YAZARLAR

Sana kanmayacağım Sait Faik!

Bugün insanları sevmek is-te-mi-yo-rum diye söylenirken ben, mavi bakışlarıyla dikiliyor karşıma. Kanmayacağım ona, inandıramaz beni artık insanlara. Siz siz olun yazarınızı hırsa kapılarak sınava çekmeyin! Ve… küstahlığım anında un ufak oluyor. Düş şu insanların yakasından, neden böyle sürüp gittiğine bak diyor.

Mahallenin esnaflarından biri elinde ince sopası, incir ağacının meyvelerini düşürüyor. Patlayan, çatlayan meyveler kaldırımlarda oradan oraya yuvarlanıyor. Esnafın tepesinde, yukarıda penceredeyim. Ağacın altında adamın kıpkırmızı arabasını görünce neler döndüğünü anlıyorum. Dünya yansa yerinden kalkmaz şu esnaf nasıl bir uğraş içinde bakın görün. Yeter ki arabası meyve lekesi olmasın. İçimden çok şeyler kendiliğinden kopup düşüyor, tıpkı o incirler gibi çatlayarak. Ne ağaçla ne başka bir canlıyla, ancak sopayla kuruluyor o canıgönülden ilişki!

Bir ucu merdivenli bu yokuş sokakta düşürülen incirlerle birlikte yapraklar, boş poşetler, pet şişeler yuvarlanıp gidiyor. Pervazdaki cep telefonunun ekranında X açık. Şer nehri akıyor. İşte aşağıda da pislik ve toz içindeki Beytülmalcı sokağı. Söylenmeye başladım ya, çağrışımlarla donatıyorum zihnimi. Önce sokağın isminin hatırlattıkları… Beytülmal, devletin hazinesi… Görüntüler üşüşüyor; çalakaşık yiyenler, davetli olmadıkları, yerleri olmayan sofralara çökenler… Bir el sıkıp sıkıp bırakıyor yüreğimi.

Zihnimden kovalıyorum görüntüleri, bir yandan da hiç susmadan söylenmek isteğiyle dolup taşıyorum. Hatta bugün insanları sevmek istemiyorum. Ama mavi bakışlarıyla Sait Faik dikiliyor karşıma. Ne kadar çok sevsem de, bugün görmek istemiyorum onu. Çünkü biliyorum insanı sevdirecek bana. Oysa ben söylenip durmak istiyorum ve bugün insanları sevmek is-te-mi-yo-rum.

Bir şeytanlık geliyor aklıma: Hikâyelerinin içine sinsice sızıp kanıt arayacağım. Öyle cümleler bulup çıkaracağım ki itiraz edemeyecek. “Sen de anlamak istememişsin, sen de sevmemişsin insanı,” diyeceğim.

Kendimi haklı çıkarmanın peşine takılıp “Söylendim Durdum” öyküsünü açıp okuyorum. Zehir yeşili, kötü kokan bir şehirden ve onun kendine kendine insanlarından bahsediyor. Tamam budur! Zaten hikâyenin adından belli, Sait Faik’le aynı tarafta olduğumuza eminim. Gözlerim satırlarda ilerliyor. Buldum: “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir.” Oh be, şöyle sırtımı Sait Faik’e dayayıp ağız dolusu söylenebilirim artık. Anlatıyor işte insanın insana ettiklerini, benim gibi yakınıyor. Yüzümde gururlu bir tebessüm. Peki, şu içimdeki, bir şeylerin ters gittiğine dair sezgi neyin nesi? Aldırmamaya çalışarak okumaya devam ediyorum: “Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkân yoktur. Hani bazı insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir.” İçime su serpiliyor. İnsanlardan böyle böyle yaka silkiliyor işte sevgili yazarım, sen de her zaman anlamaya çalışamazsın ya onları, diyerek böbürleniyorum.

Siz siz olun, yazarınızı hırsa kapılarak sınava çekmeyin.

Ve… küstahlığım anında un ufak oluyor.

Az önceki cümlesine devam ediyor Sait Faik: “Hepimiz öyleyiz işte. Bütün iyilikleri, bütün dostlukları, tulumba gibi emeriz.”

“Hepimiz öyleyiz işte!” Ben değilim, şu sokaktakiler, dışarıdakiler tam da anlattığın gibi diye haykırmak ve onu şahit göstermek isterken yüzleşmelerle baş başayım. Sayfaları çevirdikçe can sıkıntım artıyor, Sait Faik’e yapmaya çalıştığım numara bayağılaşarak eriyor.

Sait Faik bütün o kızdığım “küçük insanlar”ın ardındaki dev çarkı usulca işaret ediyor. Kestaneyi çürükleriyle satana değil de, bunun neden böyle sürüp gittiğine bak, diyor. Düş şu insanların yakasından, diyor.

Elimdeki kitabı kapatıp dışarı çıkıyorum. Yürüyorum. Sokağın köşesini dönerken Gümüşay Apartmanı’nın duvarına asılan levhayı okuyorum: “Ahmet Hamdi Tanpınar 1901-1962. Bu binada yaşadı.” Edebiyatın hatırıyla yaşamayı hiç unutma, diyorum kendi kendime. Hangi çark, hangi dişli parçalayabilir edebiyatı!

Not: Yazıda bahsi geçen hikâyeyi okumak isteyenler, onu, yazarın İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Mahalle Kahvesi kitabında bulabilirler.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.