YAZARLAR

Sarandalı Barba

Karanlıktaki dağlara bakıyordum. "Bir gün" dedim Barba'ya, "İçinde dağ olmayan bir şiir yazarsam, bil ki dünya güzel bir yer olmuştur." Dilim dolaşıyordu galiba. Bir denizci düğümü gibi çözülüyordu da sanki.

Barba ortalıkta dolanıp duruyordu yine. Bir yerde oturduğuna nadiren rastlıyordum zaten. Koştururken birilerine laf yetiştirmekten geri durmuyordu üstelik. Halat çekiyordu, ağ onarıyordu ya da uzun uzun denize ve sanki denizin ötesinde bir yere bakıyordu.
Denizci düğümüne benzetiyordum Barba'yı. Denizcilerin kolayca attığı, kolayca çözdüğü bir düğüm gibiydi Barba. Bir dağlının onu hemen çözmesi mümkün görünmüyordu.
"Barba" diye seslendi genç bir adam, "Döküntüyü mü serinletiyorsun?" Üstü çıplaktı adamın. Güneşte kararmıştı iyice. Hareket ettikçe kasları belirginleşiyor, kaslarında biriken ter damlaları güneşin altında ışıldıyordu.
"He" dedi Barba, "Durup duruyor burada, serinlesin işte." Denizden kovayı çekti, tekneye serpti suyu. Kovayı tekrar denize fırlattı.
Genç adam bir şeyler söyledi, güldü. Barba cevap vermedi. Ben zaten köylülerin kendi aralarında konuştuklarından hiçbir şey anlamıyordum.

*

Barba dolap gibi bir şeyin kapısını açtı. Oradan balık çıkarıp çıkarıp büyükçe bir poşete koymaya başladı. Balıklar iriydi ve ben adını bilmiyordum. Ben zaten balıkları hiç tanımıyordum.
Sonunda poşet dolmuştu, ağzını sıkıca bağladı. Elindeki poşetle tekneden atladı. Yanımdan geçerken, "Bunları bugün mü tuttun?" diye sordum. "He" dedi, "İster misin?" Sinirli miydi? Bu adam hep mi sinirliydi? Sabah ve deniz o kadar sessizdi ki bu enfes sükûnetin bozulmasını istemedim. İkiletmedim, "İstemem" dedim.
Yanımdan geçip gitti Barba, yüzüme bile bakmadan. Barba balıktan anlamadığımı biliyordu. Barba, nasıl bilmem, her şeyi biliyordu.
Uzaklardan birinin sesi duyuldu. "Hey, Sarandalı Barba, etek mi giydin?" diye soruyordu bir erkek sesi. Barba, sesin geldiği yöne hiç bakmadı. Muhtemelen tanıdığı sesin sahibine, "He" diye karşılık verdi, "Annenden ödünç aldım."
Barba kesinlikle sinirli bir adamdı. Desenli şalvarını savurarak hızlı adımlarla sokağa dalıp gözden kayboldu.

*

Üstüne oturduğum kaya küçüktü. Ayaklarımı suya sarkıtmıştım. Parmak arası terliklerim vardı ayağımda ve su, usulca okşar gibi yalayıp geri çekiliyordu. Güneş batmaya hazırlanıyordu. Arkamda dağlar, önümde deniz vardı. Bunu bilmek tuhaf bir şekilde ikilemde bırakıyordu beni. "Sen dağların oğlusun" diyen sesteki ironi sahicileşiyor, acılaşıyordu. Çünkü hakikat ile hovardalık çatışıyordu. Bunu bilmek iyi değildi, hiç iyi değildi.
Barba, elleri belinde, iskelede duruyordu. Denize değil, çok uzaklara bakıyordu. Çok uzaklardan birinin ya da bir şeyin çıkıp gelmesini bekliyordu. O hafif, insanın ruhunu okşayan yel estikçe desenli şalvarı bir yaprak gibi kıpırdıyordu.
Sonra bir şey hatırlamış gibi tekneye doğru koşturdu. Halatı çözüp tekneyi kendisine doğru çekti. Tekne kıyıya iyice yaklaşınca tekrar düğüm attı. Halatın üstünde bir iki adım attıktan sonra tekneye atladı. Koca sakallı ve göbekli, desenli şalvarı olan yaşlı bir adamdı Barba. Yine de Barba'nın halatın üstünde attığı iki adım, bir genç baletin gözümde canlanmasına neden oldu. Nesin sen Barba, nasıl olur da aklımla oynayabiliyorsun?

*

Geldi yine vakti kerâhat. Bir uzun kadeh tutmaya hazırlanıyordum. "Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden/ Dirseğin iskemleye dayalı/-Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben-" (Edip Cansever) diyordum kendi kendime.
Sudan siyah beyaz bir köpek çıkıyordu. Sudan çıkan siyah beyaz köpeğe doğru bir çocuk koşuyordu. Sudan çıkan siyah beyaz köpeğe doğru koşan çocuğun ardından annesi bağırıyordu. Sessizlikten başım dönüyordu. Barba ortalıkta görünmüyordu.
Motorlar, ta ötede demirlemiş teknelerden zengin adamları ve kadınları iskeleye taşıyorlardı. Yaz şıklığı (böyle bir şıklık var, değil mi?) ile restoranlara dağılan adamlar ve kadınlar, Barba'nın bu sabah tuttuğu balıklardan yiyeceklerdi.

*

Şu memlekette hayat çok zordu. Savaştı, yoksulluktu, belirsizlikti hepsi insanın mutsuzluğu için biçilmiş kaftandı. Bunların hepsi, "bir tatlı huzur"a muhtaç, felekten bir gün çalmaya çalışan insanın hezimete uğraması için birebirdi.
Bunları düşünüyordum ve bu nedenle, birine söylenir gibi mırıldanıyordum Oktay Rıfat'ın dizelerini: "Burası dalyan kahvesi/Ortalık süt mavisi/Apostol bu ne biçim meyhane/Tabağımda bir bulut/Kadehimde gökyüzü".
Barba hiç teklifsiz karşımdaki iskemleye oturdu. Dirseğini gökyüzüne dayadı. Kırçıl sakallarını, sonra göbeğini kaşıdı. Parmaklarını seyrelmiş uzun saçlarının arasından geçirdi. Pörtlek gözlerini bana dikti. Bir şey diyecek sandım. Bir şey demedi ve başını denize doğru çevirdi. Ben de sustum, bir şey demedim.
Neden sonra, "Güneş batıyor Barba" dedim. Umursamadı, "Güneş bunu her gün yapıyor" dedi. Barba, beni sinirlendiriyorsun, diyecek oldum. Vazgeçtim.

*

Gece ilerliyordu. Sesler yükseliyordu. Müziğe eşlik edenler çoğalıyordu. Bütün gün esmekle esmemek arasında kararsız kalan rüzgar, sonunda esmeye karar vermişti. Dalgaların sesi duyulur olmuştu.
"Sana, Sarandalı Barba, diyeceğim" dedim. Omuz silkti, "Symili Barba desen ne fark eder? Herkes her yerli, herkes hiçbir yerli" dedi.
Ne fark ederdi sahiden? Symi'de doğmuş bir adamla konuşuyordum. Dalgaların sesini dinliyordum. Karanlık dağlara bakıyordum. Nereli olduğumuzun bütün manası uçup gidiyordu. Neden buradaydık? Bu sorunun cevabı muğlaklaşıyordu. Şöyle dedim Barba'ya: "Kaptanın seyir defterini kim tutacak, sorusunu silelim."
Belki ilk kez hırıltıyla güldü Barba. Karanlıktı ama sanki o gülerken göbeği hopladı. O uzun kadehi tuttu, kaldırdı, bana doğru uzatıp ağzına götürdü. "Haydi git" dedi, sonra "Sevdiğin kadın seni bekliyor" diye ekledi. Doğru söylüyordu ve hâlâ sevebildiğim için dünyanın en şanslı insanlarından biri olduğumu düşündüm. Ancak Barba ilk kez sinirlenmeden, alay etmeden, başından savmadan konuşmuştu. Sesinde binlerce yılın kederi ve kimsesizliği vardı. Bir gün Symi'de dolaşacaktı, evlerin rengine hayranlıkla bakacaktı, süngerlere dokunacaktı, dedesinin Saranda'dan Symi'ye geliş hikayesinin eziyetini hatırlayacaktı ve ölecekti. Onu karısının yanına gömeceklerdi. "Peki Barba, herhangi bir yerde bir durak var mı?" diye sormuştum. "Son durak Symi'de" demişti.

*

Motorlar birer ikişer iskeleye yanaşmaya başlamıştı. Yaz şıklığını geceye heba etmiş zengin adamlar ve kadınlar, motoru kirletmemek için ayakkabılarını çıkarıyor, kaptanın ve garsonların yardımıyla motora biniyorlardı. Sesler azalıyor, müzik kısılıyordu.
Karanlıktaki dağlara bakıyordum. "Bir gün" dedim Barba'ya, "İçinde dağ olmayan bir şiir yazarsam, bil ki dünya güzel bir yer olmuştur."
Dilim dolaşıyordu galiba. Bir denizci düğümü gibi çözülüyordu da sanki. Barba, "Symi'ye gideceğim, yakındır" dedi. Öfkelendim önce, sonra keder bir dağ gibi çöktü üstüme. "Nece konuşuyorsun Barba? Seni hiç anlamıyorum" dedim. Barba sustu. Denize, karanlığın ardındaki Symi'ye doğru baktı. Sustum, karanlıktaki dağlara baktım.
Barba, kendisini burada bir başına bırakamayacağımı sezmişti. Ayağa kalktı. Rüzgar desenli şalvarını havalandırdı. Yürüdü gitti.
"Sarandalı Barba, yine geleceğim" diye seslendim arkasından. Ne cevap verdi duymadım. Ama elini boşversene manasında sallarken, sanki "Bir hikaye de yalansız bitsin yahu" dedi.


Vecdi Erbay Kimdir?

Mardin, Şenyurt doğumlu. Üniversite eğitimini tamamlayamadı. Çeşitli dergilerde yazıları, şiirleri, öyküleri yayımlandı. On yıla yakın bir süre Özgür Gündem gazetesinin kültür sanat editörlüğünü üstlendi. Çeşitli yayınevlerinde çalıştı. Yayımlanmış iki şiir kitabı var: Kuşkular Zamanı (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997), Yaz Sayıklamaları (Piya Kitaplığı, 2003). Öykü kitabı Masalın Ölümü, 2006 yılında Agora Kitaplığı'ndan çıktı. İnatçı Bir Bahar-Kürtçe ve Kürtçe Edebiyat derleme kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan 2012’de çıktı. Şiir: Görülmüştür, Türkiye Barışını Arıyor, General Electric -Halil İncesu karikatür albümü yayıma hazırladığı kitaplardan birkaçı. Diyarbakır'da yaşıyor ve Gazete Duvar bölge temsilcisi olarak çalışıyor.