YAZARLAR

Sayılar bas bas bağırırken müziği dinlemeye ne gerek var?

Kayıtlı müzik sektörünü sektör yapan en temel unsur olan sanatçı-repertuar-yapımcı üçgeninin dijital çağda nasıl erozyona uğradığı, değerlerin, rollerin ve liyakatın bulanıklaştığı, hatta kapı dışarı edildiği uzun zamandır en sıcak ve tevatürlü konulardan. Bir yandan müthiş bir bağımsızlık dalgası almış yürürken öte tarafta bu bağımsızlığın yarattığı kopuşlar ve kaos, sapla samanı ayırmanın güçleştiği bir kalabalık ve kakofoniyi beraberinde getiriyor.

Geçtiğimiz günlerde, binlerce sanatçının ve sektör profesyonelinin katılacağı bir müzik fuarına gideceğimi söylediğim bir tanıdığım şu soruyu sordu: “İnsanlar hala bu organizasyona sanatçı bulup anlaşma imzalamak için mi yoksa yalnızca ‘networking’ için mi gidiyor?” Bu işlerdeki geçmişini bildiğim için sorunun ne manaya geldiğini de bildim ama ne cevap vereceğimi bilemedim. “Sanırım ikisi de” diyerek çıktım işin içinden.

Aslında kastettiği, henüz keşfedilmemiş veya birilerince keşfedilmiş olsa da “patlamamış” yeteneklerin hâlâ sahnelerde, canlı canlı, şarkısını söylerken, enstrümanını çalarken, dansıyla, görüntüsüyle, vücut diliyle, performansıyla görücüye çıkıp da beğenilmesiydi. Bu yazı da bunun üzerine bazı düşüncelerimi içeriyor. Zira günümüzde müzik endüstrisinin değişimi, sanatçıların anlamı ve önemi, plak şirketlerinin anlamı ve önemi, şarkının (ve müzik sektörünün her şeyden önce “şarkı”yla iştigal eden “A&R” [Artist & Repertoire] ve “edisyon” [publishing] kollarının) anlamı ve önemi etrafında gırla giden ve yakın zamanda da bitecek gibi görünmeyen tartışmaların odağındaki sorulardan biri bu. Bahsettiğim müzik fuarına dair bilgiyi de yazının sonunda paylaşacağım.

İngiliz The Guardian gazetesinde geçtiğimiz hafta yayınlanan bir makalede, The Brit Ödülleri’nde gelmiş geçmiş en büyük başarıyı yakalayarak altı ödülü silip süpüren 26 yaşındaki pop şarkıcısı Raye’in (Rachel Keen) anlaşmalı olduğu müzik devince nasıl senelerce ihmal edildiği ve oyalandığı, nihayet serbest kalınca bağımsız olarak çıkardığı ve içinde şirketçe daha önce reddedilen şarkıların da olduğu ve bence harikulade My 21st Century Blues albümüyle bu ödülleri aldığı anlatılıyor. Kayıtlı müzik sektörünü sektör yapan en temel unsur olan sanatçı-repertuar-yapımcı üçgeninin dijital çağda nasıl erozyona uğradığı, değerlerin, rollerin ve liyakatın bulanıklaştığı, hatta kapı dışarı edildiği uzun zamandır en sıcak ve tevatürlü konulardan. Öte yandan, adaylıklar ve kazananlar bakımından adalet ve eşitlik tahtında pirüpak bir geçmişi bulunmayan Brit ödülleri gibi, şubat başında verilen 66. Grammy Ödülleri de son derece dar bir sanatçı ve müzik havzasına odaklanıp bu bakımdan epey eleştirilmişti. 

Bir yandan müthiş bir bağımsızlık dalgası almış yürürken öte tarafta bu bağımsızlığın yarattığı kopuşlar ve kaos, sapla samanı ayırmanın güçleştiği bir kalabalık ve kakofoniyi beraberinde getiriyor. Bağımsız müzisyen olmak, en başta bağımsız müzisyenlerce eşitlik, özgürlük, kardeşlik aşkıyla cansiperane bir istiklal mücadelesine hatta devrim neferliğine eşdeğer tutulurken, devrim sonrası için ortada pek bir plan olmadığından marşlar ve yumruklar sıkça havada kalıyor. Önüne ve işine gelen ve gelmeyenlerin müzik sektörünün geleneksel yapılarına, kapılarına, işleyişine ve çalışanlarına “vurun abalıya” misali sallaması ata sporuna dönüşürken, keyfi kaçıp, morali bozulup müziği bırakanlarla kazma-kürek birbirinin kuyusunu kazmaya çalışanların minnoş toplulukları cadı(köy) kazanında fokurdayıp duruyor.

Kazan fokurdayadursun, müzik sektörünü sektör yapan kurt müzik insanlarınca kurulmuş, 50’lerden 2000’lerin başlarına kadar 50-60 sene boyunca unutulmaz binlerce şarkıyı, albümü ve sanatçıyı dünyaya sunmuş geleneksel plak şirketlerinin hatırı sayılır repertuar, kayıt ve pazarlama pratikleri hiçe sayılıyor. “Ben yaptım oldu” diyen atı alıp Üsküdar’ı geçiyor ama sonra bir bakıyor ki Üsküdar’dan sonra ya Kadıköy ya da Ayrılık Çeşmesi; ikisi de son durak. Bu kısır döngüde elbette kâr gözetip koltuk korumak dışında müzikle de sanatla da pek alakası olmayan gedikli büyükbaşların payı büyük. Çoğu müziğin içinden gelmeyen, müzik sevmeyen ve müziği zaten umursamayan, belli bir şekilde iş yapınca müzikten ne paralar kazanılabildiğini, sanatçının ne kadar kolay kazıklanabildiğini erkenden çözen, basit ama kurnaz esnaf geleneğinden işgalciler. Bundan yılan birçok genç ve yenilikçi müzisyen doğal olarak isyan bayrağı açıyor ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Çünkü bu işin içindeki herkes aynı buruşuk kumaştan ve çürük tıynetten değil. Ve bunlar yalnızca ülkemizde geçerli değil, genel anlamda küresel kayıtlı müziğe de uygulanabilir kuramlar.

Müzik yaklaşık 20 yıldır köklü değişimlerden geçmekte. Üretim; yani sanatsal ve fikri malzemenin kaydı, dağıtım; yani bu kayıtların fiziksel ve dijital olarak dinleyiciye ulaştırılma biçimleri, tüketim; yani müzik dinleyicilerinin müzik dinleme ve müzikle ilişki kurma biçimleri farklılaşıyor ve evriliyor. Üreteninden iletenine kadar tüm paydaşları endişelendiren, teknoloji bilgisi ve teknolojiyle ilişkisi ileri düzeyde olmayan hemen herkese öcü gibi görünen yapay zekanın gittikçe yaklaşan gölgesinde bu biçimler yeniden şekilleniyor. Bunlar üzerine düşünür ve konuşurken işin özü; yani müzik ve şarkı, sanatçı ve repertuvar fena halde ıskalanıyor. Müzik, yaratıcılar tarafından tasavvur ve icra edilen bir şey olmaktan çıkıp, hakkında sayılar, grafikler, istatistikler ve sıkıcı sunumlarda konuşularak kaderine kendisi hariç herkes tarafından karar verilmeye çalışılan bir metaya dönüşüyor. 

Şunların ikisi de müzik üretimini ve dağıtımını optimal noktaya ulaştırmıyor:

1- Sanatçıların geleneksel müzik sektöründe karşılaştıkları kişiler ve olgular nedeniyle doğru kişi ve kurumlarla yapacakları iş birliklerinden alacakları faydadan mahrum kalma pahasına bağımsızlık derdine düşüp bunu varoluşsal bir mesele haline getirmeleri.

2- Özellikle majör şirketleri yöneten kişi ve anlayışın çağdışı ve özgüvensiz yaklaşımlarla şekillenen yıkıcı ve yanlış icraati nedeniyle mütemadiyen kurunun yanında yaşın da yanması.

Müziğin ve yeteneğin keşfi, yetenekle şarkıyı bir araya getirme sanatı, bir sanatçıyı bebek adımlarında tespit edip uzun ve başarılı bir kariyer öngörebilme hatta bunu yönetme kabiliyeti çok kıymetli ve kalıcı bir yeti. Müzik ve müzisyen var oldukça da orada olmaya devam edecek bir alan. Kendini bu alana adamış insanlar sanatçıyı sahnede görür, dinler, özümser, duyumsar ve içselleştirerek bir yolculuk yaşar. O yolculuk beraberinde sanatçıyla çalışma ukdesi doğurursa çok verimli ve güzel bir ilişkinin başlangıç noktası olabilir. Bugün “efsane” diye nitelendirilen, turneden turneye koşan, 30., 40., 50. yılını kutlayan, Türkiye’ye geleceği açıklandığında biletleri dakikalar içinde tükenen konserlerin sahibi sanatçıların çoğu böyle bir karşılaşma ve ilişkinin başlaması sayesinde var olmuştur. Bunu sağlayan, maalesef günümüzde içi fahiş biçimde boşaltılarak sosyal medyada ve dijital platformlarda gezinip sayılara bakmaktan ibaret ve sadece okuma-yazma gerektiren bir işe indirgenen A&R (yani Sanatçı ve Repertuvar) ve Scouting (yani yetenek avı) faaliyetinin özündeki meziyettir.

İşte ilk paragrafta arkadaşımın sorduğu soru, hala bu meziyetin bir şey ifade edip etmediği, bu işlerin birtakım şirketlerde kendisine verilen kartvizitlerde yazan görev nedeniyle hassas kulak ve keskin göz sanan kifayetsizlerce yapılıp yapılmadığıydı. Ben bu soruyu kendime yaklaşık 10 senedir her gün sorduğumdan ona da tam bir cevap veremedim, ama tarafım çok belli olduğundan hayalperest bir heyecanla sihrin peşinden koşmaya devam ediyorum.

Bu koşulardan biri beni belki de benim için en özeline, South by Southwest’e (kısaca SXSW) götürüyor. SXSW, Amerika’nın Teksas eyaletinin başkenti Austin kentinde 1987’den beri düzenlenen, en başta 700 kişilik katılımla bir müzik festivali olarak başlayan, 2000’lerin başlarında fuara dahil edilen sinema ve teknoloji alanlarıyla iyice zenginleşerek büyüyen ve geçen sene 350 bin kişinin katıldığı dev bir organizasyon. Benim de o şehirde öğrenci olarak bulunduğum yıllarda her yıl genel katılımcı, sonraki senelerde Plak Şirketi / A&R Temsilcisi, 2003’te World/Inferno Friendship Society ve New Model Army gruplarıyla, 2013’te mor ve ötesi’yle Sanatçı Menajeri, dijital platform İçerik Direktörü gibi muhtelif rollerle toplam 10 defa katıldığım muazzam bir etkinlik serisi. Kendisine atfedilen “canlı müziğin başkenti” namını sonuna kadar hak eden Austin’deki tüm konser/performans mekanlarının 5 geceyi festivale ayırarak gecede 6-7 sanatçıya sahne vermesiyle bir hafta içerisinde 3 bin civarında sanatçının performans sergilediği, gecesi, gündüzü, sokakları müzikle dolu bir harikalar diyarı. Ben de müziğin, müzisyenin, şarkıcının kalibresinin her yönüyle anlaşılabildiği bu okyanusun havasını, orada olup bitenleri, önemli haberleri, ilginç gelişmeleri derleyip bir hafta boyunca elimden geldiğince sizleri de bu harika deneyime ortak etmeye çalışacağım; umarım başarırım.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.