Şeb-i Arûs ve belleklerdeki Mevlâna
Milletler, devletler, mezhepler ve mektepler onu sahiplenmek için yarışmıştı. Ortada global çapta hakikati ve güzelliği sahiplenme adına ruh gibi bir şey dolaşıyordu. Kendisini ilmin “gönül aynasında” tasavvur eden birileri onu tekfir etmekle meşgul iken birileri de semazenin göğe doğru açtığı sağ avucundakini, sol eliyle cebe indirmenin peşindeydi. “Herkes kendi zannınca ona dost olmuştu ama kimse onun yüreğindeki sırrın” mahiyetini merak etmemişti.
Veysel Başçı*
Bugün 747'cisini derk ettiğimiz Şeb-i Arûs, Mevleviler tarafından, “Ölüm herkese kendi rengindedir” diyen Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin öldüğü geceye verilmiş bir isimdir. "Düğün gecesi" anlamına gelir. Merhumun bu isimlendirmeden haberi var mıydı bilinmez ama onun hakikati paralayıp aralarında pay ettiği sevenleri, “cenazemde ağlanmasın” vasiyetinden hareketle bu adı tercih etmiştiler. Bu isimlendirmede, belleklerde yer edinmiş 'urûc (göğe yükselme) inanışının payı da olmalıydı. Çünkü Rumî, ölümü, “ten kafesine mahkûm edilmiş ruhun aslına rücû etmesi ve âşık ile maşûğun kavuşması”, yani bir vuslat olarak betimlemişti.
Mevlâna bir akşamüstü hayatını kaybetmişti. Zaruret hali hasıl olmadığı için ölüyü gece karanlığında gömüp de mekruh bir amele bulaşmak istemeyenler, cenaze merasimini sonraki günün ilk ışıklarına bırakmıştı. Merasime dost düşman herkes iştirak edecekti. Ona Moğol ajanlığını yakıştıranlar da, Şems-i Tebrizi ile olan halvetlerinden ötürü onu eşcinsel addedenler de, “Mesnevî’nin peygamber kıssası olduğu” söylentisiyle alay eden hasımları da o merasime koşacaktı. Ne de olsa günün sonunda ortaya iyi bir iş çıkarmıştı! Kindar nesilleri dışarda tutan kucaklayıcı şiirler söylemişti. O günkü kozmopolit Konya’nın sesi yüksek çıkan “on münadisi"nin kendini içinde bulduğu mükemmel beyitlerdi hepsi de. Öyleyse derhal sahiplenilmeliydi.
Rumî’nin psikolojik olarak sahiplenilmesi işte o düğün gecesinden sonraki cenaze merasiminde başlamıştı. Nitekim Ahmed Eflakî’nin anlatımına göre, Müslümanlar o gün cenaze merasimine iştirak etmiş Hıristiyanları sopa ve kılıçla savmaya çalışmış ve onlara, “Bu merasimin sizinle ne ilgisi var? Mevlâna sizin değil, bizimdir!” demişlerdi. Hıristiyanlar, “Olur mu? O ekmek gibidir, ekmeğe herkesin ihtiyacı var” deseler de karşılarındaki kitle psikolojisi, tarihsel serüvenine çıkacak belleğin yol haritasını daha o gün herkesin önüne koymuştu.
Mevlâna’yı sahiplenme macerası yüzyıllar sürmüştü. Bu sahiplenmenin tarih, toplum, devlet ve bireyin belleğindeki yansımaları farklı işlemişti. Devletler adına sahiplenmede Türkiye ve İran öne çıkmıştı uzunca bir süre. Ne de olsa bir taraf onun ölüsünü saklıyor, diğer tarafsa “ölüsü sizde ruhu bizdedir” diyordu. Birisi, “Beni yabancı sanmayın, ben sizin mahalledenim. Orada evimi arıyorum. Düşman görünebilirim ama düşman değilim. Hintçe söylüyorsam da aslım sizdendir” rubaisinden yola çıkarak onu sahipleniyordu. Diğeri ise “Merhum’un anadili Farsçadır, şiirlerini Farsça söylemiştir” diyerek onun İranî ve Fars kimliğini tartışmaya dahi yanaşmıyordu. Bugünlerde Mevlâna’nın Şeb-i Arûs’ta okunan şiirleriyle değil belki ama “Aras” isimli meçhul bir “bayatı-mâni” ile tekrar karşı karşıya gelmiş bu iki ülke yıllar süren bu bellek kavgasına 2016 yılında son vermişti. O yıl UNESCO’ya birlikte başvurarak, Mevlâna’nın ve eserlerinin ortak mirasları olduğunu belirtip bunların “Dünya Belleği” listesine alınmasını istemiştiler. Böylelikle iki devlet arasındaki bu anlaşmazlık, sağduyulu yaklaşımlarla son bulmuştu. Ama onların bu ortak başvurusu yeni bir kavganın fitilini ateşlemeye de yetmişti.
Çünkü Afganistan Devleti, Mevlâna’nın kendi topraklarında doğduğunu, dolayısıyla kendilerinin de onun üzerinde hakları olduğunu belirterek, söz konusu başvuruya karşı çıkmıştı. Haksız da sayılmazdı çünkü Mevlâna 1207 yılında bugünkü Afganistan sınırları içinde yer alan Belh’te dünyaya gelmişti. Belh’in gurur kaynağıydı. Konya’da yaşamışsa da kalbi Belh ile atmıştı. Bugün bu ülkenin kör nakkaşlar diyarı Herat’tan Şibirgan-Belh ve Mezar-ı Şerif yönüne otobanları yoktu belki ama ta ilkokuldan itibaren Mevlâna’nın yolu ve erkanı resmi müfredat dahilinde çocuklara öğretiliyor, şiirleri ezberletiliyordu. Taliban kontrolündeki bölgeler hariç, ülkenin birçok yerinde sıklıkla Mevlâna anması, şiir geceleri ve sema meclisleri tertipleniyordu. Bizdeki il kültür ve turizm müdürlüklerinin mehter takımlarıyla kutladığı Mevlâna programlarının aksine ortada ciddi bir gelenek vardı. Dolayısıyla Afganistan Devleti Türkiye ve İran’ın bu girişimini eli kolu bağlı oturup seyredemezdi. O da üzerine düşen millî görevini yerine getirmişti. Böylelikle Birlemiş Milletler'in bekleme salonundaki müşteriler iki iken üç olmuştu. Ancak sorun yaratan konu bundan ibaret değildi. Bir sorun da Belh’in homojen olmayan etnik yapısıydı. Ülkeler arası bu kavgaya bir de ülkelerin iç kavgası eklenecekti. Mevlâna Tacik miydi, Hazara mı, yoksa Özbek mi? Olay mahalle kavgasına dönmüştü!
Doğunun doğusunda bu kavga verile dursun, “Ben pergel gibiyim, bir ayağımı sabit tutar öbürüyle yetmiş iki milleti dolaşırım” diyen Mevlâna, babası Bahaeddin Veled ile beraber doğduğu şehir Belh’ten siyasî ve dinî sebeplerden ötürü çoktan çıkarılmıştı. Horasan üzerinden Bağdat, belki Hicaz, Şam, Halep gibi şehirlerden sonra Malatya, Kayseri, Sivas, Larende derken Konya’ya ulaşmıştı. Fakat defalarca Şam’a ve Halep’e gitmiş, uzunca bir süre o şehirlerde ilim tahsil etmişti. İki kez de kaybettiği Şems'i aramak için oralara uğramıştı. Hatta İbn-i Arabî ile Şam’da görüştüğü de söylenmişti.
Bazı eserlerini Arapça yazmıştı. Bu yüzden Arap dünyasında “Araplığı” tartışılmaya değerdi. Bu tabloya bir de Mevlâna’yı siyahî olarak resmeden bazı kuzey ve orta Afrika ülkelerindeki minyatürler de eklenecekti. Merhum bugün yaşasa Anadolu’da Suriyeli bir Arap olarak anılmaya ne derdi bilinmez ama eserlerinin İslam coğrafyasındaki değeri ve önemi kimi Arap edebiyatçılarını kesmemişti. Bu yüzden onun Araplığı hakkında kalem oynatmış Arap edibler de olmuştu.
Kendisine nispet verilen bir gazelinde, “Bu ne düşünce, bu ne tedbir ey Müslümanlar! / Ben ne Hristiyan ne Yahudi, ne Gavur ne Müslüman’ım / Ne doğudan ne batıdan, ne karadan ne havadanım / Ne Hint’ten ne Çin’den ne Bulgar ne Slav’danım / Ne Irak mülkünden ne Horasan toprağındanım” diyen şairin sahiplenilmesi bununla da bitmeyecekti elbet.
O gün Rumiye denilen Anadolu’ya gelmişti. İsmi üzerindeydi, Rum diyarı! Merhuma “Rumî” nisbeti de bu sebeple verilmişti. “Rum ressamlarla birlikte gönül” resmetmişti. “İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir” demişti onları temsilen. Ayrıca kimi şiirlerinde arada Rumca kelimeler de kullanmıştı. Mesela üzüme “istafil” demişti. Mutlaka Rumca da biliyordu. Dolaysıyla klasik Rum ve Yunan edebiyatı çalışan Yunanistan ve Güney Kıbrıslı milliyetçi kalemler tarafından “Rum olma ihtimali” irdelenmeye değerdi ve 2016 yılının o çok tartışmalı günlerinde bu da olmuştu.
Tarih boyunca Mevlâna’yı kendi kimlik ve etnik aidiyetleriyle sahiplenenler olduğu gibi onu mezhebî ve mektebî kimliklere yormak ve yontmak suretiyle sahiplenenler de olmuştu. Mesela, “İhlas ve ameli Allah’ın aslanı Ali’den öğren” demişti ya, Şiî olması işten bile değildi. Nitekim 19'uncu yüzyılda Tahran ve Hindistan’da basılan Divan-ı Kebir’lerdeki gazellere bakılacak olsa Mevlâna’yı mutedil bir Şiî değil, gulat-ı Şia olarak değerlendirmek icap edecekti. Onu Doğu'nun hümanisti olarak lanse edenler olduğu gibi insan hakkındaki, “Cansızdım, bu suretten ölerek kurtuldum, yetişip geliştim, nebat oldum, sonra nebattan da öldüm, hayvan suretinde göründüm” sözlerinden hareketle Darwinizmin ilham perisi bir fikir adamı olarak addedenler de olacaktı. Yaşadığı dönemde olduğu gibi bugün de bir grup onu daima sahiplenecek ve yere göğe sığdıramayacaktı. Bir başka grup ise onu yerin dibine geçirmekte beis görmeyecekti. Böylelikle sevgi ve nefretini ifrat ve tefrit sosuna bulayan romantikler, bir türlü onunla ilgili realist bir bakış açısını ortaya koyamayacaktı.
Yine de milletler, devletler, mezhepler ve mektepler onu sahiplenmek için yarışmıştı. Ortada global çapta hakikati ve güzelliği sahiplenme adına ruh gibi bir şey dolaşıyordu. Kendisini ilmin “gönül aynasında” tasavvur eden birileri onu tekfir etmekle meşgul iken birileri de semazenin göğe doğru açtığı sağ avucundakini, sol eliyle cebe indirmenin peşindeydi. “Herkes kendi zannınca ona dost olmuştu ama kimse onun yüreğindeki sırrın” mahiyetini merak etmemişti. Oysa garezden ve marazdan uzak bu mutasavvıf şairin şiirlerinde de eserlerinde de tarih boyunca verilen bu bellek kavgasının anlamsız olduğunu gösteren binlerce hikmetli ve vecizeli söz vardı. Lakin taraflar kavga etmeyi seçmişti. Onu paylaşamayanlara en güzel cevabı ise kendisi gibi şair olan Hafız-ı Şirazî bundan altıyüz kırk yıl önce toptan verecekti: “Yetmiş iki milletin kavgasını maruz gör zira hakikati gör(e)meyenler efsanelere sar(ıl)dılar!”
Toplumların, devlet, mezhep ve mekteplerin belleğindeki bu Mevlâna’ya ek bir de bireylerin belleğinde bir Mevlâna vardı. Günümüze dek onu “kendi belleğinin ölçüsünce” derk edenler de olmuştu tabii. Halihazırda dünyanın en iyi Mevlâna şarihi diyebileceğiniz Abdülkerim Suruş bunlardan biriydi mesela. Suruş, kırkından sonra Mevlâna’nın tasvir ettiği hakikat perdelerini “aklın kulağı ve kulağın gözüyle” aralamıştı. Doğrusu Mevlâna’nın hakkını da vermiyor değildi. Merhum’un şiirlerini yanlış ve ruhsuz okuyarak onu mezarında takla attıranları dışarda tutacak olursanız, dünya yüzeyinde Suruş dışında Mevlâna şarihi diye dolaşan epeyce bir isim de vardı. Bunlardan bazıları kuşkusuz iyiydi. Ama en ilginçleri de kendisinin “bir kemik ve bir hücreden” ibaret oluşuna aldırış etmeden, benliğini ve belleğini büsbütün “düşünceden” ibaret sananlardı. Farsça bir atasözünde, “ekmeği günün akçesiyle yemeyi” huy edinmiş bu tipler, pazarlama tekniğiyle tasavvuf satacaktı. Oysa Mevlâna, göğsüne 3'üncü dereceden Prof. nişanı tutturulmuş bu “feylesof” muhiplerini, “tahtadan yapılmış yolda yürüyen noksanlar” olarak tarif etmişti yüzyıllar önce. Aklın, istidlal ve kelam(cılığ)ın mahiyeti icabı ilahî hakikatlere ulaş(a)mayacağını çok önceleri söylemişti. Önüne yattıkları dünya makamının ise Hakk’a vuslatta ayak bağı ve hicap içinde hicap olabileceğini belirtmişti de bunlar, “aslanla sabahlayan köylü misali gaflet”in peşine takılmışlardı.
Ve bizden de bir sûfi teslimiyetiyle kendilerine inanmamızı bekliyorlardı.
*Dr., Bağımsız Araştırmacı