Savaşan insan nedir, şimdi bildik mi?
Çocukluğun ateş altında olduğu Orta Doğu’da çocukları içine alacak barış projelerinin yaygınlaşması, hem dünü anlamak, hem bugünü yaşamak, hem de geleceğin huzurunu şimdiden tasarlamak adına çok önemli. Çünkü ileride barışı tesis edecek olanlar da, savaşı yeniden alevlendirecek olanlar da bugünün çocukları...
Bektaşî ulularından Anadolulu büyük şair Muhyiddin Abdal’ın o müthiş dizeleri çınlıyor kulaklarımda: “İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.”
Gerçekten de insan nedir? İnsan nasıl “insan” olur? İnsan, yaşadığı tüm adaletsizliklere rağmen nasıl “insan” kalabilir?
Peki ya çocuklar nasıl “çocuk” kalabilir? Savaşın en büyük yükünü omuzlarında taşıyan ve en savunmasız halkayı oluşturan çocuklar, yetişkinliğin ağır yüklerini üstlenmeksizin nasıl barışçıl ve huzurlu “insanlar” haline gelebilir?
Binlerce çocuğun öldürüldüğü bir savaşın hiçbir galibinin olmayacağını bile bile devam eden bombardımanlar karşısında zangır zangır titreyen çocuklar varken “insan” olmanın, insan kalabilmenin tanımı nedir?
Gazze Şeridi’ndeki Cibaliya Mülteci Kampı’na İsrail’in düzenlediği hava saldırısı sonucunda ölen, ağır yaralanan, ciddi travmalar yaşayan, ailesini veya bakım veren kişileri yitiren çocukların zangır zangır titreyen, şoka girmiş hallerinin görüntüleri gözlerimin önünden geçiyor sürekli...
Gazze’deki Filistin Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref el-Kudra’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı rakamlara göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında 7 Ekim’den bu yana bir ay içerisinde öldürülenlerin 4 bin 104’ü çocuk. Gazze’de her gün 136 çocuk öldürülüyor. Geriye kalanlar da tankların tüfeklerin zoruyla, ellerinde beyaz bayrakları sallayarak evlerini, bir ay önce mahallelerinde neşeyle oynadıkları sokakları terk etmeye zorlanıyorlar.
İçlerinden bazıları, 7 Kasım günü, yani saldırıların birinci ayında, kameraların karşısına geçip medyaya seslendiler: “7 Ekim’den bu yana topyekûn imhayla karşı karşıyayız. Yaşamak istiyoruz. Barış istiyoruz. Gıda, ilaç ve eğitim istiyoruz. Bomba değil”, dediler.
UNICEF ise, Gazze’nin çocuklar için bir mezarlığa döndüğünü söyleyerek “endişelerini” dile getiriyor.
UNRWA (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı), UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü ve UNFPA (Birleşmiş Milletler'in Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı ajansı), 3 Kasım günü yaptıkları ortak açıklamada, Gazze’deki çatışmanın asıl yükünün, orantısız bir şekilde, kadınlar ve bebeklerin sırtına yüklendiğini söylüyorlar.
Bildiride, “tüm taraflar çocukların zarar görmesini önlemeli ve onlara uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinde sahip oldukları özel korumayı sağlamalıdır” deniyor.
Gazze’de yaklaşık 50 bin hamile kadın olduğu ve her gün 180’in üzerinde yeni bebeğin dünyaya geldiği belirtiliyor. Ancak hastanelerin kapatıldığı ve bombalandığı bir ortamda, bu bebeklerin sağlıklı koşullar altında dünyaya gelmesini beklemek bir mucize. Ya sığınaklarda, ya harabeye dönmüş evlerde, ya yıkıntılar arasında sokaklarda dünyaya –ve hatta gri bir gökyüzüne- gözlerini açan bu bebekler için hijyen koşulları giderek kötüleşiyor.
Bölgede hamileler, bebekler ve çocuklar için enfeksiyon riski ve tıbbi komplikasyonlar giderek artıyor. Uygun bakım koşulları sağlanamazsa anne ve bebek ölümlerinin giderek artacağı, elektrik kesintileri sebebiyle prematüre bebeklerin yoğun bakımdaki yaşam mücadelelerinin risk altına gireceği tahmin ediliyor. Yaralanan, aç kalan, susuzluk çeken, yıkanamayan, ishal salgınına yakalanan çocukların sarışın, renkli gözlü, beyaz tenli olması durumunda uluslararası toplumun tepkisinin ne şekilde olacağını tahmin etmek ise zor değil.
Ortalama yaşın 18 olduğu dünyadaki ender yerlerden biri olan Gazze... Burada 31 Ekim’den beri ölenlerin neredeyse yarısı, yaralananların da üçte biri çocuklardan oluşuyor. Dahası, harabeye dönen evlerin yıkıntıları arasında çocuklar “kayıp” durumda...
“İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim” cümlesi bir türlü silinmiyor gözümün önünden... İnsanlık, çocukların haklarını hiçe sayan bir savaş makinesi haline geldiğinden beri, “insan nedir” sorusunun yanıtını çok iyi biliyoruz.
Gazze’deki çocukların ilk çilesi de değil bu... Onlarca yıldır dünyanın en “kırılgan” gruplarından biri olarak kabul ediliyorlar. Bölgedeki çocuklar arasında savaş travması ve travma sonrası stres bozukluğundan kaynaklı duygusal sorunlar, beslenme eksikliğinden kaynaklı bodurluk ve kurşun zehirlenmesi yıllardır birçok bilimsel araştırmanın konusu olmuştu. Hamas’ın 2006 yılında Gazze’de iktidarı ele geçirmesinden beri bölgede çocukların iyi olma halinde ciddi bir gerileme gözlemleniyor.
Şimdi bunlara akut solunum enfeksiyonları ve ishal de eklendi. Bölgedeki çocuklar bu süreçte ciddi anlamda psikolojik yılmazlık geliştiriyorlar.
Şurası kesin ki, bölgede savaşan, savaşa taraf olan ve savaşa göz yuman herkes, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin çocukları şiddet, istismar, ihmal ve çatışmalardan uzak tutmak ve onları korumak konusundaki hükümlerini ciddi biçimde ihlal ettiler ve etmeye devam ediyorlar.
Birleşmiş Milletler’in İsrail-Filistin çatışmasında tüm taraflara yönelik bağımsız bir şekilde yürütmesi gereken savaş suçları soruşturmasının özellikle çocukların iyi olma halini önceleyen bir yaklaşımla sonuçlanması bu açıdan oldukça önemli.
Barış Vahası’nı hiç işittiniz mi?
İsrailli ve Filistinli çocukların İsrail’in küçük bir köyünde bir araya getirildiği İbranice Neve Shalom, Arapça Wahat al-Salam, Türkçe Barış Vahası, İsrail-Filistin arasında durmak bilmeyen savaşın çok ötesine kendisini konumlandırmış, barış kokan, çocukluk kokan, çölün ortasında barış saçan, yeryüzünde cennetin pekala kurulabileceğini gösteren küçük çaplı bir projeydi. Kar topu etkisiyle büyüyerek devam ediyor.
Yahudilerin, İsrail vatandaşı Arapların ve Hıristiyanların birlikte yaşadığı, ilk başta çorak topraklara yerleşik bu köyü Mısır’da Yahudi bir aileye doğan, ardından Hıristiyanlığı seçen, keşiş olan Bruno Hussar kurdu.
Amacı, Kudüs’ün 40 km batısında, Tel Aviv’in hemen kuzeyinde İsrailli Arapların ve Yahudilerin eşit sayıda temsil edildikleri ortak bir yaşamın mümkün olabileceğini kanıtlamaktı. Bir başka deyişle, Yahudilerin de Filistinli Arapların da eşit düzeyde ulusal ve bireysel hakları olduğunu, yani zaten tartışılması bile abesle iştigal olan bir gerçekliği anımsatmak istiyordu.
Başlangıçta tamamen ilkel koşullarda, tenekeden barakalarda yaşayan, suya ve elektriğe erişimi olmayan köyün ilk sakinleri giderek kalabalıklaşmaya, beraber tarım faaliyetleri yapıp kooperatif kurmaya başladılar. Bir “kooperatif köyü” (kısaltmasıyla, NSWaS) olarak resmen tanınmaları ise 1994 yılına denk geliyor.
Yahudi ve Arap çocukların ortak sofralarda yemek yediği, şakalaştığı, birbirini tanıdığı, İbranice ve Arapça eğitim aldığı, ortak bir merkezde herkesin kendi ibadetini yaptığı, din ayrımı yapılmadığı ama Hanuka’nın da Ramazan’ın da Christmas’ın da birlikte kutlandığı, yeryüzünde barış cenneti kurulabileceğini kendi mikro kozmoslarında kanıtladığı bu deneysel proje beni oldum olası derinden etkiler.
Köyde bulunan ve son üç yılda aşırılık yanlıları tarafından iki kez kundaklanan Barış Okulu (School for Peace) ise, Yahudi ve Arap profesyoneller ve farklı inanç ve yaşlardan öğrenciler için iki topluluğa dair anlayışlarını geliştirecekleri programlar yürütüyor.
Yakın zamanda köye 30 yeni yerleşim birimi daha inşa edildi ve halen burada yaşamak isteyen ailelerden oluşan uzun bir bekleme listesi var. Tüm bunlar da, aşırı sağcı Yahudilerin ve köyün varlık sebebine karşı çıkan memnuniyetsiz Filistinlilerin sözel ve fiziksel saldırılarına rağmen devam ediyor...
Anımsarsanız ödüllü yazar Grace Feuerverger, 2001 yılında “Rüyalar Vahası” (Oasis of Dreams) ismiyle Routledge’den kapsamlı bir kitap çıkarmış ve bu köyde barışın nasıl öğretilip öğrenildiğini uzun uzun işlemişti. Holokost’tan sağ kurtulan bir ailenin çocuğu olan yazar, köydeki okulu dokuz yıl boyunca yakından incelemiş, çocukların barışı öğrenmesinde kritik önem taşıyan bu girişimin psikolojik ve sosyal boyutlarını irdelemişti. Feuerverger’e göre, okullar, mucizelerin yaşanabileceği sihirli mekanlara dönüştürülebilir.
Köy sakinleri, savaşın şiddetlenmesiyle birlikte, topluluğun misyonunun da zedelenmemesi için birbirlerine daha sıkı kenetleniyorlar son günlerde... Aslında “ılımlı” ve “mütevazi” bir yaşam felsefesi, savaşın acımasız, körleştirici ve kutuplaştırıcı koşulları altında “radikal bir gereklilik” haline geliyor.
Çünkü mesele İsrail veya Filistin yanlısı olmak değil onlara göre. Mesele, barış yanlısı olmak...
Mesele, konunun karmaşıklığının farkında olarak, uzlaşıyla, diyalogla, karşılıklı güvenle sorunların konuşulup çözülebileceğine dair nüanslı bir yaklaşım sunarak umut ışığı saçmak...
Mesele, yurtseverlik veya ulusal kimliği bir yana bırakmaksızın barıştan yana olunabileceğini, barışçıl birlikte yaşamın paylaşılan bir egemenlik modeliyle sağlanabileceğini göstermek...
Yani “paylaşılan bir insanlık vahası” kurmak istiyorlar.
Şadi Şirazi’nin insan tanımını bilirsiniz: “İnsan, birkaç damla kan ve bin bir endişedir,” der. Goethe ise bu tanımın karamsarlığını bir adım öteye taşır ve “Hepimiz hayattan acı çekiyoruz” der.
Hepimiz hayattan acı çekiyoruz, ama en çok savaş döneminde çocuklar yaşıyor bu acıyı, hem de iliklerine dek...
Suriye’den Ukrayna’ya, Filistin’den İsrail’e dek çocuklar nefeslerini doldura doldura “Barış, hemen şimdi!” diyorlar. Beyaz bayrak sallıyorlar göğe doğru. “Yaşamak istiyoruz. Barış istiyoruz. Gıda, ilaç ve eğitim istiyoruz. Bomba değil” diyorlar. Bunun için de uluslararası toplumun saf tutmak yerine barış vahalarını yaymasını bekliyorlar.
Çocukluğun ateş altında olduğu Orta Doğu’da çocukları içine alacak barış projelerinin yaygınlaşması, hem dünü anlamak, hem bugünü yaşamak, hem de geleceğin huzurunu şimdiden tasarlamak adına çok önemli. Çünkü ileride barışı tesis edecek olanlar da, savaşı yeniden alevlendirecek olanlar da bugünün çocukları...
İnsan nedir, barış vahaları nasıl kurulabilir, şimdi bildik mi?