Sebahat Tuncel: Önemli olan HDP’yi kapattırmamaktır
4 yılı aşkın süredir tutuklu bulunan Sebahat Tuncel, avukatları aracılığıyla sorularımızı yanıtladı. Muhalefetin halkla kurduğu bağın zayıfladığına dikkat çeken Tuncel, sosyal medya platformları üzerinden geliştirilen siyasetin sorunların çözülmesine çok katkı sunamayacağını belirtti: "Türkiye sol ve sosyalist hareketinin yapması gereken Kürt halkıyla, HDP ile dayanışmayı güçlendirmesi, Kürt sorununun çözümü için daha çok çaba göstermesidir. Önemli olan HDP’yi kapattırmamaktır."
DUVAR - Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, 4 yılı aşkın süredir Kocaeli Kandıra 1 No'lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutuklu bulunuyor. 6 Kasım 2016'da tutuklanma karar verilen Tuncel hakkında "silahlı terör örgütüne üye olmak" ve "terör örgütü propagandası yapmak" suçlarından 8 yıldan 20 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.
Tuncel, 1998 yılından bu yana aktif siyaset içerisinde yer alıyor. Onu diğerlerinden ayıran bir özelliği milletvekili olduktan sonra dahi sokağı terk etmemesi, insanlarla birebir iletişimi kesmemesi. Bu yüzden hemen her eylemde rastlaşacağınız Tuncel, polis baskısı karşısında kalan kim varsa yetişme gayretindeydi. Fotoğraflanan bu anlar iktidar medyasında başka, sosyalist camiada farklı yorumlandı. O kimileri için azılı bir terörist, kimileri için en içten pratiklerle sıkı bir feminist olan Kürt siyasetçi.
Tuncel, 27 Kasım itibariyle cezaevlerindeki diğer siyasi tutuklularla birlikte Öcalan’a uygulanan tecrit politikaları nedeniyle süresiz, dönüşümlü açlık grevi eylemine başlayacağını duyurdu. Avukatları aracılığıyla ulaştığımız Tuncel’e “önderlik” kavramını, HDP’nin kapatılacağı yönündeki demeçleri, sosyalist ve Kürt hareketinin şu andaki durumunu nasıl gördüğünü sorduk.
Nasıl geçiyor vakit içerde? Neyle meşgul oluyorsunuz? Misal ne okuyorsunuz? Ya da yeni bir ilgi alanınız oldu mu?
Yaşam koşulları, insani arayışlara yeni yol ve yöntemler bulmaya da itiyor. Cezaevleri her yönüyle sınırlandırılmış ve sıkı denetim altında olan mekânlar. Sadece fiziki olarak değil tüm boyutları ile özgürlüklerin kısıtlandığı, ortadan kaldırılmaya çalışıldığı alanlar. Burada yaşamın her anı mücadele ve direniş demek. Bizler, zor ve zulüm politikalarına karşı, faşizme karşı özgürlük mücadelesini bu mekânlarda da yürütüyoruz Mevcut koşullara mahkûm olmadan koşulları aşmak kişinin iradesini de güçlendiriyor. Burada herşey sınırlı. Gökyüzünü bile havalandırmamızın izin verdigi ölçüde küçük bir dikdörtgen olarak görüyoruz. Bu sınırlılıkları aşmak, ufkumuzu daha da genişletmek için yaşamımızın her anını planlıyor, örgütlüyor, bol bol okuyup, tartışıyoruz. Güncel siyasal gelişmelerden, kadın meselesine, kapitalizm krizinden demokratikleşme ve özgürlük sorununa, ekolojik sorunlara, kültür sanat konusuna birçok alanda okumalar yapıyoruz Son süreçlerde Marksizm üzerine okuyorum. Şu an elimde Michael Mann’ın 'Demokrasinin Karanlık Yüzü' var. Bunun dışında kadın mücadele deneyimlerine ilişkin okumalar yapıyorum ve tabi ki roman okuyorum.
'TÜRKİYE’DEKİ MUHALEFET İKTİDARIN GELİŞTİRDİĞİ SİYASETİ AŞAMADI’
Sebastian Haffner, 'Bir Alman’ın Hikâyesi'nde Nazilerin yükselişini, o meşhur “Böyle bir şey nasıl olabildi?” sorusuna yanıt olan süreci bir görgü şahidi olarak anlatır. Haffner, iştahla her alanı zapt eden devletin, siyaset alanını tamamen boşalttıktan sonra kişiye mahsus bölgelere atak yapmasıyla başladığını söyler: “Birisinin ne yediği ne içtiği, kime aşık olduğu, boş zamanlarında ne yaptığı, kimlerle sohbet ettiği, gülümsüyor ya da surat asıyor olması, ne okuduğu ya da evinin duvarlarına nasıl resimler astığı! Bugün Almanya’da siyasi mücadelenin yapılış şekli bu.”
Etrafıma baktığımda burada bahsedilen manzaraya benzer bir şey görüyorum. Mikro yaşam alanları kuruldu. Salgının da etkisiyle daha da pekişti bu durum. Sosyal medya üzerinden ilerleyen muhalafet etme biçimleri günlük konuşmamız içinde yer alıyor. Yekten olumsuz sonuçları olmasa da buradan nereye kadar gidilebilir sorusunun yanıtı belirsizlik. Bu yüzyıl sizin için ne ifade ediyor?
Bahsettiğiniz kitabı ben de okudum. Son dönemlerde faşizm deneyimlerini anlatan birçok tarihi roman okudum. Kitapta benim dikkatimi çeken sıradan insanların nasıl Nazizmin askerleri haline getirildiği olmuştu. Sanırım iktidarların işini kolaylaştıran, kitlelerin sorgu sual etmeden mevcut duruma gönüllü olarak itaat etmeleri veya rıza göstermeleri. Faşist otoriter rejimler bu itaati korku üzerinden sağlıyor. Kendi iktidarları için devlet şiddetinin her türünü kullanmaktan, hak ve özgürlükleri gasp etmekte, muhalifleri bastırmakta sinir tanımıyor. Her defasında insanlar bundan daha kötü ne olabilir diye düşünüyor. Sanırım en kötüsü insanların kötülüğe alışmaları, kötülük karşısında sesiz kalmaları. Milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve militarist politikalarla da toplum tam bir cendere altına alınmış durumda. Pandemi bu baskı politikalarını uygulamak için bir bahaneye dönüştürüldü. "Hayat eve sığar" denilerek tüm toplum kendi küçük hapishanelerine hapsedildi. İktidar ise hiç olmadığı kadar toplumun yaşam alanlarına, hücrelerine sızdı. Kadınlar, muhalefet evlere kapatılırken, iktidar tüm sokakları, köşe başlarını kaptı. Ve tüm yaşamı denetim altına aldı, toplum militerleştirildi. Var olan özgürlük kırıntıları bile ortadan kaldırıldı. "İstisna hal” şimdi genel bir hale, "norma" dönüştü. Bence Türkiye'deki muhalefet de iktidarın geliştirdiği bu siyaseti aşamadı. Muhalefetin halkla kurduğu bağ zayıfladı. Sosyal medya platformları üzerinden geliştirilen siyaset, toplumsal sorunların çözülmesine çok katkı sunamaz. O alanı da kullanmak önemli ancak bizlere kazandıracak asil şey tarlalarda, köylerde, fabrikalarda, mahallelerde, sokaklarda halkla kurulacak ilişki, doğrudan demokrasinin, yerel demokrasinin katılımcı ve özgürlükçü bir siyasetin geliştirilmesini sağlamaktır. "Hayat Eve Sığmaz" demenin zamanı geldi de geçiyor sanki.
İçinde yaşadığımız yüzyıl toplumsal sorunları çözmek yerine derinleştirmiştir. En son pandemi karşısında bile kapitalizmin nasıl çaresiz kaldığını hep birlikte deneyimledik. Erkek egemen kapitalist sistem bir kriz sistemidir. Krizler olmadan kendi varlığını da sürdüremez. Ancak geldiğimiz aşamada kriz, kapitalizmi aşmayı zorunlu kılıyor. Tabi burada alternatif hareketlerin, sistem karşıtlarının kendisini güçlü örgütlemesine ihtiyaç var, aksi taktirde kapitalizm bu krizi kendi lehine çevirebilir. Ama tüm sorunlara zorluklara rağmen 21. yüzyıldan umutluyum.
‘KÜRT HALKINA ÇÖZÜM GETİRMEYEN HİÇBİR PARTİ TÜRKİYE PARTİSİ OLAMAZ’
HDP’nin Kürt halkıyla olan teması ve Batı’yla olan teması sizce denk mi gitmeliydi? Ya da orada nasıl bir denge kurulmalıydı? Sizin sözünüz, yolunuz yönteminiz bu konuda neydi?
HDP kurulduğundan bugüne aslında benzer tartışmalar yürütülüyor. HDP birleşik mücadelenin Türkiye'deki halkların, inançların, kadınların, ekolojistlerin, hak savunucularının ortak mücadele zeminidir. Ve bence şu an iktidar karşısında direnen neredeyse tek birleşik güç olması açısından da çok kıymetli. Kısacası HDP hem Kürt halkının hem Türkiye halklarının ortak mücadele zemini.
Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi gelişmeyecektir. Diğer taraftan Kürt sorunun çözümsüzlüğü bugün sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkilemekte. Kürt halkının; dil, kimlik ve kültür haklarının tanınması, kendi kendini yönetmesi, kendi geleceğini belirlemesi Türkiye'deki demokrasi sorununun çözümünü de getirecektir. HDP; Kürdistan ve Türkiye halklarının ortak yaşamını, demokratik cumhuriyetini savunuyor. HDP dışında hiçbir siyasi partinin Kürt sorunu ile ilgili siyasal, toplumsal ve ekonomik projesi yok. Oysa Türkiye halklarının ve Kürt halkının geleceği birbiriyle bağlantılı. Türkiye’yi yönetenler kendi iktidarları için Türkiye'nin tüm kaynaklarını savaşa, çatışmaya, muhalefeti baskı altına almak için kullanıyor. Bugün yoksulluk bu kadar yaygınlaşmışsa, insanlar açlık sınırında yaşıyorsa, eğitim ve sağlık alanında ciddi sorunlar yaşanıyorsa nedeni hükümetin Kürt karşıtı savaş politikalarıdır.
HDP ortak mücadele çatısıdır. Tüm Türkiye halklarının eşit, özgür, barış ve güven içinde yaşaması için mücadele ediyor. Ancak Kürt halkının kendi özgün sorunları için dil, kimlik ve kültür sorunları etrafında örgütleneceği kurumlar da olmalı. Varlığı güvencede olmayan bir halk için varlığını korumak, geleceğini güvence altına almak ancak örgütlü bir mücadele ile mümkün. Bu açıdan HDP’nin en büyük bileşeni olan DBP’nin (Demokratik Bölgeler Partisi) varlığı çok kıymetlidir bana göre. DBP; Kürt halkının eşitlik, özgürlük sorunlarını, Kürt halkının kendi öz örgütlülüğünü sağlaması, yerel demokrasinin gelişmesi, Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirlemesi için çalışma yürütmektedir.
Aslında HDP kurulduğundan bugüne yapılan “HDP’nin Türkiye partisi mi yoksa Kürt partisi mi?” tartışmaları bizim dışımızda yürütülen tartışmalar. Yaklaşık 25 milyon nüfusa sahip bir halkın sorunlarına çözüm getirmeyen hiçbir parti Türkiye partisi olamaz. Bu tartışmalarla özünde Cumhur İttifakı'nın Kürt karşıtı siyaseti ile Kürtleri sadece seçmen olarak gören, Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesini cesurca savunamayan, hatta Kürt siyasetini kriminalize edilmesine zımni destek sunan Millet İttifakı'nın saflarına HDP’yi eklemlemek, Kürtlere karşı siyasi ve kültürel soykırımın bir parçası haline getirmek istiyorlar. Asıl sorun, bugün Türkiye'de yaşanan kutuplaşmanın, siyasi ekonomik krizin aşılması; HDP’nin ortaya koyduğu radikal demokrasi çizgisi, cumhur ve millet bloku dışında demokrasi blokunun güçlendirilmesi ve örgütlenmesi.
‘TEMSİLİYET KRİZİ DOĞRUDAN DEMOKRASİ OLANAKLARI İLE AŞILABİLİR’
Siyasetin kendisi; temsil etme biçimlerinin yarattığı imajla müsemma. Fikrin ne olursa olsun, temsil edenin seni tuttuğu yerde kalabilme ihtimali var. Parlamenter mücadele içinde -bunca yıllık bir hareketin oluşturduğu dinamikleri, birikimleri hesaba katarak- hakkıyla Kürtleri kim temsil ediyor ya da etti?
Toplumsal ve siyasal sorunların çözümünde temsiliyet krizi aslında ciddi bir sorun ve bu sorun günümüzde daha yoğun görülüyor. Çağımızda insanlığın yaşadığı temsiliyet krizi- ki bu ancak doğrudan demokrasinin kanalları açılarak, halkın, kadınların karar ve uygulama mekanizmalarına katılımının güvenceye alınması ile, yerel demokrasinin gelişmesi ile giderilebilir- 'tek adam rejimi' denilen tekçi bir rejim ile daha da derinleşti. Devleti, iktidarı denetleyecek, toplumun, bireylerin devlete karşı haklarını koruyacak, güvence altına alacak hiçbir mekanizma kalmadı. Tüm kurumlar, denge denetleme kurumları, sivil örgütleri ortadan kaldırma ya da iktidarın politikalarını onaylayan kurumlar haline getirilmeye çalışılıyor. Derneklere kayyım atanması tartışmaları da muhalif kalan birkaç kurumun da sesinin kısılarak, toplum tamamen susturulmak isteniyor.
Bu iktidarın diğer bir adı da bana göre 'kayyım iktidarı'dır. Kayyım siyaseti Kürt halkının siyasi iradesini gasp ederek başladı. Şimdi tüm Türkiye’ye yayıldı. Utanmasalar milletvekillerine de kayyım atayacaklar. Gerçi zaten mevcut meclis başkanı kayyım gibi çalışıyor, muhalefetin hiçbir hakkını korumuyor. Bütçe görüşmelerinde bu çok net görüldü. Sarayın hazırladığı bütçenin bir virgülü bile değiştirilmedi. Tüm bu koşulları dikkate aldığımızda temsiliyet krizinin derin bir sorun olduğunu görüyoruz. Temsiliyet krizi; doğrudan demokrasinin olanakları yaratılarak aşılabilir. Kürt siyasal hareketi, Kürt kadın hareketi bu "temsili demokrasi" krizini uzun süredir tartışıyor ve aşmak için de çabalıyor. Meclis örgütlenmesi, eş başkanlık sistemi, geri çağırma hakkı (…) aslında bu tartışmaların bir sonucu. Ancak Kürt siyasi hareketi, 2015 yılından bugüne sistematik devlet şiddeti ile cebelleşiyor. O günden bugüne binlerce Kürt siyasetçi gözaltına alınıp, tutuklanmış veya siyaset yapamaz hale getirilmiştir. Bu baskı politikası sadece HDP ile de sınırlı değil. Kadınlara, Kürt halkının örgütlü olduğu tüm alanlara, kurumlara, yerel yönetimlere yönelik sistematik gelişen devlet şiddeti, zulüm politikası var. Tüm bu zor ve zulüm politikaları karşısında durmak, faşizme karşı durmak bile önemli diye düşünüyorum. Direnmek, biat etmemek, mevcut duruma teslim olmamak zafer için umudu da diri tutmaktadır.
‘DEVLETİN ÖCALAN’A YAKLAŞIMI KÜRT HALKI İÇİN ÖNEMLİ’
Abdullah Öcalan’a yönelik politika nedeniyle açlık grevine girmeye karar verdiğinizi duyduk. Yüz yüze olsaydık sorumu belki daha iyi izah edebilirdim ama şöyle anlatmaya çalışayım. Politik yerden baktığımda dahi yerli yerine oturmuyor. “Önderlik” kavramı ne için bu kadar gerekli? Aynı şeyi Kürt kadın hareketindeki kadın arkadaşların dev Abdullah Öcalan afişleri altında açıklama yaptıklarında da hissederdim, konuya yabancılaşırdım. Şimdi açlık grevini duyunca yine benzer bir fikirde çakılı kaldım. Niçin?
Keşke bu röportajı yüz yüze yapma imkanımız olsaydı. Ancak mevcut koşullar doğrultusunda anlatmaya çalışayım.
Türkiye'de yaşanan Kürt karşıtı siyaset ve Kürt halkına yönelik gelişen baskı politikaları karşısında bir kez daha cezaevleri sorumluluk üstleniyor. Hatırlarsınız 2018 yılında sevgili Leyla Güven’in başlattığı ve 200 gün süren, binlerce kişinin dahil olduğu açlık grevi sonucunda sayın Öcalan ve arkadaşları aileleri ile görüşebilmişti. Sayın Öcalan'ın yasal hakkı olan avukatlarla görüşebilmesi de ancak açlık grevi sonucu mümkün olabilmişti. Yine bu süreçte sayın Öcalan, yasal hakkı olan ve bugüne kadar kullanamadığı telefon görüş hakkını 21 yıl sonra savcılık izniyle bir defaya mahsus kullanabilmişti. Avukatları 7 Ağustos 2019’da son kez görüştürülmüştü. Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) yayınladığı raporda İmralı’da özel bir hukuk sisteminin, tecrit politikasının uygulandığı ve Türkiye'nin derhal buna son vermesi gerektiği çağrısında bulundu. Aslında İmralı’da devreye konulan bu "özel hukuk" rejimi şu an tüm Türkiye cezaevlerinde pandemi de bahane edilerek genel bir uygulama haline getirildi. Türkiye kendi yasalarını askıya alarak, kişiye özel bir hukuk rejimi uyguluyor. İnsan hak ve özgürlüklerinden, demokrasiden yana olan, hak ve özgürlük mücadelesi yürüten herkesin buna karşı çıkması gerekir. Eğer siz yasaların keyfi uygulanmasına onay verirseniz, yarın sizin başınıza aynısı veya daha kötüsünün gelmeyeceğini garanti edemezsiniz.
Bunları söyledikten sonra asıl merak ettiğiniz konuya gelelim. Eğer bir halkın 'önderim' dediği kişi özgür değilse o halk da özgür değildir. 'Önderlik' yoğunlaşmış halk iradesini temsil etmektedir aslında. Kürt halkının dil, kimlik, kültür, ekonomik, toplumsal sorunlarının çözümünün merkezine koyduğu 'önderine' yaklaşım, halkın nezdinde kendine yaklaşım olarak algılanır. Bunu en son 2013-2015 yılları arasında yürütülen diyalog ve müzakere sürecinde de gördük. Sayın Öcalan’ın çağrısı Kürt halkı tarafından, Kürt hareketinin tüm bileşenleri tarafından olumlu karşılandı. Ve bu süreç tüm Türkiye açısından hak ve özgürlüklerin, demokrasinin alanının en geniş olduğu bir dönem oldu. İnsanlar o dönem geleceğe umutla bakmaya ve birlikte yaşamanın mümkün olduğuna inandı. Ancak iktidar bu süreci sonlandırarak, içeride ve dışarıda Kürt karşıtı siyaseti merkezine aldı. O günden bugüne eş genel başkanlar, milletvekilleri, belediye eş başkanları, belediye meclis üyeleri de dahil olmak üzere binlerce HDP’li gözaltına alınıp tutuklandı. Bununla birlikte muhaliflere, sosyal medya üzerinden kendi görüşlerini paylaşanlara, aydın, sanatçı, iş insanları da dahil Türkiye muhalefeti de benzer bir baskı politikası ile karşı karşıya kaldı. Kısacası Kürt sorunun çözümü ile Türkiye'nin demokratikleşmesi birbiri ile bağlantılı süreçler olarak gelişiyor. Ve Kürt sorununun çözümü için sayın Abdullah Öcalan ile sonlandırılan diyalog süreci yeniden başlatılmalı ve müzakere süreci geliştirilmelidir. Bunun olması ise ancak mücadele ve dirençle mümkündür. Cezaevlerinde Kasım ayı itibariyle başlayan açlık grevlerini aynı zamanda Türkiye'nin içine girdiği krizden çıkış, Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi, halklar arası eşitlik, kardeşlik açısından bir yol açma mücadelesi olarak görmek ve bu mücadeleye destek olmak gerekir. Bu vesile ile tüm demokrasi ve özgürlük güçlerine içerideki bu sese ses vermeleri çağrısında bulunuyorum.
‘BAHÇELİNİN İSTEDİĞİ KÜRTLERİN KÜLTÜREL SOYKIRIMI’
Devlet Bahçeli’nin HDP’nin kapatılması yönünde sözleri oldu. Halihazırda işin aslı buna ihtiyaç olmadığını da düşünenlerdenim. Yani HDP fiilen aslında zaten bitirildi. (‘Ne yazık’ diyerek söylüyorum bunu) Tam burada Kürtler ve tabi HDP’yle bağ kuran sol ne yapabilir? Misal yeni bir parti kurulmalı sesleri duyuldu. Sizdeki yol haritası nedir?
HDP’nin kapatılma tartışması daha çok seçim üzerinden ele alınıyor. Bu eksik bir yaklaşım diye düşünüyorum. Esasta Bahçeli'nin talepi Kürtlerin kültürel soykırımını başarıya ulaştırmak. Cumhur İttifakı'nın eş başkanlığını yapan Bahçeli 21. yüzyılda Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme, kendi varlığını korumasını ve kendi kendini yönetmesini engellemek istiyor. Bu politikanın önündeki engel direnen Kürtler, Kürtlerin dostları ve tüm halkların, özgür, eşit bir arada yaşamını savunan HDP’dir. Tabiki HDP’ye oy veren 6,5 milyon insan önümüzdeki sürecin belirleyecisi olacaktır. Tıpkı yerel seçimlerde ve tekrarlanan İstanbul seçimlerinde olduğu gibi.
Türkiye sol ve sosyalist hareketinin yapması gereken Kürt halkıyla, Kürt halkının siyasi temsilcileriyle, HDP ile dayanışmayı güçlendirmesi, Kürt sorununun çözümü için daha çok emek ve çaba göstermesidir. Önemli olan HDP’yi kapattırmamaktır. Bunun için safları sıklaştırmak ve mücadeleyi yükseltmek gerekir.
‘HDP’NİN SAHİP OLDUĞU İLKELER HER TÜRLÜ AYRIMCILIĞA ÇÖZÜM OLABİLİR’
2003’te cinsel yönelim ayrımcılığına dair parti programına madde koyan ilk siyasi parti DEHAP’tı. 2008'de LGBTİ+ haklarıyla ilgili meclise önerge veren ilk vekildiniz. Bu öncü girişimler düşünüldüğünde, bugün Kürt siyasal hareketinin cinsel yönelimler ve cinsiyet kimlikleriyle ilgili güçlü bir politik altyapı oluşturduğunu düşünüyor musun? Bu gelişmenin önünde majör engeller var mı?
Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin gelişmesi, özellikle feminist hareketin yükselmesi LGBTİ (+) haklarının daha görünür olmasını sağladı. İnsanların cinsel kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğramaması bu alanda yaşanan yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere insan hakları ihlallerinin giderilmesi için toplumda farkındalık oluşturmak kadar yasal ve anayasal güvencelerin de sağlanması gerekir. Bu açıdan partilere önemli görevler düşüyor. HDP’nin etnik, cinsiyet ve inanç kimliğinden kaynaklı ayrımcılığa karşı mücadele ilkeleri sorunların çözümünü geliştirmek açısından önemli diye düşünüyorum. Ancak erkek egemen kapitalist toplum içerisinde işlerin hiç de kolay olmadığının farkındayım. Erkek egemenliği ortadan kalkmadan ne kadınlar ne erkekler ne de LGBTİ (+) bireyler gerçek anlamda özgür olmayacaktır. Ancak bu uzun soluklu bir mücadele. Ve bu mücadelede dayanışma önemli.
‘ORTAK BİR ÇATI ALTINDA GÜÇLÜ BİR KADIN ÖRGÜTÜNE İHTİYACIMIZ VAR’
Her içerde olan insana sorulur. Dışarıda en çok neyi özlediniz? Çıkar çıkmaz yapacağım dediğiniz bir şey var mı?
Başlarken de söylediğim gibi burada her şey o kadar sınırlı ki insan sınırsız gökyüzüne bakmayı özlüyor. Devlet her nedense yeşili sadece dolarda seviyor, onun dışında yeşile tahammülü yok. Pandemi sürecinde havalandırmamızın duvar diplerinde betonu yırtarak boy veren otları, yeşillikleri her fırsatta kopartıyorlar. Size ne zararı var deyince "Bize böyle söylendi" deniyor. Ağaçların, çiçeklerin başlarına bir iş gelmeyeceğini bilerek onlara bakmayı özlüyorsunuz mesela. Dostları özlüyorsunuz tabii ki…
Son olarak dışarıdaki kadınlara ne söylemek istersiniz?
Yeni bir yıla giriyoruz. 2020 tüm insanlık için zorlu bir yıl oldu ama aynı zamanda kadınların direniş ve mücadelesini bu zor koşullarda da yürüterek umudu diri tuttuğu bir yıl oldu. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, kadın dayanışmasının güçlenmesi tüm topluma fayda sağlayacaktır. Kadın hareketinin önümüzdeki süreci daha örgütlü karşılaması için ortak bir kadın ağının örgütlenmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Kadınların karşısında tüm kurumları ile hem ideolojik hem ekonomik hem de siyasal olarak örgütlü bir erkek egemen sistem var. Bu sistemi aşmak için farklılıklarımızı yok etmeden ama bir arada yürümeyi başarabileceğimiz ortak bir çatı kadın örgütüne ihtiyacımız var. Belki de dışarıda bunlar tartışılıyordur. Yoksulluğa karşı mücadele, kimliğinden ve inançlarından kaynaklı ayrımcılığa karşı mücadele, emek ve beden sömürüsüne karşı mücadele, ekolojik bir yaşam için mücadele… Kadın hareketinin içinde birçok ortak paydayla örgütlenebilecek bir güç potansiyeli var. Ancak bu potansiyel örgütlü değil. Bu örgütlülüğün geliştirilmesi kadın hareketlerinin alanlarını da genişletecektir.
2021 yılının kadınların mücadelesi başta olmak üzere tüm halkların, ezilenlerin, emekçilerin kazanacağı bir yıl olmasını diliyorum. Siz basın emekçileri şahsında tüm halkımızın yeni yılını da kutluyorum. Ser sala we piroz be.