YAZARLAR

Sakallı Celal, Sakalsız Domènec ve Avrupalı Galatasaray

Sakallı Celal ve müftü birbirlerine girdiler, bunun üzerine görevden alındı ve İstanbul’a döndü. Muhtemelen tarihte futbol uğruna işini kaybeden ilk entelektüel olmuştu…

Galatasaray’ın UEFA Avrupa Ligi son 16 turunda Barcelona’ya 2-1 yenilerek elendiği maçta gösterdiği performans hem takdir topladı hem de takımın limitlerini ortaya koydu. Ama skor bir yana, en güçlülerle boy ölçüşmek için sahaya çıkmanın heyecanı, Sarı-Kırmızılıların yüzünü nereye dönmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattı…

EKOL VEYA OKUL

Rövanş öncesi Galatasaray yönetimi Barcelonalı mevkidaşlarını İstanbul turuna çıkardı. Duraklardan biri Mekteb-i Sultani, yani Galatasaray Lisesi’ydi. Barcelona Başkanı Joan Laporta ilk maçta Burak Elmas’tan tıpkı Barça gibi Galatasaray’ın da “bir kulüpten daha fazlası” olduğunu duyduğunu, bunun üzerine “bu muhteşem mekanı görmek ve tarihini öğrenmek” istediğini, kökleri 15. yüzyıla dayanan bu eğitim kurumunun kulüple bağlarını hissetmenin kendisini çok duygulandırdığını belirtti.

Doğum yerinizin nitelikli bir okul olması ve bunun uluslararası rakiplerce bir prestij unsuru olarak dile getirilmesi güzel. Aslına bakılırsa, Galatasaray Avrupa’da her zaman kendini iyi hissetti ve kıtadan gördüğü itibarla beslendi. Hatta kulübün kimliği ilk günden itibaren bunun üzerine kurulmuş, orijinal karakterlerle de organik bir hal almıştı. Sakallı Celal gibi…

'YALINIZ' CELAL

Ülkelerin köklü değişim dönemlerindeki kargaşa ortamında, ya kendine has bir üslupla saf tutan, ya da kimseyle uyuşamayıp yalnız başına çarpışan, eski düzenden rahatsız ama yenisiyle de samimi kavgalara tutuşabilen özgün figürler vardır. Modernizmin belirlediği erken 20. yüzyıl bu pratiğe çok elverişli bir dönemdi. Bu kişiler her zaman tutarlı ve sistematik düşünceler üretemedi, ama bakış açıları ve davranışlarıyla kentlerin ve kurumların kültüründe yer edindiler. Portreleri yazılı belgelerle değil, kulaktan kulağa yayılan anekdotlarla çizildi.

Abdülhamit devrinin bahriye nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu Celal (Yalınız) 1886 yılında doğdu. Çocukluktan itibaren yetiştiği çevreye sığmayan bir özgürlük ve bağımsızlık tutkunuydu. 10 yaşında Mekteb-i Sultani’ye girdi. Liseden sonra Sorbonne’daki eğitimini yarım bıraktı, birçok kentte öğretmenlik, Aydın’ın Karapınar köyünde işçilik, her yerde avarelik yaptı. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın teşebbüsüyle Moskova’ya gitti. İttihatçı, Atatürkçü, sosyalist, anarşist oldu. Hep birey kaldı. Pejmürde kılığı, uzun sakalı ve koltuğunun altındaki Fransız gazeteleriyle yarı alaturka yarı alafranga bir Beyoğlu flanörü haline geldi.

Hareketli yıllardı. 1905 yılında Celal’in 110 numarayla lise öğrencisi olduğu Mekteb-i Sultani’de Ali Sami Yen ve arkadaşları Galatasaray Spor Kulübü’nü kurmuş, “Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek” sözünü düstur bellemişti. Amaçları şoven ve yabancı düşmanı bir fetih anlatısı kurmaktan ziyade, memleketin geri kalmışlığını dert edinmiş birçok kişi gibi dünyaya, daha açık ifadeyle Batı’ya yetişmek, dâhil olmak, en ileri gördükleriyle rekabet etmekti. Galatasaray’ı diğer kulüplerden ayıran bu ilke başlangıçta çok dikkat çekmedi, ama yıllar içinde somutlaştı. Kulüp Türkiye’nin Avrupa geleneğine sahip tek futbol takımı oldu.

Celal’in derdi de Batı’ya erişmekti. Ağabeyleri subaylığa yönelirken o liseden sonra Sorbonne’a gitti. Kafayı modernleşmeye ve felsefeye takmıştı. Ancak okuduğu siyaset bilimi bölümünü sevmedi ve makine mühendisliğine geçmek istedi. Annesinden izin çıkmayınca kimilerine göre annesini protesto etmek, kimilerine göre Fransa’da yeşerttiği Marx hayranlığını sergilemek için sakal bıraktı. Paris’te bir yıl avarelik ettikten sonra İstanbul’a döndü. Lakabı “Sakallı” kaldı.

Hocası Tevfik Fikret’in müdür olduğu Galatasaray Lisesi’ndeki öğretmenliği kısa sürdü. 1908’de 31 Mart Vakası’nda Hareket Ordusu’na katılıp isyanın bastırılmasında rol oynadı. Ardından Üsküp’e gidip öğretmenliğe orada devam etti.

Batı’ya meylinde Galatasaray, Paris ve Hareket Ordusu günlerinde pekiştirdiği “yobazlığa tahammülsüzlük” ciddi yer tutuyordu. Tuhaf bir bedensel ahlakçılığı da vardı. Sigara-içki içmez, spor yapar, herkesi de spora teşvik ederdi. (Bu haliyle Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı, aynı isimli muazzam filme de esin kaynağı olmuş Değirmen’deki “mühendis” karakterini andırır.) Üsküp’te öğretmenken okula Fransa’dan bir futbol topu getirtti, öğrencilere forma diktirdi, bir boş araziyi saha belleyip çocukları futbola özendirmeye çalıştı. Dinî hassasiyetleri fazla hassas olan müftü, “Kerbela’da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in başını böyle tekmelediler; bu oyun haramdır” diye karşı çıkınca tepesi attı. Müftüyle birbirlerine girdiler, bunun üzerine görevden alındı ve İstanbul’a döndü. Sakallı Celal muhtemelen tarihte futbol uğruna işini kaybeden ilk entelektüel olmuştu.

SAKİNLİK VE CİDDİYET

Futbolun ilerilik ve çağdaşlık göstergesi sayıldığı günler geride kalalı çok oluyor. Hatta şimdilerde avam, lümpen, şiddet, maçoluk gibi olumsuz kavramlarla, kirli ilişkiler ve kirli parayla özdeşleştiriliyor. Sakallı Celal memleket için, “İlgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz” diyordu. Belki futbolda da öyledir. Halbuki futbolseverlerin eğitim ve bilinç düzeyinin yükseldiği bir çağdayız; sahanın içinde ve dışında ilham verici kaynaklar var.

Mesela Perşembe akşamki maç dolu dolu geçti: Kusursuza yakın bir otuz dakika, ardından gelen gol, zamansız beraberlik golü, ikinci yarıda beliren kalite farkı, yine de son dakikaya kadar süren umut… Domènec Torrent’in ilk maçta uyguladığı, Fatih Terim esintili karşılama planı yine yürürlükteydi. Pozisyon vermeme konusunda Camp Nou’daki başarı tekrarlanamadı belki, ama maçtan geriye kalacak duygu hayal kırıklığı değil, sakin ve vakur bir mutluluk olmalıydı. Aslında öyle de oldu. Hak edilen takdir geldi ve bütün dünya Galatasaray’ı hatırladı. Biz hariç.

Maçtan sonra bazı yorumcular ve sosyal medyadaki birçok taraftar verilen mücadele yerine sahadaki gerginlik anında rakibe “had bildirilmemesine” odaklandı. Takımın gayreti “Fatih Hoca olsa yenerdik” argümanına indirgendi. Belki gerçekten öyle olurdu, belki sahaya yıldırım düşerdi, belki Xavi oyuna girip iki asist yapardı. Bunları bilemeyiz. Ama her şeye aynı olumsuzlukla bakmanın hiçbir şey getirmediği defalarca kanıtlandı. Celal Bey’e sorsanız, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün” derdi.

Son bölümde Jordi Alba’nın tribünden atılan maddelere tepki olarak topu taraftara doğru dikmesi maçın belki de en hararetli anıydı. Oyuncuların ve teknik heyetin soğukkanlılığıyla olay fazla büyümedi. Ağırbaşlılığı zaaf olarak görenlerin beklediği tavır sergilense neler olabileceğini geçmişten biliyoruz. Yedek kulübesinden fırlayan hoca, ondan daha öne fırlayan yardımcıları, kavga dövüş, medeni rekabeti bir türlü öğrenemediğimizin beyanı ve kapanış. Bir golle maçı uzatmaya götürme imkanı varken – olmasa da fark etmez – sakin kalmayı eleştirmek inanılmaz.

Halbuki Kıta’nın köklü kulüplerinden olduğunuzu göstermek için geçerli bir oyun planı kadar tavır da önemli. Celal Bey Ankara Sultani’sindeki müdürken, milletvekili Hamdullah Suphi Bey öğretmen açığı yüzünden acilen yeni mezunlara ihtiyaç duyduklarını söylemiş, 10, 11 ve 12. sınıf öğrencilerinin hepsini sene sonunda “mezun edivermesi” için ısrar etmişti. Liyakat takıntılı Celal Bey bu talep karşısında çileden çıkmış, “Meşrutiyeti ilan ettik olmadı, cumhuriyeti ilan ettik yine olmadı, bir de ciddiyeti mi denesek?” gibi makul bir öneri sunmuştu.

ORADA OLAN TAKIM

Düşüncelerinin yanı sıra profiliyle de Celal Bey ile Galatasaray arasında özdeşlik kurmak mümkün. Uzamış sakalı, bağcıkları çözük postalları ve özensiz giysileri Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Haldun Taner gibi isimlerin dostluğunu ve hürmetini kazanmasına engel olmamıştı. Galatasaray kadrosu da çok şık ve alımlı sayılmaz. Mevcut ekonomik durum da yeni yıldızlar vaat etmiyor. Ama Sakallı Celal Galatasaray Lisesi’nin geleneksel pilav günlerini asla kaçırmaz, dış görünüşünden bağımsız aynı itibarı görürdü. Sarı-Kırmızılıların da kendini hatırlaması ve hatırlatması için ideal olmayan kadrolarla bile olsa Avrupa’nın geleneksel kupalarını kaçırmaması gerekiyor. Bir kez orada oldu mu sahada ve saha dışında yaptıklarıyla kimliğini korumuş olacak.

Celal Yalınız 6 Haziran 1962’de öldü. Aşiyan’da Tevfik Fikret’in yanı başındaki mezar taşında “Bağban bir gül için bin hare hizmetkâr olur” (“Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır”) yazıyor. Galatasaray o gülün kokusunu biliyor. Şampiyon Kulüpler yarı finali, UEFA Kupası, Süper Kupa, Şampiyonlar Ligi çeyrek finalleri gördü. Beslemesi ve kurtulması gereken unsurları doğru seçerse, Avrupasız geçecek önümüzdeki sezonu sıçrama tahtası olarak kullanıp ait olduğu yere dönebilir. Sorun liseli veya lisesiz olmak değil. Takımın gerçek sahibi olan taraftar yüzünü doğru yöne çevirsin yeter. Celal Bey, “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar” derken, umutsuz bir kaderciliği değil, geminin yönünü değiştirme ihtiyacını vurguluyordu.

Barcelona maçları takımın seviyesi hakkında çok şey öğretti. Marcao’nun hemen her düzeyde var olabileceğini, Kerem’in güçlenirse kıtanın zirvesini zorlayabileceğini, ama en önemlisi, Galatasaray’ın Avrupa’da hâlâ saygın bir yeri olduğunu gösterdi. Eğer Galatasaray taraftarı olsaydım, en çok bunu gördüğüme sevinirdim. Bu tecrübe değersizleştirilmeyi hak etmiyor…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.