Salem Cadı Mahkemeleri: Ben her şeyden önce bir cadıyım

Massachusetts’in Salem kasabasına yaptığım ziyaret hayatımın unutulmaz deneyimlerinden biri oldu. Sokaklar; büyü kitapları, tarot kartları, cadı şapkaları satan dükkanlarla doluydu.

Salem Cadı Mahkemeleri, elle boyanmış bir gravür.
Google Haberlere Abone ol

1692-1693 yılları arasında sömürge Massachusetts’te meydana gelen Salem Cadı Mahkemeleri kıtalara ve yüzyıllara yayılan bir hadisenin sadece küçük bir örneğiydi. Kitlesel cadı avlarının başlangıcı çok daha eskilere, 1300’lü yılların Avrupası’ndaki Katolik din adamlarına dayanıyordu. ‘Cadı’ sadece kadınlarla ilişkilendirilen aşağılayıcı bir etiket değil, aynı zamanda kadınlığın ‘kötü yönlerini’ tanımlamak için kullanılan bir terimdi. Kökeni birinin cadı olup olmadığının nasıl anlaşılacağı ve anlaşıldıktan sonra o kişinin nasıl öldürüleceği hakkında bilgiler veren Malleus Maleficarum’dan -Johann Sprenger ve Heinrich Kraemer tarafından yazılan 15’inci yüzyıldan kalma bir el kitabı- geliyordu. Üç yüz yıl süren cadı avları sonunda, kaç kişinin cadılık ve büyücülük suçundan infaz edildiği bilinmese de tahminler sayının 500 bine ulaştığı yönündeydi.

Püriten mültecilerden oluşan Massachusetts’e bağlı kontluklardaki Salem duruşmaları ise Avrupa’daki bu çılgınlığın sona erdiği sırada, görece daha geç bir tarihte vuku buldu. Duruşmalarda 150’den fazla kişi tutuklanıp hapse atıldı, 14’ü kadın 5’i erkek 19 kişi asılarak idam edildi, 1 kişi ölümüne işkence gördü ve en az 5 kişi zorlu koşullar nedeniyle hapishanede öldü. Yetkililer yıllar sonra sanıklardan bazılarını affetse ve ailelerine tazminat ödese de davaların hikayesi paranoya ve adaletsizlik ile eş anlamlı hale geldi. Yabancı düşmanlığından, dini aşırılıktan ve sosyal gerilimden beslenen cadı avının temel motivasyonu; yaradılıştan kaynaklanan nedenlerle şeytanın hizmetinde çalışması daha olası görülen kadınlara zulmetmekti.

Mart 1692’de köyün katı davranışları ve açgözlü doğası ile ün kazanan papazı Samuel Parris’in 9 yaşındaki kızı Elizabeth (diğer adıyla Betty) ve 11 yaşındaki yeğeni Abigail sara nöbetleri geçirmeye başladı. Anlatılana göre bu nöbetlere şiddetli çığlıklar, yerlerde sürünmeler ve anormal hareketler eşlik ediyordu.

Yerel bir doktor çocukları muayene etse de herhangi bir fiziksel rahatsızlık tespit edememişti. Bunun üzerine, o dönem Avrupa’da son derece yaygın olan cadılık suçlaması gündeme geldi. Yalnız yaşayan (Sarah Osborne; dul ve yaşlı bir kadın), yoksul olan (Sarah Good; orta yaşlı dilenci bir kadın) veya farklı bir etnik kökenden gelen (Tituba; Parris’in evinde köle olan Karayipli yerli bir kadın) kadınlar olayların olağan şüphelisi ilan edildi. O dönemde Şeytan’ın, hizmetleri ve sadakatleri karşılığında cadılara -yani kadınlaradoğaüstü güçler verebileceğine inanılıyordu. Özünde
bu; sınıf, din, cinsiyet ile fantastik hayallerin birbirine karıştığı ‘ahlaki’ bir panikti. Neticede ölüm, hastalık, felaket veya talihsizlik için Şeytan’ı suçlamak kolay bir işti. Üstelik Püritenler toplum üzerindeki hakimiyetlerini kaybediyorlardı ve bu durumu kontrolü ellerinde tutmak için kullanabilirlerdi. Büyücülük suçlaması ile yerel sulh hakiminin karşısına çıkan kadınlar, birkaç gün süren sorgularının ardından hapishaneye gönderildi. Muhtemelen Parris tarafından dövülerek boyun eğdirilen Tituba, sözde suçunu ‘itiraf etti’. İddiaya göre “Şeytan bana geldi ve kendisine hizmet etmemi istedi” dedi. Tabii ki de bu, baskı altında verilmiş bir ifadeydi. Tituba ve benzeri itirafçıların çoğu, kendilerini acil yargılamadan kurtarmak için böyle bir yola başvurmuştu.

Bir mahkeme bildirimi.

Paranoya tohumlarının atılmasıyla birlikte, birkaç ay boyunca bir dizi suçlama geldi. Salem Köyü’ndeki kilisenin sadık bir üyesi olan Martha Corey’e yönelik suçlamalar toplumu büyük ölçüde endişelendirdi; eğer o bir cadı olabiliyorsa, o zaman herkes olabilirdi. Olayın ardından köy halkı tuhaf olaylar yaşadığını iddia etmeye devam etti ve cadıların daha geniş bir grup olduğu kanısıyla yeni yargılamalar başladı. Hapse gönderilenler arasında Sarah Good’un dört yaşındaki kızı Dorothy de vardı. Nisan ayında vali yardımcısının duruşmalara katılmasıyla sorgulama daha da ciddileşti. Mayıs ayında ise direkt valinin kendisi (William Phips), Suffolk, Essex ve Middlesex ilçeleri için bir özel bir mahkeme kurulmasını emretti. Özel mahkeme önüne çıkarılan ilk cadı sanığı, cinsel yönden ahlaksız bulunan ve yaşlı bir kadın olan Bridget Bishop’du. Büyücülük yapıp yapmadığı sorulduğunda Bishop, “Doğmamış bir çocuk kadar masumum” yanıtını verdi. Savunma ikna edici bulunmayınca Gallows Hill’de asılan ilk kişi oldu. Mahkemenin kurulmasından sadece birkaç gün sonra, bakan Cotton Mather, mahkemeden hayali delillere, yani rüyalar ve vizyonlar ile ilgili ifadelere izin vermemesini isteyen bir mektup yazdı. Mahkeme bu talebi büyük ölçüde göz ardı ederek temmuzda beş, ağustosta beş, eylülde ise sekiz kişinin idam cezasına çarptırılmasına karar verdi. 3 Ekim’de Harvard’ın o zamanki başkanı olan Boost Mather, hayalet kanıtların kullanılmasını kınadı: “Bir masum kişinin mahkum edilmesindense, on şüpheli cadının kaçması daha iyiydi” dedi. Zira mahkemeye sanık olarak sadece Salem kasabasındakiler değil, komşu kasabadakiler de çağrılır hale gelmişti. Sanıkların dörtte üçü kadınlardan oluşsa da aralarında erkekler de mevcuttu.

Suçlanan erkeklerin çoğu cadı ilan edilen kadınları savunmak için ayağa kalkan erkeklerdi. İşlerin iyice karışmasıyla Vali William Phips, Salem’deki özel cadı mahkemesine son vermek zorunda kaldı. Suçlamalar kısa sürede azaldı ve ardından tamamen sona erdi. İnfazları takip eden yıllarda, olaya karışan çoğu kişi (yargıç Samuel Sewall ve suçlayıcı Ann Putnam) hatalarını açıkça kabul etti.

Yalancı şahitler ve hakimler suçlarını itiraf edince, Salem trajedisi üzerine bir günlük oruç tutulması ve iç muhasebe yapılması emri verildi. Aradan tam iki yüz sonra mahkeme davaların hukuka aykırı olduğunu ilan etti ve 1711’de koloni, sanıkların haklarını ve iyi isimlerini iade eden ve mirasçılarına toplam 600 sterlin tazminat veren bir yasa tasarısını kabul etti. Massachusetts, tüm bu yaşananlardan dolayı, resmi olarak 1957’de özür diledi.

Yetkililer tarafından sorgulanan Martha Corey’in gravürü.

TÜM BUNLARIN ALTINDA PATRİARKAL SİSTEM YATIYORDU

Göreceğiniz üzere ‘cadı avı’ güçlüleri hedef almıyordu. Toplumun en marjinal üyelerini, özellikle de kadınları hedef alıyordu. Davalar başlamadan önce bile var olan cadı stereotipi, şeytaniliğe ilişkin tarihsel anlayışlardan türetilmişti. Özellikle dişi iblislere olan inanç, kadın büyüsü stereotipiyle doğrudan ilişkiliydi. Salem’de erken modern çağ cadılarıyla çarpıcı biçimde benzer özelliklere sahip yamyam kadınların varlığından söz ediliyordu. Bu kadınların yaşlı, fakir, toplumdan izole edilmiş veya cinsel açıdan sapkın olma olasılığı yüksekti. Cadılığa ilişkin cinsiyetlendirilmiş bu özellikler, sözde büyücülükle ilgili davaların veya olay kayıtlarının belgelerinde net olarak görülebiliyordu.

Cadı olmanın yaşı yoktu ancak özellikle yaşlı ve dul kadınlar mercek altına alınmıştı. Bazen saçınızın kızıl olması, bazen de yüzünüzde siğiller çıkması yeterli bir sebepti. Tüm bunlar kadınların genç ve
güzel olmak gibi toplumsal bir kabulden saptıkları takdirde büyücülükle suçlanma olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyordu. Ancak genç ve güzel olmak da yeterli değildi. Bir de ‘iffetli’ olmanız bekleniyordu. Aşırı şuh görünmeniz ve cinselliğinizi özgürce yaşamanız cadılığın bir başka göstergesi olacaktı. Cadılık belirtileri arasında dans etmek, şarkı söylemek, ormanda şifalı bitki toplamak, ebe olmak gibi sıradan aktiviteler de vardı. Bazıları kadınların toplumun geleneksel şifacıları ve ebeleri olduğunu ve erkek tıp kurumu tarafından kasıtlı olarak ortadan kaldırıldığını iddia etti. Tabii ki tüm bunların altında patriarkal sistem yatıyordu.

Cadı avları, kadın bedeni vasıtasıyla sağlanan işgücünün yeniden üretimi için kadınların ‘iş makinelerine’ dönüşmesine vesile olan tarihsel bir olaydı. Zira cadı avlarının yaşandığı dönem, Amerika’nın fethi, köle ticaretinin başlaması ve köylülerin mülksüzleştirilmesiyle aynı zamana denk gelmişti; bunların hepsi kapitalizmin yükselişine işaret ediyordu. Dolayısıyla kapitalizmin ortaya çıkışına ilişkin tarihsel bulmacanın bir parçasıydı. Geçimlik ekonomiden, kar amaçlı üretime geçiş bir günde olmadı. Kapitalist gelişmenin ilk evresinde ekonomik ilişkilerdeki yapısal değişimle beraber üretimin yükü çoğunlukla kadınların omuzlarına düştüğünden, geçimlik tarım uygulamalarını kurtarmaya çalışanlar da onlardı. Hükümetlerin büyücülük suçu gibi yeni bir yasa çıkarmasının bir sebebi de feodalizme kapitalizm dışında alternatif bir çözüm getiren kadınların direnişini kırmaktı.

Kendi yiyeceklerini yetiştirdiklerinden temel malzemeleri satın almak için paraya bağımlı değillerdi. Yozlaşmış lordlara karşı hasadı çürümeye bırakmak ya da işi bitirmemek gibi stratejiler geliştirmekle kalmamış, insanları şifalı bitkilerle iyileştirme konusundaki yetenekleri ve ebeliğe ilişkin bilgileri sayesinde toplumda bir konum kazanmışlardı.

The Witch No. I, Joseph E.

Şifacıya yapılan saldırı, kadınların hayatta kalma becerilerinin toplumdan alınmasına ve yalnızca işgücüne katılacak çocukları üreten rahimler olarak görülmesine sebep oldu. Kadının üreme işlevinin işgücü üretmeye tabi kılınmasıyla kadın bedeninin kontrolü sağlandı. Bu kontrolü ele geçirmek için halk arasında kitlesel bir psikoz yaratıldı ve büyük bir propaganda başlatıldı. Ana hedefleri, toplumun özerkliği ve bütünlüğü için hayati önem taşıyan bilgilere sahip olan alt sınıf kadınlarıydı. Şifa, doğum kontrolü ve ebelik gibi bilgiler devletin çıkarlarına ve yeni mekanik paradigmaya doğrudan karşı çıkıyordu. Bu kadınların çoğu yakalandı, adil olmayan yargılamalara maruz bırakıldı ve vahşice öldürüldü. Ardından ilk erkek ebeler ortaya çıkmaya başladı ve bir yüzyıl içinde kadın doğum neredeyse tamamen devletin kontrolü altına girdi. Bunun bir diğer anlamı şuydu; piyasada değişime tabi olmayan temizlik, çamaşır, yemek gibi ev işleri ve yaşlılar, hastalar, çocuklar ve engelliler için harcanan bakım emeği kadınlar tarafından ‘karşılıksız’ bir şekilde sağlanacaktı. Kadınlar küçük aile işletmelerinde ve tarımda ‘ücretsiz’ olarak çalışacaktı.

Kadınlara verilen çocuk yetiştirme ve ev işi gibi görevler onların gerekli üretken kaynaklara ulaşmalarını engelledi ve bu durum devlet kurumları, şirketler, üniversiteler, ordular ve ibadethaneler tarafından desteklendi.

Kadınların zaman içinde ücretli emek gücüne katılımları bu durumu değiştirmedi. Kadın doğasının bir parçası ve yatkınlığı olarak sunulan bu işler, kadınlar tarafından özel alan içinde mesai saatlerinden azade bir şekilde yapılmaya devam etti. Cinsiyete dayalı iş bölümü toplumsal cinsiyet ilişkileri çerçevesinde doğallaştırıldı. Çünkü kadınların ev içindeki görünmeyen emeği patriarkal yapının en temel dayanaklarından birini oluşturuyordu. İşte o dayanak ‘cadı avları zamanlarına’ uzanıyordu.

Büyücülük suçundan idam edilen Bridget Bishop’un anısına.

BÜYÜCÜLÜK YALNIZCA BİR BAHANEYDİ

Özetle, ‘büyücülük’ yalnızca bir bahaneydi, arkasında bambaşka yapısal nedenler vardı. Uzun bir süre hem sosyal hayattan hem de eğitim kurumlarından dışlanan kadınların şifalı bitkiler toplamak, ebelik yapmak, aşk iksirleri satmak gibi çareler araması tabii ki de anlaşılır bir şeydi. Ancak bu durum patriarkanın işine gelmiyordu. ‘Anneliğin kutsallığı’ Bakire Meryem üzerinden devam ettirildi. “Sen her şeyden önce bir annesin” demek; biraz da “Sen bir cadı değilsin” demekti. Bir şeye kutsallık atfettiğinizde artık o şey sizin ‘asli göreviniz’ haline geleceğinden, o ‘asli görevi’ korumakla yükümlüydünüz. Bunların arasında sadece çocuk yapmak değil, ‘iffetli kalmak’, ‘güzel görünmek’, ‘kibar olmak’, ‘usturuplu giyinmek’ gibi şeyler de olacaktı. Cadı olduğu iddia edilen kişiye işkence etmenin sebebini büyücülüğü engellemek olarak söyleseler de büyücülük suçlamalarının temelinde sosyal ve ekonomik gerilimler yatıyordu. Büyücülüğe bağlı şiddet, kadına yönelik şiddetin geniş bağlamında ciddi bir sorun olmaya devam etti. Tanzanya’da her yıl tahminen beş yüz yaşlı kadın, büyücülük veya cadı olma suçlamaları nedeniyle öldürülürken; Suudi Arabistan’da büyücülük ölümle cezalandırılabilen bir suç olmayı sürdürdü.

Etrafınıza pembe gözlüklerinizi çıkarıp baktığınızda modern cadı avlarının devam ettiğini görebilirsiniz. İşyerinde, aile içinde, okulda, sokakta ve bilhassa erkek egemen ortamlarda bir çift söz etmek ‘had bilmemek’ ile eş anlamlı olduğundan, okların hedefi olmamak adına sesinizi kısmış olabilirsiniz.

Cinsellik gibi konularda konuştuğunuz an cadı diye avlanacağınızdan bazı kritik anlarda çenenizi kapalı tutmuş olabilirsiniz. Bu avların yalnızca Avrupa’ya ve sömürge Amerika’ya özgü olduğunu düşünüp başka yerlere yayılmadığını varsaymış olabilirsiniz.

Daha da ötesi ‘doğaüstü’ olarak tanımlanan okültizmin ve özellikle de ‘büyücülüğün’ kadınlar için güçlendirici olabileceğini hiç aklınıza getirmemiş olabilirsiniz. Ancak kısacık bir tarihsel arayışla beraber durumun bambaşka olduğunu kolaylıkla göreceksiniz.

Salem’de gördüğüm büyü kitapları, tarot kartları, cadı şapkaları ve kehanet çubukları satan dükkanlar basit turistik dükkanlar değildi. Aynı zamanda bir ‘tepkinin’ de ifadesiydi. Tüm bunlar bana okült ilimlerin yeni bir siyasi konuyu şekillendirmede faydalı olabileceğini düşündürdü. Konsolide olmak için kendine yeni kurbanlar aramaya devam eden bu kontrolsüz güce karşı yapabileceğimiz ilk şey ‘cadılık’ kavramını sahiplenmek ve ona ‘olumlu’ anlamlar yüklemek olacaktı. Belki de her şeyden önce bir anne değil, cadı olmamız; geri dönüp, bizim olanı geri almamız gerekecekti.