı bir skorla bitebilirdi Galatasaray lehine.

Aslında bu maç, bundan sonra Galatasaray ile oynayacak bütün takımlara bir model oluşturuyor. Yeni transferler, sakatlıktan dönecek oyuncular, oyunun olgunlaşması hep beraber düşünüldüğünde Fatih Terim’in elinin giderek daha da güçleneceğini düşünebiliriz. Galatasaray ile baş edebilmek için artık Erol Bulut’un üretebildiğinden daha üst düzey stratejiler geliştirmek gerekiyor.

 

Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).