Sanatı kurmak için sanat yazıları
Ulaş Bager Aldemir'in derlediği 'Disiplinlerarası Bir Bakışla Sanat Yazıları' Pinhan Yayınları tarafından yayımlandı. 12 yazar tarafından kaleme alınan derleme sanat üzerine düşünmenin sanatı kurtarmak olduğunu vurguluyor.
DUVAR - Alanında yetkin kalemlerden çıkan 12 yazının derlendiği “Disiplinlerarası Bir Bakışla Sanat Yazıları” Ulaş Bager Aldemir tarafından hazırlanarak Pinhan Yayınları tarafından yayımlandı. Sanatın bizi bakmakla yükümlü kıldığı tezinden hareket eden kitap, içeriğiyle okuru sanata yeniden yaklaşmaya davet ederek sanatı düşünmenin sanatı kurtarmak olduğunu vurguluyor.
Ulaş Bager Aldemir, kitabın sunuş bölümü olan “Sanatı Kurtarmak” başlıklı yazısında Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabından bir sahneyi alıntılayarak şu cümleye vurgu yapmış: “Hülâsa onu ben kurtardım.” Hayri İrdal’ın “antikacı dükkânında yakaladığı”, “güzelliğini ilk onun keşfettiği” bir sanat eseri hakkında ağzından çıkan bu sözün zikredildiği alıntıdan sonra “Evet, sanatı düşünmek sanatı kurtarmaktır.” diye ekliyor Aldemir. Öte yandan kitabın başındaki Marx ve Deleuze alıntıları da “Kitabın en başına, Marx’a ve Deleuze’e ait olan ve nitelikli algı ile sanatı bir insanîleşme meselesi olarak gören iki alıntı koydum.” şeklinde açıklanmış. Yine sunuş bölümünde uygarlık-sanat ilişkisine kısaca değinilerek “sanatsal duyma biçimlerinin uygarlığın en önemli neticesi olduğuna inanıyorum” ifadesinden hareketle kitabın amacının bu gerçekliği daha da anlaşılır kılacağı ümit ediliyor.
Bu bağlamda 12 yazı mevcut. İlki Hilmi Yavuz’un “Felsefe Tarihi ile Resim Tarihi Arasındaki Birebir Karşılıklılık [Mütekabiliyet] İlişkisi Üzerine Notlar”. Burada, Decartes’ın töz ayrımından hareket edilmiş: res cogitans ve res extensa, düşünen şey ve uzamsal şey. Velazquez’in “Las Meninas” tablosunu ele alan yazar bu tabloda bedenlerin gerçek uzamda değil resimsel uzamda olduğunu, bu da gerçek uzamın alegorik bir ifadesi olduğu için alegorik uzamda bedenlerin değil, aksine Ben’in ya da res cogitans’ın temsil edildiğini öne sürmekte. Bu çıkış noktasını belirleyen ise tabloda ressamın, Velasquez’in de yer alması. Yani, resmeden ile resmin içinde yer alan iki ressam, iki töz birbirinden bağımsız olarak var olarak Kartezyen ilkeyi görselleştirmekte. “(…) dışarıdaki Velasquez’in ‘düşünen-şey’ yani resmi yapan özne, içerdeki Velasquez’in de ‘düşünülen-şey’, yani nesne olduğunu öne sürebilmemiz olanaklı hâle gelecektir.” (s.18) Böylece “Las Meninas”ın Descartes felsefesine eklemlendiği öne sürülmekte. Ardından, Steiner’ın Pollock resimlerini anlam sorunundan yola çıkarak gramer -nesnenin ne olduğunu söyleyen- odağında çözümlediği “Toward a Grammar of Abstraction” eserinden hareket ederek Vermeer’in “The Allegory of Painting”, Cimabue’nin “Crucifix” ve Pollock’un “Number 1” eserlerindeki çizgiler yine gramer bağlamında karşılaştırılmış. Bu karşılaştırmanın ardından tablolar Deleuze ve Guattari’nin Kök-Ağaç ile Kök-Sap modellerin üstünden okumaya elverişli hâle gelmekte.
Önay Sözer’in “Resim Sanatında Renk Lekesinin Rolü ve Anlamı” başlıklı yazısı ise Almanca “renk, renk lekesi, renk akışı” vb. anlamlara gelen “das Mal” sözcüğünün çeşitli anlamlarını ortaya koyduktan sonra “ressamın ‘çizme’si (pingere Lat.) sırasında fırça darbeleriyle ortaya çıkan ve amacı resmetme, tasvir, ortaya koyma ve çizme olan renk izleri” tanımını odağa almış fakat listelenen anlamların aralarındaki iç içe ilişkileri de vurgulayarak “bu ilişkilerin gerekli değişikliklerle ressamın renk lekeleri için de geçerli olabileceğini” göstermiş. Yazının odağındaysa Erich Nossack’ın “Das Mal” isimli öyküsü var. Öyküde bir grup genç, bir kardan adama rastlamakta fakat bu, aslında donmuş bir insan. Gençler adamın yüzünde donarak öylece kalan ifadeyi tebessüm sanır. Biricik olan bu ifade işaret eder, imler, böylece etkisi güçlenir. Sözer, bunun bir çeşit sınır işareti olduğunu söyler. Renk lekesi de sınır çizgisiyle oynamaktadır çünkü fondan ayrılmaz hem resmin içinde hem de dışındadır. Yazar, Maldiney’in diastol ve sistol, açılma ve kasılma, kavramlarına Türkçede “renk akışı” ve “renk vuruşu” denilebileceğini söyledikten sonra imge ve anlamı odağına almış. Burada “dilimin ucunda” dediğimiz psikolojik fenomenden hareketle anımsayamadığımız sözcüğü seslendiremesek de ona yaklaştığımızı duyumsarken ortaya çıkan boşluğun anımsama gerilimi içerisinde birtakım bilgileri ve tasarımları sunarak bizi aradağımız sözcüğe anlam bağlamında güttüğünü belirtir. Buradan hareketle “leke” denilen katmanların devindiren, güden motifler olduğunu ortaya koyar.
Bu metnin ardından gelen iki yazı ise sırasıyla, Aydın Afacan’ın yazdığı “Lir ve Modern Lirik Işında Şiir ve Müzik” ile Funda Civelekoğlu’nun yazdığı “Nick Cave And The Bad Seeds’in Muder Ballads Albümünde Romantik Şiirin Alımlanması” başlıklarını taşıyor. Afacan, şiir ve müziğin ilkel ritüeldeki birlikteliğini açıkladıktan sonra bu iki sanat türü arasındaki ortak noktalara dikkat çekiyor. Bunu yaparken farklı dillerde farklı isimleri, farklı işlevleri olan “ozan” kavramına da temas etmiş. “Çağına, tarihsel ve toplumsal koşullara göre ‘işlevi’ değişen ‘anlatıcıların’ esin kaynağı ne olursa olsun ortak noktalarından biri de müziğin şu ya da bu biçimde söylenenlere eşlik etmesidir.” (s.35) Nitekim, İspanya’da İslâm kültürü etkisiyle şekillenen “trubadur” şiirinin dönüm noktası sayıldığını söylemekte. On altıncı yüzyıldan sonra kutsaldan sıyrılarak bireysele yönelen şiirde ise “operanın yükselişini hazırlayacak” madrigal ön planda. Civelekoğlu ise müzikte romantik dönemi irdeleyerek “Rönesans döneminden beri süregelen gelenekçiliğin bir anlamda yıkılmasına işaret” eden bu akımın İngiliz edebiyatındaki şiir geleneğinde iki nesil üzerinden geliştiğini açıklamış. Ardından “balat” türünü irdeleyerek bu türün popüler kültüre eklemlenerek romantizmin “kitleleri harekete geçiren bir fenomen” olduğunu öne sürmüş. “Edebi balat, popüler baladın şair tarafından özellikle taklit etmesiyle ortaya çıkmıştır.” (s.50) Böylece yazarın tespiti Murder Ballads albümünün “balat formunun yanı sıra, gotik, tekinsizlik, karanlık, öteki gibi romantizmin tanıdık imgelerini kullanarak çağdaş müzik endüstrisinin tüm olanaklarından faydalanmak suretiyle yirmi birinci yüzyıl romantik imgeleminin yaratılmasına katkıda” bulunduğudur.
Güneş Sezen’in “1940 Kuşağı ve Bir ‘Yerinde Sürgün’lük Örneği” başlığını taşıyan makalesi ise unutturulan 40 kuşağının önce Turancı sonra toplumcu gerçekçi fikirleri benimseyen ve sanatsal izleği farklı kırılmaları yansıtan, Orhan Şaik Gökyay ve Nâzım Hikmet etkisiyle üslubunu olgunlaştıran Niyazi Akıncıoğlu hakkında. Sezen, çoğu defa hapse atılan, susturulan, baskıyı hayatının her alanında hisseden bir yazın insanı olan Akıncıoğlu’nu odağa aldığı yazısında Edward Said’in “içeridekiler ve yabancılar”, Deleuze ve Guattari’nin ise “yersiz-yurtsuzlaşma” terimlerini de kullanarak “Adorno’nun lirik şiir ve toplum üzerine yazdıkları ile Eagleton’ın edebî üretim ve ideoloji konusundaki fikirlerinin ortak paydalarından” yola çıkmış.
Ardından gelen makale ise Toros Güneş Esgün’ün “Katip Bartleby Romanında Sahicilik ve Olumsuzluk: Adorno ve Heidegger Arasında Kurgusal Bir Karşılaşma”sı. Benim nazarımda bu makale kitabın en dikkat çeken çalışması. Merville’in “Kâtip Bartleby” romanı çoğu düşünür tarafından incelenmiş, kimisi katibi bir direniş timsali olarak görmüştür. Ancak yazının merkezine kitap hakkında hiç yazmamış iki düşünürün, Adorno ve Heidegger’in konulması “romanın edebiyat, gerçeklik ve hakikat arasındaki ilişkiyi tartışmaya sokması” ve “ikinci olarak eserin kendi içsel mantığında uzlaşmaz olan iki unsuru taşıması” olarak belirtilmiş. Bartleby, Avukat’ın yanında kâtip olarak çalışırken bir gün “Yapmamayı tercih ederim.” diyerek her şeyi reddederek kendini önce hapse, sonra ölüme sürükleyen bir karakter. Hikâyesini Avukat aktarır ancak hakkında bilgisi olmadığı için “roman, hiç anlatılmamış olanı anlatma vadiyle yola çıkar.” Avukat kendi adına konuşsa da vekaleten konuşan kişi, kâtip ise başkası adına yazan kişidir. “Katip, yazar olmayandır.” (s.85) Böylece, Avukat’ın katipler adına konuşması olumsuzun hareketini teşkil eder. Zaten Bartleby de konuşan biri değildir. Bu yüzden “edebiyat için telafisi imkânsız bir kayıp” olduğunu söyler Avukat. Anlatacağının müphem olması Avukat’ın kurmacaya adım attığı noktadır. “O, bir bakıma, adına konuştuğunun anlatmadıklarını anlatarak var olur. Böylece Katip, yazar olmayan olarak var oluyorsa, anlatıcı da ne anlatacağını kendi bilmediği için kendiyle çelişki içinde var olur.” (s.86) Kitapta, olumsuzluğun ilk uğrağı Katip’in yazılanı tekrar yazmaktan ziyade teyit etmeyi reddetmesiyle başlar, yani “kendi yazdığını okumayı ve onun ‘aslına uygunluğu’nu tartmayı” reddeder. İkinci uğrak ise yazmayı bırakmasıdır. Ancak işten kovulmasına rağmen sorulara cevap vermez, kıpırdamaz ve yerini terk etmez. Neticede hapse girer: Ancak burada da yemek yemeyerek yaşamayı tercih etmekten vazgeçer. “Diyalektik bir sona varmış ve tüm çelişkiler ölümde çözülmüştür.” (s.89) Kısaca, ölümü sayesinde sahici olur çünkü romanın “başında anlatılamayacak olan” ölümle birlikte “anlatılır hale gelir.” Varoluşu sahici olsa da bir direniş figürü olup olamayacağı yazının sonunda izah edilmiş.
Ateş Uslu, “On Dokuzuncu Yüzyıl Operasında Halk Ayaklanması ve Şahsi Diktatörlük” yazısında 18. yüzyıl sonunda önemli bir dönüşüm evresine giren operanın saray eğlencesi kimliğinden sıyrılarak 19. yüzyıl Avrupa’sında kentsel yaşama girmesiyle ve halkın da opera içerisinde yer bulmasıyla politik temalara yönelmesi sonucunda aynı yüzyılın ilk çeyreğinde prömiyeri yapılan ve halk isyanıyla diktatörlük sorunlarını merkezinde bulunduran üç operayı incelemiş: La Muette de Portici, Rienzi ve Le Prophète. Üçünün siyasalarının farklı olduğunu gösteriyor.
Kitapta dikkat çeken bir diğer yazı ise, Erkin Kıryaman’a ait. “Roald Dahl’ın Deri adlı Öyküsünde Resim, Beden, Yazı” başlığını taşımakta. Konusu, Drioli adlı bir dövme sanatçısının arkadaşı Soutine’e dövme yapmayı öğreterek eşi Josie’nin dövmesini sırtında taşımasıdır. “Öyküdeki resim, beden, yazı ilişkileri ‘görsel temsilin sözlü temsili’ olarak adlandırılan ekphrasis (resimbetim) kavramının da altını çizer.” (s.125) Drioli yıllar sonra eşini kaybetmiş, yoksul bir adam olarak Soutine’in galerisine girdiğinde önce kılık kıyafeti yüzünden dışarı atılmak istense de sırtındaki dövmeyi göstererek bir anda dikkat çeker. Bu dövmeyi bir şekilde almak isteyenler olur, kimi onun otelinde sürekli konaklamasını ve kendi markalarını kullanmasını isterken kimi de cerrahi operasyon teklif eder. Ancak kitabın sonu açık uçludur. Buradan hareketle gerçek bir ressam olan Chaim Soutine’in iki metinsel işlevine değinir Kıryaman. İlki, “dövmenin hatırlanarak belleği canlandıran işlevi sayesinde anlatı içinde bir çerçeve anlatı açması; ikincisi ise bu çerçeve anlatı içerisinde canlandırılan görsel sanat eserinin sözle tasvirinin yapılması.” Öte yandan insan derisi dahi olsa sanat eserinin metaya dönüşmesi ve toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında Josie’nin, bir kadın bedeninin ataerkil toplum yapısında “imgenin dişil sözün ise eril” olduğuna isnat etmesi önemlidir. “Öyküde nü bir biçim ile resmedilmek istenen Josie, hakkında karar veren erkeklere karşı çıkarak nü çizilmeyi reddetse de erkeğin sırtına hapsedilmekten kurtulamaz.” (s.133) Ayrıca ölümü dahi öyküde maddi sıkıntıların arasında kısaca geçiştirilmiştir.
Ali Akay’ın “Geçerken” isimli yazısı ise, bu kelimenin çağrıştırdıklarından hareket ederek Seza Paker’in aynı isimli sergisinden hareketle kaleme alınmış. Paker’in görsel ve şiirsel unsurları bir arada barındıran “Katmanlar” isimli eseri de çalışmanın içerisinde yer almakta. 1994 yılına ait bu eser “zamanın nasıl başka bir yöne doğru sapmaya başladığını kendi öznellik sürecinde bize göstermektedir.” Fatma Sıla Sandal, “Pozitivizmin Edebî Bir Yansıması Sherlock Holmes” yazısında 19. yüzyıldan itibaren kendini kabul ettirerek olgulardan yola çıkmayı, nedenselliği ön plana koyarak pozitivizm görüşüyle yakınlık arz eden polisiye türlerden Sherlock Holmes’u inceleyerek bu türün ortaya çıkışının pozitivist anlayışın edebiyat literatürüne girmesini sağladığı kanısında. “Siyasal Düşünce Olarak Tragedya Bir Kavramsal Çerçeve Denemesi” makalesinde Serdar Tekin, tragedyadaki siyasal düşünceyi “temas ve mesafe gerilimi” açısından incelemiş. “Aksiyonun merkezi olan, yapıp ettikleriyle gerçekliğe temas eden ve aynı zamanda bu temasın öngörülmemiş sonuçlarına maruz kalan failler ile onları izleyen, kendisi eyleme dahil olmayan ve zaten tam da bu mesafe sayesinde eyleme dışarıdan bakarak onun hakkında yargıda bulunabilen koro arasındaki ilişki, siyasal düşünceyi yapılandırdığını söylediğimiz temas/mesafe geriliminin teatral temsili olarak görülemez mi?” (s.14) sorusunun cevabını vermekte. Kitabın son yazısı ise Ulaş Bager Aldemir’in “Prometheus Kapsülü Solaris ya da Bilinçdışının Dip Dalgaları” başlığını taşımakta. Yazar, Stanislaw Lem’in “Solaris” kitabını incelerken “thassal varoluş” kavramından yola çıkarak pek çok noktaya temas ediyor.