Sakın ‘arıza’ çıkarma!
‘Sakın Ses Çıkarma’, türünde çok parlak olsa da kuşkusuz devrim yaratacak bir örnek değil: Özellikle bir ‘remake’ olduğu düşünülürse… Ama nasıl desek… Eğer ‘remake’ler bu düzeyde olacaksa her zaman ‘başımızın üstünde yeri’ var!
Özellikle 90’lı yılların başıyla beraber Hollywood sinemasının gerilim/korku türünde yeni bir eğilim başladı: Görünürde bir problemi olmayan, huzurlu ve mutlu bir çifti veya aileyi tehdit eden bir ‘yabancı’nın yarattığı bir kapalı alan gerilimi yaratmak… Bu tarzda filmlerin yoğunluğunda inanılmaz bir artış yaşandı ve diğer türler genelde 10-15 senelik bir süreçte kendilerini hatırlatırken bu filmler nerdeyse 2-3 sene içerisinde artarda önümüze gelmeye başladılar.
Tabii ki bu filmler bir grup genci katleden ‘eli kanlı’ psikopatları anlatan ‘teen-slasher’lardan çok uzak duruyor; tehdit unsuru kişi başlarda ‘kurban’ olacak aileyle veya çiftle çok iyi anlaşıyor, bazı ufak durumlarda onlara yardımcı oluyor hatta belli bir süre aralarında bir arkadaşlık bağı bile kuruluyordu. Bu ‘dışarıdan’ kişi gerçek yüzünü gizlemek için değişik meslek ve işlevler kullanıyordu: Bu bazen bir kiracı (‘Pasifik Tepeleri’/1990), bazen bir polis (‘Kanunsuz Giriş/1992), bazen bir bebek bakıcısı (‘Beşikteki El’/1992) bazen ise bir ev arkadaşı (‘Genç Bekar Bayan Aranıyor’(1992) oluyor, filmdeki asıl kötücül karakter ailenin hayatına adeta ‘sızdıktan’ sonra giderek daha saldırgan ve tehlikeli yüzünü göstermeye başlıyordu.
Bu tür filmlerde bir ilginç nokta da ‘kurban’ durumundaki ailenin geçirdiği süreçti. Çoğu zaman aile belli bir düzeni tutturmuş ve ciddi bir sorun yaşamıyorlarmış gibi dursalar da yine de aile içinde veya çiftin arasında ‘üstü örtülmüş’ sorunlar, çatırdamaya başlayan bağlar ve içlerine attıkları pişmanlıklar eksik olmuyordu. Tabii ki bazı filmlerde ailenin, baba çok yakışıklı, anne çok güzel, çocuklar sevimli, maddi açıdan hali vakti yerinde kısaca kusursuz olarak sunulduğu da oluyordu ama bizce bu tamamen ayrı konuşulması gereken bir konu…
Bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan "Sakın Ses Çıkarma" değindiğimiz filmlerle senaryo olarak aynı doğrultuda ilerlese de bizce nispeten daha yakın tarihli "Boş Oda’"(2007) filmini daha çok andırıyor: İkisinde de ıssız bir yerde kendilerini bulan bir çift, çatırdamaya başlayan bir ilişki, sıcak görünen insanların giderek daha garip davranmaları ve artan bir tehdit atmosferi mevcut! Gerçi "Boş Oda" bütün bu öğeleri çok daha trajik bir şekilde kullanıyordu ama iki film arasında paralellikler yok da diyemeyiz.
Bir de şu notu düşmekte yarar var: "Sakın Ses Çıkarma", özgün bir senaryodan çıkmış bir film değil! Film, 2022 yılında çekilmiş bir Danimarka filminin bir ‘remake’i ve son çeyrek bölümü dışında konu olarak orijinal filmden pek ayrışmıyor. Ancak bu ‘remake’ bizce genel gidişatın dışında, özgün yanlar taşıyan, tekrar çekmenin gerekliliğini tartışmaya kapayan, genel bir tabirle ‘sevdiğimiz türden’ başarılı bir gerilim filmi!
Konuya bakacak olursak: Ben, Louise ve kızları Agnes Dalton, Londra’da yaşayan ve tatil için İtalya’ya gitmiş, görünürde aralarında sorun yaşamayan bir ailedir. Ben’in iş kariyerindeki düşüşünü de atlatmak için çıkılan bu tatilde kendilerinden çok daha enerjik, deli dolu ve renkli bir aileyle tanışırlar ve kısa süre içerisinde onlarla arkadaş olurlar. Baba Paddy, eşi Ciara ve oğulları Ant’dan oluşan bu ikinci aile, tatil sonrası Londra’ya dönmüş Dalton ailesini birkaç gün geçirmeleri için İngiltere’deki kır evlerine çağırırlar. Daveti kabul eden ve eve gelen Dalton ailesi bir süre sonra bu yeni arkadaşlarının hiç de göründükleri gibi olmadıklarını fark edeceklerdir.
KESKİN DÖNÜŞLERE İZİN YOK!
Bu tür filmlerde başlarda yakınlık kurmuş ‘yabancı’ karakter genelde hedef aldığı ailenin içinde kendine sağlam bir yer edindikten sonra giderek kötücül yanını gösterir ve bu tehlikeli gidişat hikaye ilerledikçe artarak devam eder. "Sakın Ses Çıkarma"da ise böyle bir keskin dönüş yok! Hatta uzun süre iki aile arasındaki ilişkiler gayet iyi gidiyor ve her ne kadar Paddy ve ailesi Dalton ailesine biraz fazla hareketli, ‘zıpçıktı’ ve pek olgunlaşmamış gibi gelse de onlar da bu yakınlaşmadan memnun duruyorlar. Dalton ailesindeki durağanlığı ve tekdüzeliği kıran bu aile, zaman geçtikçe ailenin kendini sorgulamalarının da kapısını aralıyor.
İkili aile arasında bir sosyal sınıf farkı maddi açıdan çok olmasa da yaşayış açısından oldukça var. Paddy Ben’in ‘şehirli’ hayatına göre çok daha doğayla ‘iç içe’ dolayısıyla bir anlamda daha yabani, daha girişken, belli açılardan daha samimi ve daha içgüdüsel davranan bir karakter.
Bu değişik karakterle tanışmak ve yakınlaşmak Ben’i pozitif etkiliyor ama aynı heyecan eşi Louise’de pek görülmüyor. Louise ilk zamanlar bu yakınlaşmadan hoşnut olsa da, misafir odası yatağının çok temiz olmaması, vejetaryen olduğu halde Paddy tarafından biraz emrivaki bir şekilde kendisine bir lokma et yedirilmesi veya Paddy ve eşi Ciara’nın önlerinde genç aşıklar gibi davranmaları gibi küçük şeyler ona yersiz, garip hatta hadsiz geliyor. Bunu dile getirmese de bizce kendini onlardan sosyal tabaka daha üstün, daha seçkin ve daha olgun bir yerde gördüğü hissediliyor.
DOMİNANT TARAF DEĞİŞİMİ…
Louise’in bu kendini ayrı tutma tavrı iki aile arasındaki farkın da altını çiziyor. Dalton ailesinde net bir şekilde dominant taraf Louise. Ben her ne kadar elinden geldiğince sorumlu bir baba rolünü üstlense de belli ki asıl kararları, uzak durulacak şeyleri, duyarlı olması gereken konuları Louise belirliyor, Ben’in ılımlı ve biraz çekingen karakterini o dengeliyor.
Diğer ailede ise durum tam tersi: Paddy tartışmamız karar verici mercii. Ailesi tamamen onun isteklerine göre hareket ediyor. Bir yemek masasında bile konuşulacak konuları o açıyor, eşinin ve oğlunun takınması gereken tavrı o söylüyor. Zaten belki bu baskıcı taraf Ben’i etkiliyor: Kaybolmuş olan söz hakkını ve unutmaya çalıştığı hayal kırıklığını telafi edecek bir yol buluyor. Paddy ile beraber doğada vadiye karşı haykırdıkları sekans bunun en büyük kanıtı…
Bir de tabii filmin ‘çatısını’ oluşturan gerilim duygusunun ince ve derinden bir şekilde verilmesi dikkat çekiyor. Paddy ve ailesinin adeta ‘kıpır kıpır davranması samimi olduğu kadar biraz ‘sert’ de geliyor. İki aile yemekler yerken Paddy bazen esprilerden çıkarak özel konulara giriyor. Bazen tabiri caize sınırı aşan ‘eşek şakaları’ yapıyor. Söylediği yalanlar veya uydurduğu şeyler açığa çıkınca Dalton çiftinde bir gülümsemeden ziyada bir şaşkınlık yaratıyor!
Ama tabii ki bu normal hatta sıcak görünen bu ortamda bir şeylerin ters gittiğini gösteren asıl etken Paddy Ciara çiftinin oğulları Ant oluyor. Bu konuşamayan ve çekingen çocuk belki de göründüğü ilk kareden itibaren bu renkli görünen ailenin altında kaynayan bir ‘sır kazanı’ olduğunu hissettiriyor. Zaten filmdeki ilk tehdit emaresi de Paddy’nin salıncak önünde duran oğluna yaptığı çok sert müdahale oluyor.
KOPULAMAYAN KIR EVİ!
Her kapalı alan gerilim film alanında doğal olarak ana mekan hayati bir önem taşır. Kullanılan mekan ister küçük bir ev, ister büyük bir köşk isterse de açık mekanlara sahip bir çiftlik bir evi olsun, kullanılan alanın ölçeği filmin atmosferine belli ölçülerde tesir eder. Başka bir deyişle örneğin bir filmin klostrofobik bir havada olması için küçücük bir odada geçmesi şart değildir. "Sakın Ses Çıkarma"daki Paddy’nin mekanı da büyük sayılabilecek, birkaç katlı, bolca açık mekanı ve bahçesi olan bir kır evi. Ancak ana mekanın göreceli olarak geniş olması Dalton ailesinin buradan çıkamamasını, sıkışıp kalmasını, bir türlü ayrılamamaların engellemiyor. İlk beklenmedik olaydan sonra apar topar bu evden ayrılan Ben ve ailesinin ensesine bu ev bir süre sonra adeta bir ‘virüs’ gibi yapışıyor, onlar çıkmaya daha çok çalıştıkça üstlerine kapanıyor. Ama yönetmen bunu da zarif bir şekilde kullanıyor ve bu ilk gidişi ve geri dönüşü bir ‘alı koymayla’ değil bir pişmanlık-açıklama-özür dileme üçlemesiyle çözümlüyor.
Oyunculara gelecek olursak: Dalton çiftini oynayan Scoot McNairy ve Mackenzie Davis arasındaki kimya tutmuş gibi duruyor. Rollerine adeta dört elle sarılmış iki oyuncu karakterlerine gereken ruh hallerini başarıyla veriyorlar. Aynı şekilde Paddy’nin eşi Ciara’yı canlandıran Aisling Franciosi de hem fiziğiyle hem de hareketli beden diliyle inandırıcı bir performans sergiliyor. Ama tabii ki oyunculuk açısından aslan payı inanılmaz bir oyunculuk sergileyen James McAvoy’dan geliyor. Oyuncunun zaden kötücül karakterlerdeki başarısını "Split" filminde görmüştük ancak McAvoy bu filmde bunun üstüne adeta bir katman daha ekleyerek çok daha insancıl bir ‘şeytanı’ canlandırıyor. Hikayeyi ve rolünü her haliyle ‘sırtlamış’ olan aktör filmin tartışmasız ‘lokomotifi’ haline geliyor.
Sonuç olarak "Sakın Ses Çıkarma" türünde çok parlak olsa da kuşkusuz devrim yaratacak bir örnek değil: Özellikle bir ‘remake’ olduğu düşünülürse… Ama nasıl desek… Eğer ‘remake’ler bu düzeyde olacaksa her zaman ‘başımızın üstünde yeri’ var!