Sayfiyedeki ikindiler için
Koca kadın, kocaman kadın Füsun hanım… Bahriye subayının biricik kızı Füsun hanım… Yürüdü geçti Moda Caddesi’nden… Hani şimdilerde anahtarlar el değiştiriyor, deniz yağmalanıyor, güneş eşik taşında unutuluyor ya… Bırakın bizi en eski alışkanlıklarımıza.
Füsun hanımı bir mart günü tanıdım. Oysa kış vakti hiç yakışmaz ona. Olsa olsa haziran başı gecesidir. Ya da… Şifa’nın, Mühürdar’ın, Küçük Moda’nın ıhlamur kokulu yaz günleri yerini akasya kokulu sabahlara bırakır ya, işte tam o vakitlerin. Kaçıncı cemre nereye düşerdi de derya deniz şenlenirdi, içinde konuklar için ayrılan fondanlar duran büfenin anahtarları neredeydi, bayramlık gömlekteki kolonya kokusu ne zaman dağılırdı? Füsun hanım bilir... Peki ya eskiyen tekneyi getirip, o ağacın altına bırakan el kimindi, güneşi bordaya çeken ile aynı mıydı? Füsun Hanım anlatır… Gün döner, öğlen geride kalır…
BAHRİYE SUBAYININ NAZLI KIZI
Füsun (Oktar) Hanım, hayatta en çok bahriye subayının kızı olmayı sevdi. Maviden başka renk bilmedi. Çocukluğunda uzun süre gemileri, yelkenlileri, şilepleri, sandalları izledi. Onları çırpınan bir balığa benzetti. Karayel, poyraz, keşişleme... Rüzgârın koyduğu adlarla yorumluyordu dünya haritasını. Babası Yavuz harp gemisinin ikinci kaptanıydı: “Babam Fazıl Türmen, Heybeliada Deniz Okulu’ndan yetişmiş. Mahalleden de komşumuz olan, saygıdeğer Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün sınıf subaylığını yapmış. Son derece nazik, görgülü, bilgili, şefkatli bir insandı. Onu ev içinde, dostlarının arasında hep gülümseyen yüzüyle hatırlıyorum. Görev başındayken ise tam tersi bir ruh hâline bürünürdü. Son derece ciddi bir insan olurdu. Şakalaşıp, gülüşemezdim. Onu gemisinde, üniforma ile gördüğüm vakitler içimde hep şu çelişkiyi yaşardım: ‘Acaba bu adam gerçekten benim babam mı? Beni eğlendirmek için muziplikler yapan o adam, bu adam mı?’ Oysa ki beni ne kadar çok sevdiğini bilirdim. Ekim 1943’te Yoğurtçu Parkı İhlas Sokağı’nda doğduğum vakit, mutluluk getirmişim. Bu sevinçli haber, hem karada hem de denizde kutlanmış. Böylesi kime nasip olur?”
Fazıl bey, kırk beş yaşında, kıdemli binbaşı rütbesi ile Deniz Kuvvetleri’nden emekli olur. Denizden kopamaz. Uzun yol ehliyeti alır, kaptanlığa başlar. Artık fener bekçileri ile dosttur. İstinye Tersanesi’nde, altmış iki yaşında vefat edene kadar ekspertörlük yapar.
'LİSAN ÖĞRETİR, DOMESTİK YETİŞTİRİR'
Füsun altı yaşındayken, Mühürdar’a Sarraf Ali Sokak’ a taşınırlar. Anne Melek Hanım, çok güzel, marifetli, bir o kadar da otoriter bir kadındır. Hayattaki en büyük hedefi kızının “kolej imtihanları”nı kazanmasıdır: “Annem çok ileri görüşlü, Avrupai bir kadındı. Eğitime çok değer verirdi. Bahariye İlkokulu’nda okuyordum. O yıllarda, 4. ve 5. sınıfta karneleri pekiyi olanlar doğrudan Üsküdar Amerikan Koleji’ne geçmeye hak kazanıyordu. Benim gireceğim sene imtihanla almaya başladılar. Nasıl üzüldüğümü anlatamam... Mahallede bir ablamız vardı, o okulda okurdu. Kolej’in bir geleneği varmış, “Mayıs Kraliçesi” seçilirmiş. Yani en güzel, en yetenekli, en kibar, en hanım hanımcık kız! Seçimlerin olacağı gün beni de okula götürdü. Müthiş etkilendim ortamdan. Anneme gelip, anlattım. Annem dedi ki: ‘Ya bu okulu kazanırsın ya da doğru Kadıköy Kız Lisesi’ne! Seni asla karşı yakada bir okula göndermem!’ Sınav günü geldi çattı. Sonuçların açıklanmasını bekliyoruz… Günlerce kıvrandım. Nihayetinde, kazanmışım! Ne mutluluk… Okulun bir misyonu vardı: ‘Lisan öğretir, domestik yetiştirir!’ Esasında amaç iyi birer ev hanımı olmamızdı. Hatta öyle ki, ‘ev idaresi’ dersimiz bile vardı. Okulun bahçesindeki müstakil evde, bir hafta süresince üç kız öğrenci kalırdık. Orası ev idaresi dersinin uygulama yeriydi. Yemeğimizi pişirir, dikiş diker, temizlik yapardık. Bir haftanın sonunda öğretmenlerimiz denetlemeye gelirdi. Tabii yanında ailelerimizle! Evde yumurta kıramayan, yatağını toplamayan nazlı kızlarının bu hamarat hâline anneler çok şaşırırdı. Bu bölgede erkek sinek bile uçmazdı. Kapıdaki hademeyi saymazsak tabii! Ona da biz bir isim takmıştık: Sümbül!”
Füsun, 1962 yılında kolejden mezun olur. Sınıf arkadaşlarının birçoğu okulu bitirir bitirmez evlenir. Lisan bilen, piyano çalan, domestik bir ‘hariciyeci’ eşi olurlar. Füsun ise hâlâ anne-baba evinin nazlı kızıdır. Ev içinde hayat çok neşeli, mutlu geçiyordur: “Altı yaşındayken babam bana Maltepe açıklarında yüzmeyi öğretti. Yüzücü olmak istiyordum. Annem derslerimden geri kalmayayım diye bu yeteneğimi, isteğimi görmezden geldi. Bisiklete binmeyi çok isterdim. ‘Bacakların çarpık olacak bak, binme!’ derdi. Amaç yine aynı tabiî! Derslerimi ihmal etmeyeyim, sevgilim olmasın… Ben de onun istediği ne varsa yaptım. 1962 senesinde kolejden mezun oldum. Cihangir’de Amerikan Sanat Dershanesi vardı. Daktilo ve muhasebe kursları verilirdi. Oraya devam ettim, yeni arkadaşlar edindim. Altı ay sonra da çok iyi bir iş buldum. Çalışma hayatım başladı.” Uzak patikalardan bisikletiyle geçen genç bir kıza rastlarsanız, dikkatli bakın. Bu Füsun’un ilkgençliğidir. Ve tekerlek izine vuran güneş, işte şuradan batıyordur.
KADIKÖYÜ'NDE İLK DANS
Füsun hanım, yazdan kalma bir anıdan söz eder gibi saatleri yeniden kuruyor. Sanki bir daha hiç kış yaşanmayacakmış gibi, anımsadığımız tek şey bir bağ bozumu, bir şenlik ateşiymiş gibi… “O vakitler Dr. Şakir Paşa Sokak’ta oturuyorduk. Annemin sofraları meşhurdu. Tipik bir Çerkez kadını olduğundan göz açıp kapayana kadar adeta bir şölen sofrası hazırlardı. Tabii alametifarikası Çerkez tavuğuydu. Tahmin edeceğiniz gibi evimizden misafirimiz eksik olmazdı. Yemek yenir, sonra bezik oynanırdı. Evimize sık sık konuk olanlar arasında Tolga Aşkıner de vardı. Çok sevdiğimiz, ailecek görüştüğümüz biriydi. Koltuğunun altında 45’lik plaklar, kapıya dayanır: ‘Haydi kızlar, size son moda danslar öğreteceğim’… Tangodan Rock&Roll’a bütün dansları o bize öğretti. Sonraları Nisa Serezli ile evlendi. Aynı yoğunlukta olmasa da görüşmeye devam ettik. Öğrendiğimiz danslar epey işimize yaradı. O yıllarda henüz Moda Deniz Kulübü’ne âzâ değildik, konuk olarak çağrılıysak, giderdik. İtalyan Renzo Orkestrası çalardı. Dans bilmemek ayıp karşılanırdı. Medeniyetsizlik kabul edilirdi. Devir Demokrat Parti dönemi… Kulübe çok üst düzey DP’li bürokratlar gelirdi. Onlar ne ki, Şah Rıza Pehlevi ve Kraliçe Süreyya bile ağırlandı. Modalılar uzaktan da olsa Süreyya’yı görebilmek için sandallar tuttular. Bütün bir sene Süreyya’nın güzelliği konuşuldu, hanımlar berbere Süreyya gibi saç yaptırdı, terzilere Süreyya’nınki gibi elbise diktirildi. Süreyya kadar olmasa da annemin Moda Deniz Kulübü’nde çok sükse yaptığı bir anısı var. Yıllarca evimizde konuşuldu. Bir Kabotaj Bayramı günüydü. Babam Yavuz gemisiyle Moda Koyu’na geldi, Kulüp’e yanaştı. Bir adım atışı var ki! Çok yakışıklıydı! Diğer kadınlar annemi imrenen gözlerle izlemişlerdi. Böyle yaşıyorduk…
Bunlara çok büyük paralar harcadığımız sanılmasın. Paranın değeri vardı, mutluluk, neşe, sıhhat vardı. Moda her zaman renkli bir yer olmuştur. Küçük Moda’da Mogambo adında bir gece kulübü açılmıştı. Dans etmeye, batı müziği dinlemeye oraya giderdik. Süheyl Denizci Orkestrası’nın çaldığı gün tıklım tıklım olurdu. Girişte ufak bir golf sahası vardı. Orada da golf oynardık. Bir de hiç unutamam, Erdem Buri çok sevilirdi. Burun’a doğru, şimdiki Selen Eczanesi’nin olduğu yerde bahçe içindeki ahşap köşkte otururlardı. Tülay German ile evliydi. Onları birbirine çok yakıştırırdık. Manço kardeşler ise eşimin uzaktan akrabası olur. Savaş Manço bize gelip giderdi. Barış Manço, yeni yeni tanınıyordu”.
'YUNANİSTAN'DA ALİKİ VUYUKLAYİ, TÜRKİYE'DE AJDA PEKKAN'
Bu yerleşik, alışıldık hayatı sürdürüp giden mahalleye günün birinde beklenmedik bir konuk gelir. Filan hanım kahveyi ocağa sürer, bir fincan asla yetmez. Saatler akşamı gösterir. Biri “ziyade olsun, hadi artık eve gitmemiz lazım” der. Diğeri “hadi öyleyse” der. Ev sahibesi “Yine beklerim, laflıyorduk ne güzel” der... Bir rivayetin sureti çıkarılır. “Ajda Pekkan ile evlerimiz karşılıklıydı. Ajda, halası, babası Rıdvan Bey ve kardeşi Semiramis ile birlikte yaşamaya başlamıştı. Babası Rıdvan Bey ile babam meslektaştı. Rıdvan Bey, Yavuz harp gemisinin birinci subayı, babam ikinci subayıydı. O zamanlar izinler on beş günde birmiş. Dönüşümlü olarak izne çıkılırmış. İzin günü babamdayken Rıdvan Bey gelmiş, rica etmiş: ‘Fazılcığım bir telgraf aldım. ‘Ajda’ adında bir kızım olmuş. İzin sıranı bana verebilir misin?’ Babam seve seve kabul etmiş, izinleri değiştirmişler. Ajda ile aramda üç yaş var. Fakat biz Ajda’nın meşhur olduğunu bilmiyorduk. Evin bütün pencerelerini açar, Domenico Modugno, Peppino Di Capri, Frank Sinatra plakları çalar, yüksek sesle onlara eşlik ederdi. Biz de ne acayip bu kız derdik. Bir gün bakkala gittim... Artist mecmuaları da burada satılırdı. Ne göreyim! Bizim Ajda, kapakta! Mecmuanın tertip ettiği yarışmada kadınlarda Ajda, erkeklerde Tanju Gürsu birinci gelmiş. Hemen bir tane alıp, eve koştum. Ev sahibinin kızıyla birlikte didik didik inceledik. Ajda artık yakın takibimizdeydi. Birkaç gün sonra kapı çaldı, Ajda gelmiş… Annemle ortak bir hayvan sevgisi paylaşırlardı. Mahalledeki köpekleri birlikte beslerlerdi. Oradan gelen bir yakınlıkları var. Hemen ev sahibinin kızını da çağırdım. Hep birlikte oturduk, sohbet ettik. Hiç unutmam, ısrarla, ‘Ben film artisti değil, meşhur bir şarkıcı olacağım’ dedi. O yıllarda Yunanistan’da Aliki Vuyuklaki vardı, tüm dünyayı kasıp kavuruyordu. Günümüzde Kırıntı Restoran’ın olduğu yer, Moda Park Açıkhava Sineması’ydı. Orası daima Aliki Vuyuklaki filmleri oynatırdı. Filiz Akın’ı da ona benzetirdik, güzelliğini çok överdik. Ajda şöyle dedi: ‘Nasıl ki Yunanistan’da Aliki Vuyuklaki var, günün birinde Türkiye’de de Ajda Pekkan olacak!’ Biz de arkasından ne hırslı bir kız demiş, doğrusu bu lafa biraz şaşırmıştık. Nerden bilelim ki, Ajda hakikaten dediğini yapacak!”
Artık terzilere Ajda’nın elbiselerinden ısmarlanıyordur. Beyaz kumaşın ucuna fisto mu çekilse, çiçekli kumaşın altına iki sıra saten ibrişim mi geçilse? Işıklar, gölgeler ibrişimlerin üstünden geçerken… Ajda, meşhur olur. Mahalleden bir Ajda Pekkan geçtiğini anlatmak da Füsun hanıma kısmet olur.
AHESTE ÇEK KÜREKLERİ...
Yazın en tatlı günleri başlamıştır. Her şeyin daha yumuşak, daha sıcak, daha dingin, daha sessiz olduğu zamanlardır: “Moda Plajı’nın çok iyi yüzücüleri vardı. Müsabakalarda başarılar kazanmışlardı. Safvan Serim, Mahmut Dalhan, Fuat Tüzünel gibi ustalar vardı. Atlama şampiyonu, ‘uçan adam’ lakabı ile bilinen Türel Aygün’ü de unutmamak gerekir. Belli bir yaşın üstündeki her Modalı, muhakkak çok iyi yüzer. Yaz tatili gelince, sabahları saat 9’da, dokuz kız buluşur, sandal tutardık. Saat 1’e kadar yüzerdik. Kürek çekmeyi on dört yaşında öğrendim. Moda Plajı’nın yanında kayıkhane vardı, Karadenizliler işletirdi. Kayığı onlardan kiralardık. Bu çok sıradan bir eğlence biçimiydi. Bu keyif saatleri çok ucuz, 2,5 liraydı. Sayfiye semtinde yaşamanın güzelliği! Koya demir atar, yüzerdik. Eser Artun arkadaşımız çok iyi yüzerdi. İnanılmaz muzip, mizah duygusu gelişmiş bir insandı. Şaka yapmayı pek severdi. Bir gün Rafttan atlamış, sandala yanaşmış… Sandalın tıpasını çıkarmış, batıyoruz… Şaka yapıyormuş meğer, az kalsın ölecektik. Her türlü fırlamalığı yapardı. Hiç kızamazdık, kıyamazdık ona. Çok sevilirdi Eser. Öğlene doğru acıkır, evlerimize dağılırdık. Annem muhakkak bir barbunya, bir kuru köfte yapmış olurdu. Üstüne de mis kokulu bir cevizli kek… Yemekten sonra uyur, akşamüstü “piyasa” yapmaya yine Moda Caddesi’ne çıkardık. Şimdilerde Draft Pub’ın olduğu yer, eskiden Mezeci Milka’ydı. Milka mezecilikten de önce sütçü-dondurmacıydı. Koço ve Nikola (Kole)’nin hazırladığı dondurmalarımızı alır, cadde boyunca yürürdük. Deniz Bank’ın olduğu yerde Sütçü Argiri vardı. Süt ve süt ürünleri satardı. Karısı, Moda Plajı’nın en şık kadınlarındandı, bikinileri çok meşhurdu. En ilginç, en sıra dışı bikiniler ondaydı. Cem Taksi’nin olduğu yerde basket sahası vardı. İlk gençliğimde mahallenin erkeklerinin basket maçları olurdu, onları izlemeye giderdik. K Kulüp diye bir yer vardı içinde, hanımlar da orada vakit geçirmeyi severdi. Turnikeden parasız geçmenin bir yolu vardı. ‘Kavanoz’ lakaplı görevliyle ahbap olmak! Ben hep parasız geçerdim. Bize çok ilginç gelen iki ev vardı: Moda Koyu’nda yüzen deniz evleri. Yapı Kredisi Bankası’ndan kazanılmıştı. O evlerin çocukları arkadaşımdı. Bayılırdık onlara gitmeye. Kimi zaman öğle yemeğini yüzen evlerde yerdik. Sanırsın vapurdasın!”.
MEHTAP UYANMASIN!
Öğlen yemeği arkadaş evinde, akşam yemeği evin babasıyla birlikte yenir. Yemekten hemen sonra bahçeye çıkılır, sade kahveye komşu evden yankılanan nâme eşlik eder: “Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lambası?” Parlak ay ışığı Kadıköyü’nü aydınlatıyorsa esas eğlence o zaman başlar. “Ailelerimiz ile birlikte mehtap sefasına çıkılırdı. Moda Plajı’nın işletmecisi İhsan Akdağ’ın iki oğlu vardı: Bahattin ve Ergun. Annemle Bahattin Bey’in karısı Süheyla çok yakın arkadaştı. Bu çiftin bir de Osman adında bir çocuğu vardı, yaramaz mı yaramaz… Ben böyle ele avuca sığmaz bir çocuk görmedim. Bir gün onlarla birlikte mehtaba çıktık, herkes nasıl mutlu, nasıl neşe içinde… Kimse gece bitsin istemiyor. Süheyla Hanım ortaya bir fikir attı: ‘Haydi denize girelim!’ O gecenin şerefine plajı açtılar. Biz hepimiz kendimizi denize attık. Bir tek Osman karada kaldı. Yapacağını yaptı! Ayakkabılarımızı denize atmış. Evlere çıplak ayakla döndüydük. Kimse de bu durumdan şikayetçi olmadı. Şakalaşmalara alışıktık.”
'BİR LEYDİ ASLA ÇIPLAK AYAKLARLA AYAKKABI GİYMEZ'
Her tazecik yeni gün, yeni sevinçler getirir. Moda Caddesi’nin sonuna doğru yürüyün, sağa kıvrılın. Caferağa Spor Salonu’nu göreceksiniz. Hemen ardında 21 numaralı kapı. Burası Terzi Matmazel Arusyak’ın evidir. Arusyak’ın pencere önünde hep bir akşamüstü: “9’da gelir, 5’te çıkardı. Tıpkı bir mesai!” Arusyak, Kadıköyü’nün en meşhur gündelik terzisidir. “O zamanlar gündelik terziler vardı. Kadıköyü’nün gündelik terzileri genellikle Ermeni’ydi. İçlerinde en sevileni Matmazel Arusyak’tı. Caferağa Spor Salonu’nun yakınında otururdu. İki top kumaş alırsın, iki etek, bir elbise çıkarırdı. ‘Sökmesine, sürfilesine yardım ederseniz üç etek çıkartırım!’ derdi. Teyzem meşhur terzi Mualla Yaka’dan giyinirdi. Annem ise şıklığa metelik vermezdi. Zaten çok güzeldi, fazla bir şeye ihtiyacı yoktu. Ne giyse yakışırdı. Tek süsü, maşayla saç çektirmekti. Bir gün Kızıltoprak Kent Sineması’na Katharine Hepburn’in filmi gelmiş. Sinemadan çıkışta bir karmaşa olmuş... Annem Katharine Hepburn’e çok benzetilirdi. O geldi sanmışlar!
Sinemaya gitmenin de bir adabı vardı. Şık giyinilirdi. Ayakkabılar Nazaryan ya da Hayko’dan alnırdı. Zaten bu ikisi kardeşti. Fakat bizim aile , Ayakkabıcı Antranik’ten alışveriş ederdi. Dükkânı Bahariye Caddesi’nde, Kadıköy Sineması’nın karşı kaldırımındaydı. Bir şey tarif etmeye kalkarsan ‘Antranik’in Sokağı’ derdin. Mösyö Antranik’i takım elbisesiz kimse görmemiştir. Sanırsınız hariciyeci! Öyle bakımlı, öyle yakışıklı! Bir seferinde bir ayakkabı yaptırdım: arkası açık, açık renk… Ayağımı sıkarsa diye çorap giymedim. Hiç unutmam, Mösyö Antranik şöyle demişti: ‘Füsun kızım, bir leydi asla açık ayaklarla ayakkabı giymez. Muhakkak ince naylon çorapla giymelisin’. Hemen eve koşup, naylon çorabımı giymiştim. Çorabımız kaçarsa atmazdık. Altıyol’da Korseci Şekip vardı. Naylon çorap da çekerdi. Doğruca oraya giderdik. Sarraf Ali Sokak’ta Kazdal Apartmanı’nda Şapkacı Marsel otururdu, dükkânı Altıyol’daydı. Davetlerde oradan şapka alırdık. 1965 yılında eşim Rıza Nur Oktar ile karşılaştım. Şişli’de otururlardı. Moda’da akrabaları vardı, onlara gelip giderdi. Babası Merkez Bankası’nın müdürü idi, anneme göre ‘parlak bir izdivaç!’. Rıza Nur, ilaç firmasında çalışırdı, geleceği parlaktı. Nitekim genel müdür olarak emekli oldu. Moda Koyu’nda tanışmıştık. Vapur iskelesinde yeniden karşılaştık. Oturduk, sohbet ettik… Biraz görüştük… 21 yaşındaydım, evlendik. Bizim sınıfın kızları genellikle büyükelçi eşi oldular. Şimdilerde yaşlandılar, Bodrum’da yaşıyorlar. Kızım da iyi bir evlilik yaptı. Dino’larla dünürüz. Abidin Dino, damadımın büyük amcası oluyor. Hayat böyle akıp gidiyor. Yaşam boy atıyor… Torunlarım oldu. Hepsiyle gurur duyuyorum”.
Koca kadın, kocaman kadın Füsun hanım… Bahriye subayının biricik kızı Füsun hanım… Yürüdü geçti Moda Caddesi’nden… Hani şimdilerde anahtarlar el değiştiriyor, deniz yağmalanıyor, güneş eşik taşında unutuluyor ya… Bırakın bizi en eski alışkanlıklarımıza.
Berken Döner Kimdir?
1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.
Rum toplumunun görkemli yadigarı: Büyükada Yetimhanesi 28 Şubat 2024
Tanzimat, İstibdat ve Meşrutiyet: Mınakyan Kumpanyası 29 Ağustos 2023
Haig Yazdjian: Bütün kişiliğimi udun içine koydum 12 Temmuz 2023
'Bu oyun bir gün mutlaka oynanacaktır' 04 Temmuz 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI