Savaşta ilk vurulanlar: Gerçek ve geçmiş
Körfez Savaşı sırasında Bağdat’ın bombalanabileceği düşünülerek Irak Ulusal Müzesi'ndeki en kıymetli eserler güvenli olacağı düşünülen yerlere taşındı.
Gül Pulhan*
Savaş ve talanın tarihi insanınki kadar eski. Şimdi, önce arkeoloji sayesinde elimizde olan kanıtlardan yararlanarak eski Orta Doğu’da savaşın kurallarına bakalım, sonra da son kırk yılın savaşlarının bu arkeolojik mirasa neler yaptığına.
Beş bin yıl öncesine gidelim, sadece hayal ederek değil, arkeolojik eserlere bakarak. M.Ö. 2450’lerdeyiz... Sümer’in iki önemli şehir devleti Umma ve Lagaş su kaynaklarının kontrolü için yıllarca savaşıyor. Çünkü Mezopotamya’nın bereketi, tarlaları sulamaktan geçiyor. Lagaş kralı Eannatum savaşın galibi ve bu tarihe geçsin diye bir zafer anıtı diktiriyor. Sümerliler bu anıtlara 'ALAM', Akkadlılar 'naru' diyorlar. Eannatum’un zaferini taşa nakşettirdiği ‘Akbabalar Steli’ türünün bulunmuş en eski örneği. Stelin bir yüzünde Eannatum elinde savaş baltası, miğferlerini, kalkanlarını, mızraklarını kuşanmış ordusunun -evet bu dönemde artık düzenli ordular var- önünde Ummalı askerlerin cesetlerine basarak ilerliyor. Akbabalar ölü bedenlere saldırmak üzere havada turluyorlar. Bir başka köşede çıplak cesetler toplu mezara gömülüyor. Taş kabartmanın arka yüzündeki tasvir son nefesini vermek üzere olan çıplak askerlerin büyük bir ağın içinde tutsak edilişini gösteriyor. Bu, Sümer tanrılarının mitolojik savaş ağı Şuşgal. Ağı elinde tutan Lagaş kentinin tanrısı Ningirsu, yani ilahlar da Lagaş’ın zaferini ilan ediyorlar. 2004 Nisan’ında Bağdat Ebu Gureyb hapishanesindeki tutukluların çıplak, eziyet gören fotoğrafları ortalığa döküldüğünde eski Mezopotamya’yı bilenler Akbabalar Steli’ndeki tasvirler ile bu görüntüler arasındaki benzerliği hüzünle işaret etmişlerdi.
Sümer döneminin bu uzun savaşı, yenik Umma kralının bir daha asla sınırı geçmeyeceğine dair ettiği yeminlerin stelin üstüne yazılmasıyla son buldu. Ama Mezopotamya’nın ara ara depreşen bir başka savaşı daha vardı, komşusu Elam’la yani eski İran ile olanı. Binyıllar içinde bu iki güçlü uygarlık toprak, su, insan gücü ve ticaret yolları için pek çok kez çatıştılar. Elam’ın akınları başarıyla sonuçlandığında bu galibiyetleri taçlandıran en büyük ganimetler Mezopotamya krallarının zafer stelleriydi. Akad ve Babil kentlerinden sökülen steller Elam’ın başkenti Susa’ya taşındı ve burada halka sergilendi.
Kimliğinde, gerçekle efsanenin birbirine geçtiği Akad’ın tanrı-imparatoru Naram Sin’in İranlı bir kavmi yenmesini ölümsüzleştiren steli de, Babil kralı Hammurabi’nin kanunlarını yazdırttığı siyah taş stel de savaş ganimeti olarak Susa’ya götürüldüler. On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Susa, Fransız bir arkeoloji ekibi tarafından kazılırken yeniden keşfedildi. Bu kez çağın kurallarına uyularak Louvre Müzesi’ne götürüldüler ve halen durdukları yerlerine kondular. İran’ın Irak’ı egemenliği altına almaya çalışmasının hikayesi bu kadar eski.
BAĞDAT ÇARŞISINDAKİ ESKİ ESERLER
Zamanda ilerleyelim…1980’lerin uzun İran-Irak savaşı, haberlerin şimdiki kadar çabuk ulaşmadığı, arkeolojik mirasın başına gelenlerin hemen farkında olamadığımız yıllar. Savaş sırasında Irak’taki kentlerde ve müzelerde bir olay olmamıştı ama Irak Hükümeti kırsalda kontrolünü yitirince güneyde, yani Mezopotamya’nın kalbindeki kadim kentlerin kalıntılarında, sistematik arkeolojik eser yağmaları başlamıştı. Arkeolojik alanlarda gizli, kaçak kazılar yapıp bulunanları satmak kuşkusuz yeni bir olgu değildi. Hele dünyanın en eski medeniyetlerinin kurulduğu, yazının icat edildiği topraklarda, ancak olayın boyutu değişmişti. “Bağdat çarşıları eski eserlerle dolmuştu” diye anlattı o günlerin tanığı, yakın zamanda kaybettiğimiz, Iraklı arkeolog Dr. Lamia al Gailani Werr, Temmuz 2017’de Ankara’da katıldığı bir sempozyumda. Eski eser piyasasının gözdelerinden olan silindir mühürlerin bir seferinde 150’sinin birden satıldığını gördüğünde, “Ne kadar büyük bir höyük yağmalanmış olmalı” diye düşündüğünü ekleyerek…
MERKEZ BANKASI KASASINDAKİ MEZOPOTAMYA HAZİNELERİ
Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini izleyen aylardaki 1991 Körfez Savaşı sırasında Bağdat’ın bombalanabileceğini düşünen karar alıcılar şehri savaşa hazırlamaya başladı. Irak Ulusal Müzesi, daha yaygın bilinen adıyla Bağdat Arkeoloji Müzesi’ndeki en kıymetli eserler güvenli olacağı düşünülen yerlere taşındı. Bağdat’ta seçilen yer Merkez Bankası’nın kasalarıydı. Sümer kenti Ur’un kraliyet mezarlarında bulunan altınlı, lapisli takılar, Asur başkenti Nimrud’un kraliçelerinin altın hazineleri kasaya kondu. Kırk bin çivi yazılı tablet kuzeydeki Dohuk Müzesi’ne, seksen bin el yazması Kerkük’e gönderildi. Merkezden uzakta, taşranın güvenli olacağı düşünülmüştü ve Amerikan müdahalesi sonrasında çıkacak olan yerel isyanları kimse öngörememişti. İsyanlar güneyden kuzeye doğru yayıldı ve sakin olacağı varsayılan taşra altüst oldu. Bağdat’ta müze ve diğer yerler emniyetteydi ama Irak’ın 13 bölge müzesinin 9’u yağmalandı. Yağmalanan ve tahrip edilen müzeler arasında Basra, Divaniye, Kufa, Babil, Amara, Erbil vardı. Dohuk Müzesi’nin binası yeni olduğu için askeri karargah yapılmıştı. Neyse ki kimse bodrum katla ilgilenmemişti. Böylece kutular içindeki kil tabletler, aslında uygarlık tarihinin beş binyıl öncesine ait en eski kayıtları kurtuldu. Kerkük Müzesi’nden yağmalanan el yazmaları sonradan şans eseri bir yol kenarında bulundu. Bu dönemde müzelerden yaklaşık dört bin arkeolojik eser kayıplara karıştı. Irak Eski Eserler Genel Müdürlüğü’nün Mezopotamya uzmanı Amerikalı, İngiliz ve Japon bilim insanlarıyla ortak çalışması sonucunda yağmalanan eserlerin katalogları yayınlandı. Bütün bu çabalara karşılık bulunan eser sayısı bir düzineyi aşamadı, geri kalanlardan bugüne kadar ortaya çıkan yok.
MÜZE YENİDEN SAVAŞA HAZIRLANIYOR
‘Resmi Sırlar’ (OfficialSecrets), yakın zamanda yapılan bir sinema filmi ve 2003 Irak işgalinin nasıl yalanlarla kurgulandığını gerçek, kişisel bir hikaye üstünden anlatıyor. Filmde Keira Knightley’nin canlandırdığı kişi, Katherine Gün, yabancı dil bilgisi nedeniyle İngiliz istihbaratının dinleme servisinde çalışan ve Türkiyeli bir siyasi sığınmacı ile evli, genç bir İngiliz kadın. O dönemde dünyadaki milyonlarca kişi gibi kitle imha silahları bahanesiyle Irak’a saldırılmasına karşı… Birleşmiş Milletler'in bu haksız savaşı meşrulaştırması için baskı yaratacak bir yazıyla karşılaşınca sessiz kalamıyor ve belgeyi bir gazeteciye iletiyor. Birleşmiş Milletler savaşı onaylamıyor ama… Gerisini biliyorsunuz zaten.
Savaş gün be gün yaklaşırken, arkeoloji cephesinde hesaplar Bağdat’ın bombalanabileceği ve bir önceki tecrübeye göre taşranın güvensiz olacağı üstüne yapıldı. Bu kez diğer müzelerdeki eserler daha iyi korunurlar diye Bağdat Müzesi’ne getirildi. Körfez Savaşı sırasında Merkez Bankası kasalarına kaldırılan paha biçilmez arkeolojik eserler o günden beri yerinden oynatılmamıştı. Müze salonlarından kaldırılamayan heykel, kabartma gibi büyük eserler süngerlerle, kum torbalarıyla korumaya alındı, pencere önleri tuğlalarla örüldü. On yıllardır devam eden ekonomik yaptırımlardan, dünya ile bağlantısı kopmuş, fakirleşmiş, elinde hiçbir imkan kalmamış bir avuç insan müzeyi ellerinden geldiğince savaşa hazırladı.
'O ESERLERİN IRAK'TA NE İŞİ VARDI' DİYEN GAZETE
Irak’ın arkeolojik mirası, petrolü kadar meşhurdu. Arkeolojinin batılı soyluların merak ve antika toplama gezilerinden sistemli, kayıtlı kazı çalışmalarına evrildiği, çivi yazısının çözülmesine vesile olan topraklardı burası. Kutsal kitapların peşinden gidenler Sümer’in medeniyetini, Akad’ın ölümsüz krallarını, Asur’un saraylarını burada topraktan kazıp, gün yüzüne çıkarmıştı. Mart 2003 işgali öncesindeki aylarda, Yakındoğu’nun eski kültürleri ile uğraşan dünyanın dört bir yanından uzmanlar, yaptırım gücü olduğuna inanılan kurumlara yüzlerce imzalı dilekçeler, mektuplar yolladı. Irak’taki höyüklere, arkeolojik alanlara, müzelere, tarihi eserlere zarar verilmemesi için toplantılar yapıldı, listeler, koordinatlar Pentagon’a ve İngiltere Savunma Bakanlığı’na iletildi. Üst düzey askerler, arkeoloji profesörleri ile toplantılar yaptı. Bu sırada sanat müzelerini ve koleksiyoncuları temsil eden bir başka grup ise farklı bir hedefin peşindeydi: Savaştan sonra Irak’tan eski eser ticaretinin önünü açmak. Bağdat’taki müzelerin ve diğer kültür kurumlarının talanından on gün sonra 24 Nisan 2003’te Wall Street Journal gazetesinde bir koleksiyonerin yazdığı makalenin başlığı o cephenin bakış açısının en cüretkar özetiydi: “Bırakın piyasa sanatı korusun: Hem bütün o tarihi eserlerin Irak’ta ne işi vardı ki?”...
ABD’nin Yeniden Yapılanma ve İnsani Yardım Bürosu’nun (ORHA) 26 Mart’ta hazırladığı Bağdat’ta korunması gereken en önemli yerler listesinin ilk sırasında Merkez Bankası (Irak’taki en eşsiz arkeolojik eserlerin bankanın kasalarında saklandığından o sırada Amerikalı yetkililerin haberi yoktu), ikinci sırada Abbasi Sarayı ile birlikte Irak Müzesi yer alıyordu. Buna rağmen müze için hiçbir koruma tedbiri alınmadı. Bağdat düştükten bir gün sonra, 10 Nisan 2003’ de çeşitli gruplar müzeye girdiler. Kimisi arkeolojik eser değil, masa, sandalye peşindeydi. Ofisler yağmalandı. Kimi, galerilerde kalmış olan eserleri satmak için, kimi evine götürüp korumak için aldı. İtiş, kakışta birçok şey kırıldı ve parçalandı. Ama bu karışıklığın içinde farklı bir grup daha vardı. Bunlar müzeye yan kapıdan girip doğrudan aşağı kattaki depoya indiler ve ellerindeki anahtarla kapıyı açtılar. Binlerce silindir mührü, boncukları ve diğer küçük eserleri aldılar. On binlerce altın ve gümüş sikkenin durduğu dolapları açamadan anahtarları düşürdüler ve karanlık -elektrik kesikti- ve karışıklık yüzünden tekrar bulamadılar.
Üç gün sonra personelin müzeye gelmeyi başarmasıyla yağmacılar dağılmaya başladı. Müzeciler telefonla yurt dışındaki meslektaşlarına ulaşıp Amerikan askerlerine yardım çağrılarını iletmelerini istediler. Bu sırada Bağdat’ta olan yabancı gazeteciler müzeye gelip yağmayı belgelediler, gazete köşelerine, haber programlarına taşıdılar ve bütün dünya olayı öğrendi. Bunu dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell’in, ABD’nin sorumluluklarının farkında olduğunu ve hataları düzeltmek için elinden geleni yapacağına söz verdiği açıklamalar izledi. Powell, hasar kontrolü yapmaya çalışıyordu ama o da tek başınaydı.
BAĞDAT HIRSIZLARI
Amerikan tankları talan edilen müzeyi korumaya ancak 16 Nisan’da geldi. Kısa süre sonra arkeoloji okumuş bir hukukçu albay başkanlığında müze yağması soruşturması başladı. Dokuz aylık soruşturmanın sonucunda, on beş bin eserin yağmalandığı anlaşıldı. Kaybolan birçok önemli eser ülke dışına çıkarılamadan bulundu. Ama gizlice depoya inen grubun çaldığı silindir mühürler ve diğer küçük eserlerden bugüne kadar hiç ortaya çıkan olmadı. Yağmanın bu bölümü ‘sipariş üzerine yapılan bir hırsızlık’ olarak değerlendirildi. Günümüzde, New York’ta yasadışı eski eser ticareti ile mücadele eden özel bir birimde savcılık yapan Albay Bogdanos müze yağmasını ve soruşturmayı anlatan ‘Bağdat Hırsızları’ başlıklı bir kitap yazdı ve gelirini Bağdat Müzesi’ne bıraktı.
O dönemde ve şimdilerde Irak’ın höyüklerinden talan edilip, satılan arkeolojik buluntular hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü bunlar ilk defa toprak altından çıkarılıyorlar ve haliyle hiçbir yerde kayıtları olmuyor. Benzerlerine bakarak Mezopotamya kültürlerine ait oldukları söylenebilse bile bunu hukuken ispatlamak, dolayısıyla, yabancı bir ülkeden geri almak çok zor. Bu durumun önüne geçecek ve tüm dünyayı bağlayan bir karar 12 Şubat 2015’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde oybirliği ile alındı.
ANTİK KENTE ASILAN ARKEOLOG
Konsey 2199 numaralı kararıyla IŞİD, El-Nusra, El-Kaide ve bağlantılı gruplarla yapılan her türlü petrol ve kültürel miras ticaretini, para için rehin alma ve insan kaçırmaları ve bu gruplara yapılan bağışları lanetledi. Tüm dünyada Irak (6 Ağustos 1990’dan günümüze) ve Suriye (15 Mart 2011’den günümüze) kökenli arkeolojik, kültürel, nadir bilimsel ve dini önem taşıyan varlıkların dolaşımını ve ticaretini yasakladı. Son yıllarda hem Irak hem de Afganistan’da eski eser kaçakçılığından elde edilen gelirlerin terörist grupları finanse etmekte kullanıldığı, arkeolojik eser kaçakçılığının uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan uluslararası organize gruplar tarafından yönetildiği FBI, Interpol gibi polis teşkilatları tarafından sıklıkla dile getiriliyordu. Güvenlik Konseyi kararı ile bu durum en üst uluslararası kuruluş tarafından teyit edilmiş oldu.
Bu kararın alınmasına neden olan arkeolojik tahripler Orta Doğu’nun IŞİD ile yaşamaya başladığı ve geçmişi yok etmeyi farklı bir boyuta taşıyan eylemler dizisiydi. Dönemin UNESCO Genel Müdürü Bokonova’nın ancak ‘kültürel soykırım’ diyerek tarif edebildiği kasıtlı bombalamalar ve parçalamalar geçmişin izlerini yok etmek kadar, dünyayı şok ve dehşet içine düşürmeyi de amaçlıyordu. Çünkü aynı ekip bir yandan da -tıpkı kendilerinden öncekiler gibi- arkeolojik alanları yağmalıyor ve bulduklarını satıyorlardı. Irak’ta, Musul Müzesi, Ninova ve Nimrud’ta yapılan yıkımları, Suriye’de Palmira izledi. Roma döneminin zengin, vaha kenti Palmira’da IŞİD’in hedefi sadece havaya uçurdukları tapınaklar değildi. Ömrünü Palmira’nın araştırılmasına, korunmasına adamış bir arkeolog olan seksen yaşındaki Asad Mahmud’u öldürdüler ve cesedini kentin antik bir sütununa astılar.
Orta Doğu’daki her savaşta insanlar kadar arkeolojik yerleşmelerin ve kültürel varlıkların da zarar gördüğü, yok olduğu artık kendini tekrar eden bir gerçek. İnsanların yaşadığı kayıpların ve acıların yanında eski taşlardan topraklardan söz etmek ve onlar için dertlenmek bazen anlamsız gelse bile; aslında bu kayıplar dünya uygarlığının temelini inşa etmiş yaratıcı insanların izlerinin, bizlerin de kimliklerimizin yok olması demek. Böyle acıların ve kayıpların bir daha hiç yaşanmaması dileğiyle noktalayalım...
*Araştırmacı / İngiliz Arkeoloji Enstitüsü-Ankara