Savaş, şiddet, siyaset

Siyaset, biraz da sınırları belirleme işidir. Sınırın belirsizleştiği dönemde, şiddet yoluyla kurulmuş yasal otorite, kendi şiddetini artırıp daha çok kişiyi öldürme ve suçlu ilan etme yoluna gidiyor.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Ankara Üniversitesi SBF’de doktora döneminde aldığımız derslerden birinin ismiydi bu; Aykut Çelebi hocamızın derin okuma listesi ile beraber yaptığımız sıkı tartışmalar, bu üçlünün iç içe geçen öğelerini ortaya koyuyordu. İnsanlık tarihi biraz da şiddetin tarihidir. Savaş ve şiddet, siyasal olanın kurucu öğeleri arasındadır. Kardeşlerin birbirini öldürmesiyle başlayıp kabile savaşlarına, dinlerden mezheplerden köylü işçi ayaklanmalarına, suikastlere, kadınların siyahların, ezilenlerin sömürülenlerin başkaldırılarına kadar farklı ölçekte çatışmaları içinde barındıran tarihi olaylar, bazen övünçle kimi zaman da öfkeyle anılan ölüleri/kurbanları yad eder. Onların anısıyla oluşmuş bellekler, şiddetin niteliğini şekillendirir. “Karşı tarafın şiddeti kötüyken, bizimki direniştir/iyidir”.

Ama aslında öyle değil. Şiddetin ne zaman direniş, ne zaman zalimlik olduğunu meşrulaştıracak ortak noktaları kaybettiğimiz için ölümleri tanımlamak arasında savruluyoruz. Erkek şiddetinden mafya şiddetine, günlük hayattan uluslararası siyasete, sadece burada değil dünyanın her yerinde herkesin herkesi öldürebilme kapasitesini yeniden hatırladığı ve bu yüzden korkunun hakim olduğu bir düzensizliğin içindeyiz. Öldürme gücünün, bunu yapabileceğini düşünmenin, cebindeki silahın dizginlenebilmesi için gerekli normları nasıl yeniden sağlayacağız?

Bugün bir yandan kitleselleşen bir yandan bireyselleşen şiddet, yeni ölümler ve kurbanlar yaratırken, insanlığın kimi döngülerde takılı kaldığını hatırlatıyor. Tabii ki bugünün sorunu, sadece bugünle ilgili değildir. Charles Tilly gibi tarihsel sosyologlar şiddetin tarihiyle gücün merkezileşmesi arasındaki ilişkileri vurgulamıştır. Feodal dönemden modern döneme geçişte kurulan uzlaşılar içinde, şiddetin tekelleşmesi, savaşın değil barışın temel prensip olması öne çıkarken göz ardı edilen bazı başka noktalar kendini şiddet yoluyla ifade etmiştir. Bugün de çeşitli biçimlerde kendilerini haklı görmeye/göstermeye çalışan güçlerin, ölümcül yollara başvurmasıyla sistemin kurulduğu temellerin artık işlemediğini görüyoruz. Ölüme karar verme, öldürme gücü kurumsal uzlaşının dağılmasıyla darmadağın oldu. Bu durum da bize yeni bir siyasal düzenin gerekliliğini gösteriyor. Olası bir kurucu şiddetin meşru temellerini nereye dayandıracağı ise tamamen belirsiz. Herkesin herkesin kurdu olduğu bugünkü yeni-feodal dönemde, yeni bir Leviathan nasıl kurulacak, yeni bir sözleşmeyi kim kuracak? Tarihin böylesi bir düğüm noktasına doğru gittiğini görüyoruz.

Yaşama ve ölüme karar verme, egemen siyasal gücün tipik göstergesidir. Yaşayanların nasıl ne koşulda yaşayacağı, ölülerin hangisinin kutsal, hangisinin mundar sayılacağı siyasalın kodları içinde belirlenir. Modern öncesi güç ilişkilerinde normalleşen yaşamak için öldürmek, öldürerek cezalandırmak, düzen kurmak için öldürmek eylemleri şiddetin, kurulacak düzenin temeli olmasını sağlamıştır. Feodalizmden modernizme geçişte ise şiddetin bağlamı değişmişti. Ölümden korku Hobbes’a Leviathan’ı yazdırdığı gibi, birbirimizi kontrolsüzce öldürmenin önüne geçebilmek, modern dönemin yollarını döşemiştir. Şiddetin merkezi güçte tekelleşmesi, yasanın öldürmek değil yaşatmak için kurgulanması, iyi hayatın yaşam özgürlüğünü kabul ederek bu dünyada da kurulabileceği düşüncesi, modern dönemin temel kurumlarını şekillendiren ilkeler olarak gösterilebilir. Bunlar, Aydınlanma’nın akıl aracılığıyla dünyayı anlamak ve düzenlemek hedeflerinin içinde güçlendi. Üzerinde uzlaşılmış kurumların kararları, şiddet değil düzen olarak görüldü. Devletin merkezileşen gücü, bir çözüm yolu olarak görüldü.

Ancak şiddetin göstergeleri değişse de niteliği ayakta kalmıştır: Zorla bir şey yaptırmak. Vergi vermekten, orduya katılmaya, kırmızı ışıkta durmaktan, diğerlerinin varlığını kabul etmeye kadar pek çok şey sert ya da yumuşak, doğrudan ya da dolaylı şiddetin unsuru olarak karşımıza çıkar. Eğer yasanın kurduğu düzen adalet hissi veriyorsa ona uyulur. Ancak yasanın varlığı, şiddeti bitirmez. Bireye bir şeyleri yaptırabilen her iktidarın içinde az ya da çok şiddet öğesi vardır. Yasa, yasakladığıyla beraber vardır ve onu durdurabildiği ölçüde güçlüdür. Bugün gördüğümüz kadarıyla durduramıyor. Yasak, yasanın üstüne çıkıyor. Diğer bir deyişle karşı-şiddet güçleniyor. Hem bireysel hem küresel bağlamda… Bireysel olanla kolektif olan arasındaki doğrudan bağlantı, şiddet ekseninde de kendini gösteriyor.

Bir dönemin karşı-şiddeti daha devrimci hedefler içeriyordu. 19. yüzyıldan itibaren devrimci şiddetin başka bir düzen kurma isteği, başka bir anlatıyı yerleştirme arayışıdır. Kapitalizmin kurduğu çalışma düzeninde ücretli köleliğe dönüşen iş, şiddetin bir başka yüzünü simgelerken işçi sınıfının mücadelesi onu bir nebze törpüledi ama başka bir düzeni kuramadı. İnsanı, emeği, mülkü yeniden tanımlayacak bir düzen sağlanamadı. Silahla ve terörle bu yönde bir düzen kurmanın imkansızlaşması ve meşruluğunu yitirmesi de yine çıplak şiddet yoluyla kurulacak siyasetin işe yaramayacağının zımni kabulü olmuştur. Başka bir şiddete savrulmadan verilecek mücadelenin artık ölümü ve öldürmeyi değil yaşamı ve yaşatmayı savunacak yeni temellere ihtiyacı olduğu açıktı. Alternatif düzen arayışı da bu yönde kendi siyasal ortaklığını kuramadı.

Bizden kaynaklı şiddetin diğerinden daha üstün olduğu kabulü, sorun çözmez. Öte yandan bu tespit bizi pasifizme götürmek zorunda değil. Ancak her eylemin bir şiddet içerdiği ve bunun yarattığı yıkıcı sonuçların da başka yıkıcı eylemlere neden olacağını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şiddete savrulanlar, hayatın kendilerinden aldığı, sistemin kendilerinden bir şeyler çaldığı gerekçesiyle kendilerini meşrulaştırıyor. Direnişten terörizme, haklıdan haksıza uzanan bu belirsiz sınırda, eylemlerin ne olduğunu bir zemine oturtmak oldukça zordur. Hele ki günümüzün yalan yanlış bilgi akışı, post-truth zamanının, postmodernizmin evrensel ilkeleri çürüttüğü, ilkesizliğin ilke olduğu zamanlarda elimizde sınırı çekecek alet edevat kalmadı.

Siyaset, biraz da sınırları belirleme işidir. İyi kötü, doğru yanlış, biz öteki… Sınırın belirsizleştiği dönemde şiddetin, ölümün ve suçun nereden geleceği belirsizleşiyor. Bu durumda şiddet yoluyla kurulmuş yasal otorite, kendi şiddetini artırıp en kolay yol olan daha çok kişiyi öldürme ve suçlu ilan etme yoluna gidiyor. Suçun kökenleri toplumsal olsa da işlenen suça verilecek ceza kişiseldir. Bu kişiselliğin aşılıp cezanın kitleselleştiği süreçte, karşı-şiddetin nereden nasıl geleceği de belirsizleşiyor. O yüzden oturup yeni bir Leviathan yazmak gerekiyor belki de; bugün yeniden öldürme yetkisini devredeceğimiz ama kontrolden çıktığında da direneceğimiz yeni bir düzen. Yapay zekaya bunu yazdırmak mümkün mü? Ya da daha ulaşılabilir hedefler belirleyip, gündelik hayattan itibaren herkesin hayatının değerli olduğunun altını çizecek dostluk ilişkilerini üretebilmeliyiz. Şiddetin, çatışmanın ve biçim değiştirmiş savaşların sürekli var olacağını öngörüp bunların etkilerini en aza indirecek yollar üretmek zorundayız.

* Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler