Sally Rooney: Çoksatar muhafazakarlık
Sally Rooney'in 'İntermezzo' romanı Begüm Kovulmaz çevirmenliğinde Can Yayınları tarafından yayımlandı.
Günümüz çoksatanlarının yapısını çözümlemeye kalksak ne buluruz? Şu ünlü bestseller fıkrasının özetlediği yapı? Seks, aristokrasi, tarih, gizem ve din… Bu formül her çoksatarın içinde var mı tartışılır ama sanırım "aile" ve "travma" kavramlarını çoksatar endüstrisinde olmazsa olmaz sayabiliriz. Karakterlerin her birinin bir travması vardır. Bu travmalar genellikle aileyle, geçmişle ilgilidir (alın size "tarih"). Travmanın öyle baş edilemez türden olması da gerekmez, bir terapi seansını dolduracak bir travma kâfi gelir. Roman mekanları çoğu zaman turistik bir imge olarak yer alırlar, kimi zaman da yalnızca bir kimliğin taşıyıcısı olarak.
Şimdi Sally Rooney’in dördüncü ve son romanı 'İntermezzo'nun bu yapıya uyup uymadığına bakalım.
Babaları Doğu Avrupalı, anneleri İrlandalı iki erkek kardeş. Peter 32 yaşında bir insan hakları avukatı. Ivan ise 24 yaşında, abisinin deyimiyle sosyal ilişkilerde sorunlu bir satranç dahisi. Roman, Doğu Avrupalı babanın ölümüyle başlıyor. Anne, ikinci kocası ve oğullarıyla kendi hayatını yaşıyor. Peter’ın İsavari bir serzenişle "beni neden terk ettin" deyişinden baba tarafından pek benimsenmediğini anlıyoruz. Peter’ın bir travması baba, diğeri de onları terk eden, "parfüm kokulu" anne. Rooney’in birkaç yerde annenin parfüm kokusunu vurgulaması, şu bizim muhafazakâr yazarların kadının doğallığını ahlakın göstergesi saymalarını çağrıştırıyor ama neyse, muhafazakar damgası vurmakta aceleci davranmayalım.
Peter’ın, seks işçiliğinin eşiğinden dönmüş üniversite öğrencisi Naomi’yle bir ilişkisi var. Yatakta köleleştirilmekten hoşlanan Naomi, Peter’la ilişkisine biraz da üniversite masraflarının karşılanması olarak bakıyor. Peter’ın asıl sevdiği kadın yıllar önce beraber olduğu ama 25 yaşında geçirdiği feci kazadan sonra Peter’ı terk eden akademisyen Slyvia. Gördüğünüz gibi, karakterler psikoloji kitaplarındaki kişilik analizlerinden ödünç alınmış adeta: İçe dönük kişilik Ivan, dışa dönük kişilik Peter. Ya da başka bir karşıtlık: Entelektüel Sylvia ile seksi Naomi. Bizim ahlakçı Tanzimat yazarlarının pek sevdiği ikili karşıtlıklar bunlar. Bu karşıtlıklar kurulduktan sonra yazarın bize fazla bir şey söylemesi gerekmiyor, her ne kadar 471 sayfa boyunca bunu umut etsek bile. Her şey bu tanımlanmış karşıtlıklar içinde olup bitiveriyor.
Ivan ve Peter’ın arasında bir iletişimsizlik var, Ivan bunu "nefret" olarak adlandırıyor ama iki kardeş arasındaki çatışma, karakterlerin hayatında olup biten diğer her şey gibi "dişe dokunur", dolayısıyla biz okurları ikna edecek sahicilikte değil.
Ivan ile Peter arasındaki karşıtlık, kadınlarla kurdukları ilişkilerde de geçerli: Bir yanda Ivan’ın, 36 yaşında, ayrılmayı kabul etmeyen alkolik kocasının ve tutucu İrlanda taşrasının gölgesinde, kendisinden 12 yaş küçük, diş telleri takan bir gençle hazzı ve aşkı tatmaya çalışan Margaret’le kurduğu ilişki; bir yanda da 32 yaşındaki Peter’ın 23 yaşındaki Naomi ile kurduğu ilişki. Margaret’in alkolik kocası iyi ama hasta bir adam olarak, olay örgüsüne bir etkide bulunmadan, sadece bir isim olarak geçip gidiyor. Onun varlığı erkekliği sorgulamamıza da yardım etmiyor.
GÖRÜNMEYEN KENTLER
Dublin ya da İrlanda taşrası mekan olarak bir rol oynamıyorlar 'İntermezzo'da. Sadece bir kimliği imlemek için anılıyorlar: İrlandalılık. Romanda dış dünya neredeyse yok, adı anılan şehirlere ve kasabalara rağmen, her şey evlere ve telefon ekranlarına sıkışmış durumda. Bu da ister istemez, Henri Lefevbre’nin "pratik ve toplumsal yaşamın ‘yeniden özelleşmesi’, aile yaşamına, yani özel gündelik hayata kapanma" diye tanımladığı olguyu akla getiriyor. Kolektif olandan sıyrılmış gündelik hayatta bütün hayatlar dört duvar arasına kapanmıştır adeta. Yazar, günümüz anlatısının çok sevdiği aile içi hesaplaşmalar için yeniden ve belki de sonsuza dek özelleşmiş bir hayata ihtiyaç duymaktadır. Karakterler evlerinin ve ofislerin içinde sevişirler (birörnek sevişme sahneleri çoksatarların fettan tanrılarını bile hayal kırıklığına uğratacak kadar sıkıcı olsa da), konuşurlar, telefonlarının ekranlarını kaydırırlar, tuşlara basarlar. Teknolojinin bile dolduramadığı bir boşluk vardır gündelik hayatın ortasında. Travmalarla, sevişmelerle, serzenişlerle de dolmayan. Belki de kolektif olanın, toplumsal olanın çekip alınmasından doğan boşluktur bu. Sürekli kendini tekrar eden bir boşluk.
Lefevbre 19. yüzyılın karakteristik temalarını şöyle tanımlar:
“Yenilgi, bozgun teması.
İkilik teması.
Olağandışılık, mucize teması.”
Lefevbre’ye göre, 19. yüzyıl romanı, olağandışılık ve mucize temasıyla "gündelik yaşamı küçültmeye, gözden düşürmeye çalışır." Gerçek haliyle dünyanın değersizliği dert olmuştur 19. yüzyıl yazarına. Kendini Napolyon olarak gören zavallı, yoksul bir hukuk öğrencisinin gündelik hayata burun kıvırmaması düşünülemez zaten, değil mi?
Günümüz romanı ya da popüler romanı mı demeli, mucizeyi, olağandışılığı ortadan kaldırıp gündelik hayatın bayağılığına teslim olmuş gibidir. Sorun da budur zaten, bu teslim oluşta, Barbara Pym’in 'Kusursuz Kadınlar’ının, bulaşık yıkayan bir kadının 24 saatini bilinçakışıyla anlatmayı düşleyen gözüpeklikten, kahramanca karşı koyuştan eser yoktur.
ÜŞENGEÇ GEVEZELİK
Rooney, karakterlerinin düşüncelerini ya da diyalogları aktarmada ilginç bir listeleme yöntemi kullanıyor:
"Sylvia, Austen sempozyumu için hazırladığı makaleden söz etti. Sohbeti sürdürebilecek kadar aşina olduğu bir konu. Hatta Darcy’nin kalemini onarması hakkındaki aptalca şakasıyla onu güldürdü bile. Soğuk ve karanlık kış havası, sudaki ışıklar. Naiplik dönemi edebiyatından söz ettiler. Napoleon Savaşları’nın önemi. Napoleon, o büyük adam. Toussaint Louverture. Bolivar, Garibaldi. Farklı tarihi figürlerin romantik cazibesi. Peter’ın aklına nedense Akitanya düşesi Eleanor gelir hep. Avrupa’nın Protestan ve Katolik ulusları arasındaki kültürel farklar."
Bu tür listeleme yöntemine o kadar başvuruluyor ki, insan ister istemez telefonda uzun mesaj yazmaktan sıkılıp kısaltmalara başvuran insanları getiriyor akla. Teknolojinin dili edebiyatı bu kadar belirledi mi? Roman yazarı, bu listelemeden karakterlerine dair ne gibi sonuçlar çıkarmamızı umuyor? Evet, Dostoyevski’nin geveze kahramanları yok günümüzde ama bu üşengeçlik neden? Politikanın ya da herhangi bir konunun, yeniden özelleşmiş yaşamda bir yerinin ve öneminin olmamasından mı? Ve sormadan geçemeyeceğimiz bir soru: Bu üşengeçlik ve kestirmecilikle, nasıl olup da Dostoyevski’ninkiler kadar kalın romanlar yazılabiliyor?
Ivan’ın ekolojik duyarlılığı, Peter’ın, kardeşini kadın düşmanlığıyla suçlaması romanda politikaya değil ama politik doğruculuğa dair bir ipucu veriyor. Uzayıp giden listelerden karakterlerin ne düşündüklerini kestirmek için insan sarrafı değil, kelimenin tam anlamıyla müneccim olmak gerekiyor. Google arama motoruna yazılan kelime grupları gibi listeler okura bir şey anlatmaktan o kadar uzak ki, 471 sayfa bütünlüklü, tutarlı bir karakterin ortaya çıkmasına yetmiyor ne yazık ki. İnsan sormadan edemiyor, edebiyat piyasası için çekiciliğini bir yana bırakırsak, İrlanda’nın bu roman için gerçekten bir önemi var mı? Yoksa aynı hikaye herhangi bir kentte ya da taşrada da geçebilir miydi?
'İntermezzo’da anlatıcı bir kamera aracılığıyla izletiyor bize olayları. Oluş anlarına tanık oluyoruz. Her şey şimdide olup bitiyor. Televizyon ekranındaki bir reality şovu izler gibi, etkisiz, yargısız, anlatıcının anlattıklarını gerçek zamanıyla izliyoruz. Olaylar geçip gidiyor gözümüzün önünden, bir sahne özetleniyor. Sonra bir başka sahneye geçiyoruz. Yargı oluşturmamız, düşünmemiz arzulanmıyor bile. Yazar, "yeniden özelleşmiş" bir yerde, ailenin tam kalbinde açıyor romanını ve sonra sosyal medyanın anonim diliyle bizi yine her şeyin kendi üzerine kapandığı yere, aileye götürüyor. Pek de gerçek olmayan çatışmalar, travmalar bir çırpıda çözülüveriyor. Yalnızca aile içinde görebileceğiniz bir mutluluk sahnesi. 21. yüzyıl romanı döngüsellikle başladığı yerde bitiyor. Zaten karakterlerin topluma dair, kolektife dair bir tahayyülleri yok. İkilemleri haz ve daha fazla haz arasında. Bu yüzden bedenin zamanını kolluyorlar. Margaret, yaşlanıp çirkinleşince Ivan’ın artık onu sevmeyeceğinden korkuyor. Bedenle başlayan hikaye yine bedenin üstüne kapanıyor. Bir zamanların beden ruh ikilemi çoktan rafa kalkmış durumda; şimdi sadece beden var, bedenin zamanı var. Bu yüzdendir ki akıl çağı, iletişim çağı bile bedenin döngüselliğinden kurtaramıyor bizi.
Belki yeni çağın gerçekliği bu. Telefon mesajlarının, sosyal medyanın belirlediği bir dille aktarılan bir gerçeklik. Sürekli aşina olanın peşinden gitme, kökler… Sahte çatışmalardan sonra gelen esenlik duygusu. Dünyayı saran iletişim ağlarının bile evin dört duvarı arasında sıkışıp kalması. Roman gündelik hayata tutunuyor. Evet, belki de Terry Eagleton’ın entelektüel meseleler için söylediklerini günümüz popüler romanı için de söyleyebiliriz:
"Entelektüel meseleler artık o malum fildişi kuleye hapsedilmiyor, tam tersine medyayı ve alışveriş merkezlerini, yatak odalarını ve genelevleri de kapsayan geniş bir dünyayı kucaklıyor. Gündelik hayatın tam göbeğine eklemlenmiş durumdalar ama onu eleştiriye tabi tutma yeteneklerini yitirmek pahasına."
Roman da deneyimden, kolektiften, irade gücünden arınmış bir gündelik hayatın ortasında ama yalnız onu eleştirme yeteneğinden değil, anlama ve anlamlandırma yeteneğinden de uzak. Belki de çoksatarlığın formülü de bu: Sürekli kendi üstüne kapanmanın verdiği o rahatlatıcı his, telefon ekranlarındaki hızla değişen görüntülere tezat hep orada olan, sonsuza dek eşeleneceğimiz kutsal aile. Yazıyı Lefevbre ile bitirelim:
"Yeniden-özelleştirme" tarih hızlanırken meydana gelir. Bunun, yalnızca bu aceleci hızlanmanın içinde barındırdığı yenilgilerle, sınama ve tehlikelerle değil, tekniklerle de bağı vardır. İmdi, başta radyo ve televizyon olmak üzere, bu teknikler özel yaşamı toplumsal ve politik yaşama, tarihe, bilgiye açıyor olmalıydı. Bilinç ve özel yaşam kendi üzerine kapanırken, buna, yaşamın ve bilincin ‘küreselleşmesi’ eşlik eder. Açılım, öngörülmemiş sonuçlar yaratır. Öngörülür ve beklenen ‘küreselleşme’ kendi üzerine kapanma tarzında gerçekleşir. Artık kendini yurttaş olarak hissetmeyen özel insan, koltuğunda otururken, evren üzerinde etkisi yokken ve bunu dert etmezken, evrene tanık olur. Dünyaya bakar. Küreselleşir; ama sadece bir bakış olarak küreselleşir. Bir ‘bilgi’ edinir. Fakat bu bilgi tam olarak neden ibarettir. Gerçekten bilmekten ya da görülen şeyler üzerindeki iktidardan, olaylara gerçek katılımdan değil. Burada yeni bir tür bakış vardır: Şeylerin imgesine yönelmiş, ama güçsüzlüğe indirgenmiş, sahte bilinç ya da kısmi bilgi sahibi olmaya, katılımsızlığa indirgenmiş toplumsal bir bakış. Gerçek bilgi, gerçek güç, gerçek katılım bu bakışla uzaklaşır; asla bu bakışın altında değildir."
Kaynaklar:
Sally Rooney, İntermezzo. Çev. Begüm Kovulmaz, Can Yayınları, 2024.
Henri Lefevbre. Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, 2010.
Henri Lefevbre. Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, 2010.
Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, Literatür Yayınları, 2006.
Not: Rooney’in Filistin halkına uygulanan soykırıma karşı sergilediği onurlu tutuma saygıyla elbette.