Sarı, mavi taşra
Hayati Sönmez'in kaleme aldığı 'Mavi Bozkır', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Sönmez’in ilk göz ağrısı diyebileceğimiz 'Mavi Bozkır', içindeki öykülerin ortak atmosferini taşranın gündelik yaşayışından var ediyor.
Buse Özlem Bay
“Güneş göğü tembel tembel sarmıştı. Başakların sarısı hafif esen rüzgârda dalgalanıyordu. Sineklerin vızıltıları, kurbağaların vıraklamaları her yerdeydi. Parmaklarımızı usulca bir köpeğin sırtına dokunurcasına, başaklara değdiriyorduk yumuşak yumuşak. Yaşamak dokunmaktı ve başka bir yaşamak da yoktu ortalıkta.” (s. 79)
Yavaşlığın, sıkışmışlığın, sarının ve mavinin, dolayısıyla enerjinin ve de hüznün aynı anda, aynı çekirdeğin içinde bir arada kalmaya çalıştığı bozkır. Patlayamadan sönen ama hep patlamaya hazır, çoğu vakit hadsiz ve bir o kadar da kafası hep yerde, utangaç. Kapının eşiğinde şehre bakan, onunla var olan ama onun parçası olamayan; doğanın, duyuların ve bedenin hâkimiyetini sürdüğü taşra. Daha pek çok farklı tanımlama yapılabilir onun için, özellikle şehre yakın tarihlerde taşınmış, bir ayağı büyük şehirde ama geçmişi taşraya ait ailelerden gelen bizim gibiler için yeni anlamlar bulmak zor olmasa gerek. İletişim Yayınları’ndan çıkan ve Hayati Sönmez’in öykülerini okuma şansına eriştiğimiz 'Mavi Bozkır' da 14 öyküyle birlikte bu tanımlara yenilerini ekliyor.
'Mavi Bozkır' taşranın küçük anlarını, çoğu zaman gayritabiî de olsalar köy hayatının içinde gündelik yaşamın bir parçası hâline gelen deneyimleri konu ediniyor. Ekseriyetle yazarın müdahalelerinden, yorumlarından sıyrılmış olan öyküler salt var olanı göstermeyi tercih ederken, bu tercih de Sönmez’in anlatmak istediklerini aslında daha da güçlü hâle getiriyor.
Birçok öyküde taşranın darlığı ve kapalılığı büyük oranda hissedilirken, bunların hem nedeni hem de sonucu olan maskülen dünya da gözler önüne seriliyor. “Eşek Arıları” ve “Süslü” öykülerinde erkek karakterler arasındaki toprak, kadın ve hayvan sahipliği üzerinden sergilenen iktidar savaşları ve tüm bunlara neden olan anlamsız mücadeleler yer alırken, “Fedailer” öyküsüyle birlikte tüm bunların adeta sırtta bir bohça gibi şehre de taşınabileceğine işaret ediliyor. Çünkü sorun taşrada değil; onu taşra yapan, “dışarıda” bırakan, adeta bir öteki olmaya zorlayan hâlinde. Eşikte kalmakta.
“Twist”, “Uzun Saç Geniş Paça” ve yine “Süslü” öykülerinde olduğu gibi, taşra kendi dışından geleni de öyle kolayına kabul edemez, sorgular. Kabul ettiğinde de kendine benzetir, renklerini yok eder: “İşin içine gâvurluk girince, köylülerde akıl dururdu. Korkudan, kızgınlıktan ibaret birer hayalet ve baştan aşağı güvensizlik kesilirlerdi.” (s. 43) Köye gelen yeni bir teyp ya da ilk defa görülen geniş paça pantolon bile gündem yaratabilir. Bilinmeyenden korkmanın, korkuyla agresifleşmenin ve anlaşılmaz olanın hemen kafasını ezmenin alışılageldiği bir ortamdır taşra, çünkü taşranın anlamı bile “dışarlık”tır, bozkır ağaçsızdır. Bir şeyin dışında olmak, uzağında olmak ve her zaman bilmedikleri üzerinden nitelendirilmek savunma mekanizmasını çalıştırır ve insan kendi çamurunu temizlemek yerine o çamurda yalnız kalmamanın yollarına bakar.
TAŞRALI OLMA HALİ
Sönmez’in öykülerdeki anlatıcı seçimleri ise taşra ruhunu arttıran unsurlardan biri. Kelime anlamıyla da “taşra”nın merkezden, içten uzaklığı çoğunlukla gözlemci üçüncü şahısların ve çocuk karakterlerin anlatıcı rolünü üstlenmeleriyle vurgulanıyor. Olayların birebir parçası olmayan özneler, karakterlerin zihinlerine sınırlı erişimi olan anlatıcılar ve hem hayatın hem de büyüklerin dünyasının hep yabancısı olmuş çocuklar “taşralı” olma hâlini adeta üzerlerine bir ceket gibi giyiyorlar. Böylece Sönmez öyküleri boyunca içeriğin ve seçtiği mekânların atmosferini gizlice pekiştiriyor. Yine öykülerde -di’li geçmiş zamanın sıklıkla kullanılması da metinlerdeki uzaklık hissini, anda olamamanın ve dışta kalmanın yarattığı ıssızlığı açığa vuran bir unsur oluyor. Anlatımda diyalogların da büyük ve önemli yer tuttuğu öykülerde Sönmez, yöresel konuşmalara olan hâkimiyetini göstererek abartıya kaçmadan doğal bir akış da sağlıyor. Kitabın bütününe yayılan sade yazım tarzı, köy yaşamının sakin ve yavaş döngüsünün altını çiziyor.
“Şark oturup beklemenin yeridir,” diyen Tanpınar’ı haklı çıkarırcasına 'Mavi Bozkır'da da karakterlerimiz bir o kadar bekliyorlar. “Paşa” ve “Hapşırık” öykülerinde şehirden gelenleri ve onların hikâyelerini beklemeleri gibi sevilene kavuşmanın, “Tabibe Ana”da olduğu gibi affedilmenin, “Yara”da olduğu gibi de bir maden arayışıyla umudun beklenildiği anlar bunlar. Ama enerji patlar, bazen yanlış bazen de doğru zamanlarda beklemelere nokta konmaya çalışılır; bazen de “Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir”…