‘Sanatçı, yaşadığı yüzyıla sırtını dönemez’

Albert Camus'nün 'Yaratma Tehlikesi' kitabı Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta, Camus’nün İsveç’te yaptığı ödül konuşmasıyla birlikte Uppsala Üniversitesi’nde verdiği konferans yer alıyor.

Google Haberlere Abone ol

Albert Camus, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığı 1957’den önce, felsefi söyleminin ikinci aşaması olan başkaldırı üzerine metinler üretmiş ve tarihsel başkaldırı çalışmalarının doruk noktası 'Başkaldıran İnsan'ı yazmıştı. “Devrimlerin adalet isteğinden uzaklaşarak kendini yaşatma arzusuyla hareket ettiğini” söyleyen Camus, devrimcilere, “her şey yapılabilir” ve “her şeye izin vardır” gibi iki ilkeyle amacından saptığına dair eleştiriler yöneltirken memleketi Cezayir’de bağımsızlık savaşı başlamış ve ülkenin Fransızlaşmasına ilişkin görüşleri yüzünden başta Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir olmak üzere, pek çok entelektüel tarafından sert biçimde eleştirilmişti. Bu iki ana nedenden ötürü üçlünün arası açılmış ve Camus’nün 1960’taki ölümüne dek kavgaları sürmüştü.

Camus, 10 Aralık 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak için İsveç’e giderken Kıta Avrupası’nda Camus-Sartre-Beauvoir kavgasının yanı sıra Camus’nün romancılığı, edebiyatçı-sanatçı kimliği ve aydın olma sorumluluğu tartışılıyordu.

Camus’nün İsveç’te yaptığı ödül konuşmasıyla birlikte Uppsala Üniversitesi’nde 14 Aralık 1957’de verdiği konferansın yer aldığı 'Yaratma Tehlikesi', ilk kitabının yayımlandığı 1940’lardan o güne kadarki yazarlığı, tartışmalara neden olan politik tavrı ve felsefi söylemi dikkate alınarak okunması gereken bir metin.

'FELAKET ZAMANLARINDA YAŞAMAYI MÜMKÜN KILAN BİR SANAT' İÇİN

Cezayir-Oran’daki Belcourt İlkokulu’ndan öğretmeni Louis Germain’e ithaf ettiği ödül konuşması, geniş bir kesim tarafından Camus’nün “çağının vicdanı” ve “sessizliğe mahkûm edilen sanatçıların sesi” diye nitelenmesini sağlamıştı.

Yaratma Tehlikesi, Albert Camus, Çevirmen: Alper Bakım, 48 syf., Can Yayınları, 2021.

Camus, konuşmasında hem kendi yazarlığının hangi temeller üzerinde yükseldiğini hem de benliğini, toplum ve başkası arasında gidip gelirken nasıl keşfedebileceğini anlatıyor. Sanatçının halkın, entelektüellerin ve işçilerin yanında yer alması, yazarın da tarihe ve tiranlara boyun eğmeden iki angajmana dayanması gerektiğinden bahsediyor: “Bildiği şeyler üzerine yalan söylememek ve her türlü baskıya karşı direnmek.”

1930’ların ikinci yarısından başlayarak faşizm ve totalitarizm gibi karanlık tünellerden geçen, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımıyla yüzleşen Avrupa ve dünyayı hatırlatan Camus, yazmanın onuru ve sorumluluğuyla ayakta kaldığını, acıyı ve umudu anlatıp nihilizmi reddederek yaşama tutunduğunu, “felaket zamanlarında yaşamayı mümkün kılan bir sanattan” yana zar attığını vurguluyor.

Zorbaların her şeyi yok etme potansiyeline, insana ve yaşama kör ideolojilere, vasat iktidarlara, nefrete ve tahakküme hizmet edenlere karşı çıkarak yazma sorumluluğunun temellerini sağlamlaştırdığını belirten Camus, bu vicdani eyleminin ana eksenini açıklarken yazarın konumuna ve eylemine dair cümleler kuruyor: “Yazar savunmasız fakat inatçıdır, hak gözetmezken adalete tutukuyla sarılır, yapıtını utanç veya gurur duygularından arınmış bir şekilde, herkesin gözü önünde inşa eder, acı ve güzellik arasında gidip gelir ve tarihin yıkıcı ilerleyişine karşın, eserlerini içindeki yaratıcı kişilikten kararlılıkla çekip çıkarmaya çalışır.” 

'SANATIN TEMEL GÖREVİ ANLAMAKTIR'

Camus’nün Uppsala Üniversitesi’nde “Sanatçı ve Çağı” başlığıyla verdiği konferans ise ödül konuşmasının daha geniş ve tarihsel bağlantılarla desteklenmiş hâli âdeta.

Sanatçı ve yazarların, geçmiş ve gelecek arasında zamanının tanığı olduğunu (olması gerektiğini), seçimler yapmaya zorlandığını, yaratarak kürek çektiğini ve eskisi gibi konforlu alanlarda bulunmadığını söyleyen Camus, “yaratmak bugün tehlikeli bir eylemdir” ifadesini şöyle temellendiriyor: “Sanatçının yayımladığı her eser bir eylem niteliğindedir ve bu eylem, hiçbir şeyi affetmeyen bir yüzyılın arzuları karşısında kişiyi savunmasız kılar. Buradaki sorun sanatın bundan dolayı zarar görüp görmeyeceği değil, sanat ve onun ifade ettiği şeyler olmaksızın yaşayamayan insanlar için çok sayıda ideolojinin baskısı altında (ne kadar çok kilise var, ne büyük bir yalnızlık!), yaratma özgürlüğünün nasıl hâlâ mümkün olabileceğidir.”

Camus’ye göre sanatçı, hem yaratma sıkıntısı çekiyor hem de ortaya koyduğu eser nedeniyle bazen toplumun belli bir kesiminin bazen devletin tepkisiyle karşılaşıyor. Sanat nefreti ve sanatçılar arasındaki çatışmalar da cabası.

Öte yandan, sanatseverlerden ya da sanatı alımlayanlardan daha kalabalık kitlelerin bulunması bir değer problemi doğuruyor yazara göre. “Sanat aldatıcı bir lüks müdür?” sorusuna yanıt arayan Camus tarihe, 1950’lerin toplumsal yapısına, gerçeklere, değerlere ve özgürlüğe bakışın nasıl değiştiğine yönelik çözümlemeler yapıyor. Dahası, ticarileşen dünyada ve etrafına toplanan kof kalabalık içinde sanatçının aslında ne kadar yalnız bırakıldığını hatırlatıyor.

Sanatın bir monolog olmadığını ve sanatçının da yalnız kalmayıp toplumdan ayrı düşmemesi gerektiğini belirten Camus, “sanatçı, eserlerinde tüm dünyaya hitap ederken aynı zamanda tüm insanlığı konu etmesi için herkesin bildiği, müşterek gerçeklerden konuşması gerekir” diyor. 

Camus, tarihsel başkaldırı söylemiyle bağlantılı olarak sanatın ve sanatçının ideolojilere ve yorumun yorumlarına hapsedilmemesi; gerçekliğin ve hayal gücünün kısıtlanmaması gerektiğini söylerken sanatın, “lükslerin en kötüsü” ve “yalanların en acınası olan zorunlu iyimserlik” tuzağına düşme tehlikesinden bahsediyor. Bu anda sanatçının eylem insanı kimliğine bürünmesinin şart olduğunu vurguluyor: “Dünya hiçbir şeydir, aynı zamanda her şeydir. Hakiki sanatçı yorulmadan bu ikili gerçeği haykırır. Uyuyan bir dünyada onun ayakta kalmasını sağlayan, gözlerini açık tutan ve daha önce karşılaşmasak da bir şekilde tanıdığımız gerçekliğin uçucu ve ısrarcı görüntüsünü uyandıran bir haykırıştır bu. Ayrıca sanatçı, yaşadığı yüzyıla sırtını dönemez ve onun içinde kaybolamaz. Ona sırtını dönerse boşluğa konuşur. Onu bir nesne diye ele aldığındaysa kendi yaşamını da bir özne olarak benimser ve ona bütünüyle boyun eğemez. Sanatçı, ancak diğer insanların yazgısını paylaşmayı seçtiği zaman olduğu kişiyi kabullenebilir (...) Sanatçı mutlak yargılarda bulunamaz. Aksi takdirde gerçekliği iyi ve kötü arasında paylaştırır, melodrama kaçar. Sanatın temel görevi yasa yapmak ya da hükmetmek değil, anlamaktır. Anlaması kimi zaman hükmetmesine yardımcı olur. Fakat dahiyane eserlerin hiçbiri nefret ya da aşağılama üzerine kurulmamıştır.”

Bir toplumdaki sanatçıların, eğlencelere ve konformizme, “sanat için sanat” görüşüyle kurulan oyunlara ya da gerçekçi sanat vaazlarına kendini kaptırması hâlinde, “nihilizmden ve verimsizliğin dar çemberinden çıkamayacağı” uyarısında bulunan Camus, sanatçının bu kör kuyulara düşmemesi için özgürlük olmadan hiçbir şey yapılamayacağını bilmesi gerektiğini hatırlatıyor. 

Camus, hayranlık duyduğu Eski Yunan bilgelerinin ve filozoflarının metinlerine benzer epik bir anlatımla sanatçının, yaşadığı dönemde üstlenmesi gereken görevlerle ve tutumlarıyla özgürlüğü ve yaşamı savunmayı ilk ödev olarak benimsemesi gerektiğini söylüyor konuşmasında.

Camus’ye göre sanatçı, sanatı aracılığıyla özgürlüğü ve güzelliği koruyarak yaşama bağlanabilir. Böylece çağının parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelebilir, bütün bunları başkalarıyla paylaşıp nihilizmi aşma yolunda sağlam adımlar atabilir.

Uppsala Üniversitesi’nde verdiği konferansta söyledikleri, Camus’nün bahsi geçen bu görüşlerini tamamlıyor. Dahası, yazarın neden bir sanatçı-filozof olarak anıldığını gösteriyor bizlere.