Sanatçının genç bir kurt olarak portresi
Müzisyen ve ressam James Johnston, resimlerini "Hepsi bir bakıma kendi portrelerim, tıpkı bir rüyanın tüm yönlerinin bir şekilde seni temsil etmesi gibi." sözleriyle anlatıyor.
DUVAR- Sevip bağlanabileceğim şeyler gerek bana. Bende öyküler yazma isteği uyandıran, beni çocukluğuma götüren, yaralarımı saran, sihirli şeyler… İki yıl önce Dylan Thomas’ın ‘Sanatçının Genç Bir Köpek Olarak Portresi’ kitabı ve PJ Harvey’in ‘I Inside the Old Year Dying’ albümüyle uzun zaman geçirmiştim, mesela.
Onlarla birlikte yaşamış, onların eşliğinde hayaller kurmuştum. Rüyalarımda bile bana eşlik etmişlerdi o günlerde. Derken YouTube’dan PJ Harvey’in Tiny Desk konserini izlemiştim ve ilk kez James Johnston’ın yüzünü yakından görmüştüm. Bana çok şey ifade eden, anlamlı, sessiz, melankolik bir yüzdü bu.
Yarım saat bile sürmeyen bu küçük konser beni o kadar etkilemişti ki, sonraları, PJ’le çalan, Gallon Drunk ve eski Nick Cave & The Bad Seeds üyesi bu karizmatik İngiliz müzisyenin aynı zamanda bir ressam olduğunu keşfettiğimde, yepyeni bir dünya açılmıştı önümde.
Sevip bağlanabileceğim yeni bir şey daha bulmanın sevinciyle uzun uzun bakmıştım onun resimlerine. Her gün de bakmaya devam ediyorum. Bu yüzden de onunla bu sihirli eserler hakkında konuşma fırsatı yakaladığım için çok mutluyum.
Tuhaf bir çocuktum. Kâbuslarımda gördüğüm yaratıklara âşık olurdum. Odamın içinde beliren trollere, korkunç gülüşlü iskeletlere, kırmızı gözlü kurtlara… Bazı geceler yatağım bir korku treni olurdu ve ben ruhumun karanlık bahçelerinde dolaşmaktan büyük zevk alırdım. Senin resimlerini ilk gördüğümde çocukluk rüyalarım aklıma geldi. Rüyalar ve kâbuslar beslendiğin bir alan mı? Hatırladığın ilk rüyan ne?
En çok tekrarlayan rüyalarım rutubetli yeraltı odalarını keşfettiğim rüyalar. Aynı zamanda da tam tersi: Yani, tanıdığım ve olmak istediğim ama aslında çoğu zaman hiç göremediğim bir yere doğru bir tepeye tırmandığım rüyalar.
Hatırladığım ilk rüya ateşim varken gördüğüm bir rüyaydı. Hastaydım ve kendimi daha da sıcak ve kendimden geçmiş hissettiğimde, bir hız göstergesinin de buna paralel olarak giderek daha da yükseldiğini fark ediyordum. O zaman yatak yana devrilecek ve kayıp düşeceğim sanmıştım.
Resimlerde belirli bir rüyanın temsilini yapmak yerine, hayal gücümün özgürce çalıştığı, fikirler ortaya çıktıkça onları takip ettiğim, tuval üzerindeki işaretlere yanıt verdiğim bir şekilde çalışmayı yeğliyorum.
‘Ev’ bu resimlerde hep yalnız bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Issız, karlı açıklıklarda tek başına duran ürkütücü bir figür olarak… Dışarıdan sessiz ve soğuk görünse de, içeride ışık yanıyor ve belki de birileri piyanonun başında Schubert çalıyor. Bu tek başınalık, kendini korunaklı hissetme ihtiyacından mı geliyor?
Resim atölyesinin yalnız ortamını seviyorum, kapım kesinlikle her zaman kilitlidir. Yaptığın işin, hayata geçmesini umduğun imgenin içinde kaybolabileceğin bir yer burası. Belki de yalnız figürler bu duygunun bir temsili, çocukluk hayal gücünün canlı halinin yeniden canlanması gibi.
Resimlerinde hem Alice Harikalar Diyarında’yı hem de Rus yazar Bulgakov’un ‘Usta ile Margarita’ romanını buldum. Kitaplara âşık olmak yalnızlığa âşık olmaktır, diye düşünüyorum. Okumak kırılgan bir eylem bana göre. Tıpkı müzik dinlemek gibi… Peki, müzik ve edebiyat nasıl besliyor resimlerini?
Öteki dünyadan beslenen, korku ve tedirginlik duygularıyla gerçekliğe tutunan iki güzel kitap… Bence her şey birbirini besliyor, bu yüzden olabildiğince çok işe bakmaya çalışıyorum.
Seyahat ederken galerileri ziyaret ediyorum ve sanatçılar, hayatları ve ilham kaynakları hakkında okuyorum. Stüdyoda her zaman BBC klasik müzik kanalı açık oluyor, çünkü çalıştığım türe yakın müzikler dikkatimi dağıtıyor ve beni heyecanla resmin peşinden koşmaktan alıkoyuyor. Resim yapmak benim için düşünmeyi bırakıp sadece tepki vermek için iyi bir fırsat.
Keman çalan kara kediler, piyano çalan kurtlar ve tilkiler… Bütün bu masalsı karakterler senin müzisyen olarak birer otoportren galiba. Senin müzisyen hayvanların aynı anda hem karanlık hem de sevimli olmayı başarıyorlar. Onları çok seviyorum. İçimdeki karanlıkla barışmama yardımcı oluyorlar. Ya senin için ne ifade ediyorlar?
Hepsi bir bakıma kendi portrelerim, tıpkı bir rüyanın tüm yönlerinin bir şekilde seni temsil etmesi gibi. Aslında yolcu da sensin, düşen uçak da. Mizah ve hayvanları kullanmak ise bir şeyi dokunaklı bir biçimde ama çok fazla duygusallık olmaksızın aktarmanın iyi bir yoludur çoğunlukla.
Nick Cave & The Bad Seeds, Gallon Drunk, Lydia Lunch, PJ Harvey… Müzisyen olarak daima bir gruba ait oldun. Büyük ve önemli bir şeyin parçası olmak iyi hissettirmiş olmalı. Ama ressamlık yalnız bir meslek. Bu ikisinin arasında duygusal olarak nasıl bir fark var senin için?
İşini yaparken hissettiğin duygu ikisinde de hemen hemen aynı. Ancak resim yapma sürecinde resmin içinde hemen kaybolabiliyorken; müzikte, özellikle de bir grupta, icra edilen müziğin etrafında çok daha fazla şey dönüyor. Her ikisini de seviyorum, özellikle de bir arkadaş grubunda olmanın getirdiği dostluğu…
Resimlerin birer tılsım gibi. Bir hikâye gibi okunabilen tılsımlar… Ama bir masal da anlatıyor olabilirler, siyah beyaz ve melankolik bir Hollywood öyküsü de. Bir hikâye anlatıcısı olarak, hiç kitap yazmak istedin mi? İsteseydin, bu nasıl bir kitap olurdu?
Resimlerimi böyle gördüğün için sevindim, teşekkür ederim. Gençken çok ilham verici bulduğum bir kitap vardı: Lynd Ward'ın Mad Man's Drum adındaki, ahşap baskılarla hazırlanmış, sözsüz romanı. Annemde bir kopyası vardı ve içine bakmak tamamen büyülü, karanlık ve ürkütücü hissettiriyordu.
Belki bir gün ben de böyle bir kitap yaparım. Yani, sadece resimlerden oluşan bir hikâye. Bir gün bir peri masalı resimlemeyi de çok isterim, sevdiğim tüm unsurlar var peri masallarının içinde. Korkunun heyecanı, bilinmeyenler…
Turnedeyken, odalarında yapıyorsun resimlerini. Yabancı bir şehirde, evden uzaktayken biriktirdiğin bu ‘otel odası resimleri’ bir yere ait olmanın, eve yakın olmanın bir yolu mu senin için?
Gerçekten bilmiyorum; resimlerim nadiren bulunduğum yeri temsil ediyor gibi görünüyor; yani, neden olmasın? Stüdyoda yaptığım gibi - her zaman hiç düşünmeden sadece başlıyorum ve oradan devam ediyorum. Resim masasına oturma ihtimali, bir konserden hemen sonra hiç bilmediğim bir mekâna geri dönme fikrini heyecan verici kılıyor. Belki de sadece düşünmeyi bırakmak istiyorumdur. Kafanı bir süreliğine susturmak kesinlikle daha iyi hissetmeni sağlıyor.
Stüdyoda bir günün nasıl geçiyor? Resim yaparken hangi albümleri dinlemekten hoşlanıyorsun? Küçük kedin sana asistanlık yapıyor mu? Yoksa tamamen yalnızlığa ve sessizliğe mi ihtiyaç duyuyorsun?
Sabah 10 gibi içeri girerim ve radyoyu açarım. Eğer bir resmin ortasındaysam, muhafaza etmem gerektiğini düşündüğüm bir şeyi savunmaya çalışmak yerine, ona verdiğim anlık tepkiyle hareket etmeye çalışırım. Aksi takdirde daha önce bitirdiğim bir resmi alır ve üzerine resim yaparım.
Genellikle akşam 6'ya kadar orada oluyorum ve gerçekten hiç durmuyorum. Oradan pek ayrılmıyorum ya da mola vermiyorum. Uzaklaşma fikri kötü hissettiriyor. Yaptığım şeyin işe yarayıp yaramadığına ise ancak gece boyunca ona bakmaya ara verdiğimde karar verebiliyorum.
Bir arkadaşımın köpeği beni izlerken bir resim yaptım ve bu bile biraz garip ve dikkat dağıtıcı geldi bana. Sanki hayvanlar resim hakkında benim bilmediğim bir şey biliyorlarmış ya da kendileri çok daha iyisini yapabilirlermiş gibi…
Ne yazık ki kedim Mr. Tails’in (Bay Kuyruk) stüdyoya gelmesi biraz zor, yine de onu birkaç kez resmetmeyi başardım.