Şeceryan: Sabah Kuşu'nun yankısı…
Muhammed Rıza Şeceryan, 8 Ekim 2020 Perşembe gecesi, "yıllardır bedenimde bir misafir ağırlıyorum" diye tanımladığı o kanserli hücreye yenik düşmüş, tiz ve pest sesler vermekte usta olan şu fani dünyaya veda ederek yitip gitmişti aramızdan… Tahran caddeleri o fırtınalı gecede, tıpkı göğünde olduğu gibi eşine az rastlanır uğultulu bir uğurlama seremonisi düzenliyordu.
Veysel Başçı
İranlı sosyolog Ali Şeriati; "Ya Rab! Nasıl yaşanması gerektiğini bana sen öğret, nasıl ölmesi gerektiğini ben bulurum!" demişti eski bir ses kaydında. İnkılab Caddesi kaldırımlarında satılan o tozlu kasetteki bu ses kaydının fonunda ise İran müziğinin usta sesi Muhammed Rıza Şeceryan’ın, hocası Abdullah Devvam-i Redif ile birlikte icra ettikleri ilk dönem tasniflerinden biri cılız da olsa duyuluyordu. Bu Şeriati ve Şeceryan’ın sesinin birbirine karıştığı ilk buluşma değildi elbette. Ne de olsa ikili hemşehri sayılırdı. Şeceryan, Şeriati dönemi gençliğindendi. Ama hiçbir zaman onun, o sol söylemleri İslamla harmanladığı düşüncelerine katılmamıştı. "Bir sanat ortaya koyuyor" dediği Şeriati’nin hitabetinden ve samimiyetinden ise zerre kuşku duymamıştı.
Muhammed Rıza Şeceryan, 8 Ekim 2020 Perşembe gecesi, "yıllardır bedenimde bir misafir ağırlıyorum" diye tanımladığı o kanserli hücreye yenik düşmüş, tiz ve pest sesler vermekte usta olan şu fani dünyaya veda ederek yitip gitmişti aramızdan… Tahran caddeleri o fırtınalı gecede, tıpkı göğünde olduğu gibi eşine az rastlanır uğultulu bir uğurlama seremonisi düzenliyordu. Binlerce seveni pandemiye, fırtınaya ve ürküten o gök gürlemeleri ile güvenlik güçlerinin gövde gösterisine aldırış etmeden, hastane önüne akmıştı. Kaldırımlarda hüzünle bekleyenlerden bazıları sanatçının "cûnan mestem men imşeb" adlı Mevlana’nın gazeline yaptığı besteyi mırıldanıyordu. Caddeleri dolduran kalabalık İran siyasi tarihinde sanat ve siyasetin ortak protest şarkısı haline gelmiş, Morğ-i Seher (Sabah Kuşu) adlı Şeceryan’ın ismiyle özdeşlemiş o şarkıyı, yüksek sesle ve gözyaşları içinde okumuştu. Yediden yetmişe herkes; "Sabah kuşu öt, öt de acımızı tazele, dört yanından kötülük akan şu kafesi ahınla, nefesinle kır, kafesteki kuşun kanadındaki bağı çöz ve insan türünün özgürlük şarkısını oku…" demişti. 15 Ağustos 1953 yılında ABD ve İngiltere’nin Ajax Operasyonu adını verdikleri bir darbe ile koltuğundan edilen Başbakan Musaddık taraftarlarının, dönemin sosyal ve siyasal baskısını vurgulamak için sıkça okudukları, bestesi Murteza Ney Davud’a, sözleri ise Dunbuli kökenli Kaşan asıllı Meşhed doğumlu Muhammed Taki Bahar’a ait mahur makamında okunan bu şarkı, ülkenin içinde bulunduğu umutsuz durumdan yakınan şairin, kendisi gibi umutsuz sabah kuşuyla dertleştiği dizelerin bestelenmiş bir şarkısıydı. İstibdat rejimleri altında nefessiz bırakılmış kitlelerin sembolik sesiydi yani.
Şeceryan, 23 Eylül 1940 yılında farklı seslerin ve kimliklerin coğrafyası Horasan’da, ruhanilerin/meleklerin tınısı anlamına gelen musiki ile haşır neşir, ruhaniyeti güçlü bir evde dünyaya gelmişti. Büyükbabası Seyid Ali Ekber Tebesi, Tebes’in varlıklı ailelerindendi. Tebes’ten Koçan’a oradan da Meşhed’e göçmüştüler. Aslında ailenin bu göç macerası daha eskilere dayanıyordu. Tebes’e yani Horasan’a İran’ın ta batısından, Kürdistan ve Loristan Eyaletleri sınırında mukim, bugün İran müziğine sayısız müzisyen armağan etmiş Çegini Kürt aşireti içerisinde, II. Şah Abbas Safevi’nin göçertmesiyle gelmişlerdi. Şeceryan da birçok İranlı aydın ve sanatçı gibi, hayatının ilk çeyreğinde geçmişi göçlerle dolu ailesinin ruhaniyetinden nasibini ziyadesiyle almıştı. İlk şan derslerine ve müzik meşklerine, Kur’an kâriî babasının gözetimi altında başlamıştı. 1952 yılından sonra redif tarzı klasik musikiye ve doğaçlama okunan mesnevilere ilgi duymuştu. 1959 yılında Meşhed’ten yayın yapan Horasan’ın Sesi Radyosu’nda bazen Kuran ve dua bazen de Meşrutiyet döneminden kalma kimi tasnif, redif ve efşari adı verilen kıt’aları icra ederek başlamıştı sesini kitlelere duyurmaya.
Yetmişli yılların başında Tahran’a gelmişti. Şah döneminin o halktan kopuk jakoben, elitist gazinolarına, Türkiye’den bile bazı ses sanatçılarının Tahran’a giderek, iki şarkı söylemek için sıraya girdiği o ünlü kulüp ve kabarelerine defalarca davet edilmişti ama o, dönüp de o kırmızı tonlu şaşalı salonlara bakmamıştı bile. Üzerinde yetmişli yılların geniş yakalı damlalı gömlekleri ile arşınlamıştı Tahran caddelerini fakat o çok bilindik gazinolar sokağı Lalezar’a uğramayı aklından bile geçirmemişti. Pehlevi rejiminin kültür-sanat işlerinden sorumlu komiseri Ferah Pehlevi tarafından birçok kez saraya davet edilmişse de "saray-halk/halk-saray" ayrışmasının yoğun yaşandığı o günlerde halkından kopmamak adına teklifleri hep nazikçe geri çevirmişti. 12-16 Eylül 1971 yılında Şiraz’da gerçekleştirilen ve pek çok devlet başkanının katılacağı o görkemli iki bin yıllık "Şehin-şahlık" şenliklerine de davet edilmişti lakin "İran müziği sırf yabancılara reklam olsun diye kullanılacak bir meta değildir" diyerek o debdebeli şenliklere katılmayı da reddetmişti. Kaderin cilvesi o ki; yüksek mevkili yabancı devlet konuklarına görkemliliği abartılmış müsrif bir organizasyonda dinleti vermeyi reddeden bu sanatçıyı yıllar sonra Hüseyin Şeriatmedâri, muhafazakar Keyhan gazetesinde "Şah rejiminden kalma yabancı-sevici, ecnebi-perest ve tescilli vatan haini" gibi o bilindik sıfatlarla itham edecek, hatta hızını alamayıp bölücü olarak suçlayacaktı. Oysa Şeceryan, Pehlevi rejimine hep mesafeli durmuştu, sadece rejimin radyo olanaklarından yararlanmıştı. O da bir tek sesini halkına duyurabilmek içindi. Hatta Şah rejimi, kitlelere baskıyı artırtıkça o da sesinin oktavını yükseltmişti. Devlete ait resmi radyo ve televizyon kurumunun, "müptezel gazino patronlarının rant sahasına döndüğünü" belirterek ha bire borozanların öttüğü o devlet radyosundan da ayrılmıştı. Devlet radyosundan ayrılıp bağımsız müzisyenlerle birlikte daha özgün eserler vermeye başlaması da bu tarihlere rastlıyordu. 1979 Şubat Devrimi’yle birlikte ülke bambaşka bir sabaha uyanmıştı, herkes gibi o da yeni bir dünyaya merhaba diyecekti. Devrimin hararetli günlerinde, o eşsiz ses tonuyla "Beethoven’ın 9. senfonisini dinlemek için bir kez daha dünyaya gelmek isterim" diyen büyük şair Huşeng İbtihac, dünyaca ünlü Kürt tenor Şehram Nazeri ve Sufi müziğin duayenlerinden Muhammed Rıza Lutfi gibi sanatçıların içerisinde yer aldığı bir grup şair ve müzisyenle birlikte devrim, vatan ve özgürlük temalı marşlar icra ederken bulmuştu kendisini. Aynı günlerde, çok sonraları "Benim değil halkın bestesidir" diyeceği o meşhur "Rabbena" duasının kayıtları için gittiği radyo ve televizyon binasında sarıklı yetkililer ve haki renkli parkalarıyla stüdyoda program düzenleyen devrimciler karşılayacaktı onu. Bu, İslam devriminden sonra radyo ve televizyon binasına ilk gelişiydi. İleriki yıllarda bol pileli şarlo pantolon ve yakasız gömlek modasını benimseyecek olan bu devrimcilerin önünden geniş kravatıyla geçerken, bunun sonradan ülkede son derece naif ve artistik bir muhalefete dönüşeceğini kendisi de tahmin edememişti. Zaten bir grup din adamının türlü hinliklerle, İmam Humeyni’den "Müzik afyondur" fetvasını almasından sonra o radyo ve televizyon kurumuna bir daha da ayak basmayacaktı. 1980’li yıllara gelindiğinde Şeceryan, büyük santur üstadı, Horasanlı bestekar Perviz Mişkatiyan ile birlikte ülkesinde ve yurt dışında konserler vermeye başladı. Söz konusu bu konserlerinde ortalığı yıkıp geçtiği gibi birçok sahne geleneğini de yıkmıştı. O güne kadar yüksek sahnelerde sanatseverlerin karşına geçip şarkı söylemiş popüler sanatçılar gibi yapmamıştı. Halkına ve sanatseverlere duyduğu derin saygıdan ötürü sahnede gül desenli İran halılarının üzerinde bazen dizlerini kırarak bazen küçük taburelerde oturarak ama daha çok da bağdaş kurarak sanatını icra etmişti. Sahnede çıkan her sesi, okuduğu her muğam, her gırtlak çarpması, patlayan her diyafram, halkının gelenekle olan bağını daha da güçlendiriyordu. Bu aynı zamanda hem müzikte hem de sahnede yeni bir gelenek demekti. O farklı sahne performansı ve müthiş sesiyle uluslararası arenada adından söz ettirmeye başladığı yıllar da bu yıllardı. Pek çok İranlı gibi o da Devrimi başarısız görenlerden, ideallerinin koca bir yalan olduğunu düşünenlerdendi. Devrimin ideolojik, siyasal, toplumsal ve ekonomik politikalarını sanatına yaraşır şekilde eleştiriyordu. Hatta bu dönemde söylediği bazı ezgilerinde sosyal ve siyasal mesajlar da veriyordu ama ülkenin içinde bulunduğu savaş şartlarında sesiyle halkının yanında durması gerektiğini de biliyordu. İslam Devrimi sonrası gençleri, radikal İslami fikirlere ya da militarist sol anlayışlara boğduktan sonra savaş gerekçesiyle soluğu yurt dışında alan aydın ve sanatçılar gibi yapmamış, ülkesini de terk etmemişti.
80’lerin sonuna gelindiğinde en üretken yıllarını yaşıyordu. Onlarca albüm çıkarmıştı ve birçok konser vermişti. Yetiştirdiği öğrenciler birbiri ardına müzik dünyasındaki yerlerini alıyordu. Aynı yıllarda müzik duayenleri tarafından kendisine "Üstad" unvanı verilmişti. O günden sonra hep o unvanla anılacaktı. 90’lı yıllar kariyerinin zirvesinde olduğu yıllardı. Bugün ünü İran sınırlarını aşmış Keyhan Kelhor, Hüseyin Alizade, Daryuş Telai, Cemşid Andelibi, Bijen Kamkar gibi birçok müzisyenle birlikte sahne almış, yurt içi ve dışı konserlerini aralıksız sürdürmüştü. Bu yıllarda bir taraftan da farklı lehçe ve ağızlarda eserler de veriyordu. Örneğin, 1998 yılında Keyhan Kelhor ile birlikte "Şeb, Sükût ve Kevir" adlı albümü çıkartmıştı. Bu albümde ağırlıklı olarak kuzey Horasan Kürtleri’nin Bahşilik geleneğinden gelen müzik makamlarını Farsça seslendirerek müthiş bir çalışmaya imza atmıştı. Aynı şekilde yine ismiyle özdeşleşmiş "Bıbar Ey Barûn" adlı eser de yine böyle bir folklorik çalışmanın ürünüydü. Üstad Şeceryan, 1999 yılında UNESCO’nun Picasso Ödülü'nü almıştı. Gerçi kariyeri boyunca Mozart nişanı, Şövalye unvanı dahil pek çok ulusal ve uluslararası prestijli ödül daha alacak ve iki kez de Grammy Ödülü'ne aday gösterilecekti ama kariyerinin en anlamlı ödülü Picasso Ödülü olacaktı onun için. Çünkü birçok kez dillendirdiği gibi o ödüldeki Picasso’nun gözleri, dünyaya farklı bakıyordu.
Üstad Şeceryan, kariyerinin zirvesindeyken defalarca dini lider Ayetullah Hameneyi’nin yakın çevresi tarafından Pastor Sokak’taki liderlik konutuna da davet edilmişti. Vakti zamanında sanat üzerine kitaplar yazmış, şu an sinir damarları çekilmiş sağ elini kullanıyorken setarın tellerine de dokunmuş, Ahavan Salis gibi şairlerle dostluğu olmuş ülkenin tartışmasız lideri Ayetullah Hamaneyi, Üstad’ın sesine hayrandı hayran olmasına ama Üstad’ın ayağını bir türlü konutuna çekememişti. Liderlik konutunda, Ayetullah’ın huzurunda rutin olarak icra edilen şiir geceleri de ikna edememişti Üstad’ı. Bu sebeple Ayetullah’ın bir gözü daima Üstad’ın üzerindeydi, diğer gözü de yeni çıkacak albümünde. Geleneksel müzik dinleyen Ayetullahlara tahammül etse de Üstad, müziği haram bilen Ayetullahlara hiç katlanamamıştı. Aynı günlerde bir tarafına Keyhan Kelhor’u öbür yanına da Hüseyin Alizade’yi almış, dizinin dibine de oğlu Hümayun’u oturtarak sahnelere çıkmıştı. Bu dörtlü, o asaletiyle adından söz ettiren Tahran’daki Vahdet Opera Binası’nda icra edecekleri konser gelirlerini, sanat faaliyetlerine ve Bem’deki büyük depremin mağdurlarına bağışlamakta tereddüt etmeyecekti. Ailesi ile birlikte kendisini geleneksel İran müziğine adamış Üstad’la ilgili Globe and Mail Gazetesi o günlerde "Doğu Müziğinin Efsanesi" manşetiyle çıkmıştı. Aynı dönemde uzun süren dünya turnesindeki birçok konseri de uluslararası televizyonlardan canlı verilmişti.
Derken takvimler Haziran 2009 yılını gösteriyordu. O tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ülkede bir takım gösteriler patlak vermişti. Şu sıralar ülke içinde ve dışında katıldığı her programda, hümanist mesajlar vermek ve iyi niyet temennileri beyan etmek dışında heybesinde bir azığı kalmamış ve tabir yerindeyse siyasi bir mevtaya dönüşmüş İran eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad o günlerde protesto gösterileri yapan halk için "bir avuç çer çöp" ifadesini kullanmıştı. Onun bu ifadesine Üstad, BBC aracılığıyla "Madem ki bu insanlar bir avuç çer çöp, öyleyse benim sesimi devletinizin radyo ve televizyonlarında yayınlamayın. Çünkü benim sesim o çer çöp için çıkar ve her zaman da onlar için çıkacaktır. Yalnız bilinmelidir ki bir fırtına kalktığında o çer çöpler adamın gözüne de batar. Bunu da unutmayın!" diye üst perdeden bir cevap vermişti. Gerçi Üstad’ın muktedirlere üst perdeden verdiği bu cevap ilk değildi. Mirza Kûçek-Khan (Serdar-ı Cengel) filminin idam sahnesinde Kûçek-Khan’a sorulan "Son sözün nedir?" sorusuna ezan makamında Hallac’ın adını anarak okuduğu o tek beyitlik ama altı oktavlık cevap, daha oturaklı ve dokunaklıydı mesela. Lakin bu röportajdan sonra Üstad’ın konserleri yasaklanmıştı. Baskı altına alınmış, yurt dışına çıkışı bile engellenmek istenmişti. Doğrudan dini lider Ayetullah Hameneyi’ye bağlı radyo ve televizyon kurumundan müziklerinin kaldırılmasını hukuki yollarla kendisi istemişti. "Rabbena Duası"nı yayınlayabilirsiniz demişti ama onu da Kuran yolu takipçileri istememişti. Devlet yetkilileri ve müesses nizam yanlıları ona karşı sert bir tutum almıştı. Dilleri ona karşıydı ama kalplerindeki ritim onun müziğiyle atıyordu. Hiçbir yetkili onun gibi halkının gönlünde taht kurmuş bir sanatçıyı gözaltına alma, sorgulama, hakkında takibat ve tahkikat yapma cesaretini kendinde bulamamıştı. Çünkü Üstad, sesiyle, müziğiyle ve kişiliğiyle "İran siyasi tarihinde kırk-elli yıllık bir iktidar döneminin pek de bir anlam ifade etmediğine" muhaliflerini dahi inandırmıştı. Hatta onun bu inancı, rahatlığı ve samimiyeti, güçten düştükten sonra nedamet getirmiş Ahmedinejad’a dahi "Sesi ve müziği benim ideallerimdir" dedirtmişti. Nasıl dedirtmesin ki! Dünyanın en büyük elli ses sanatçısı arasında gösterilen, hayatı boyunca sadece sanatçının ve sanatseverin önünde eğilmiş bir karakterin önünde sadece Ahmedinejad değil herkes eğilecekti.
Klasik İran müziğindeki birçok yeniliğin öncüsü, kendine has tarz ve yorumuyla bu alana mührünü basmış ve İran’ın son yüzyıldaki en büyük sanatçısı kabul edilmiş Üstad Şeceryan, büyük bir müzisyen ve güçlü bir bestekar olmanın yanında usta bir hattat, mahir bir santur virtüözü ve iyi bir enstrüman tasarımcısıydı da aynı zamanda. Kendi tasarladığı ve her birine kızlarına isim koyuyormuş gibi farklı isimler verdiği o değişik sazları konserlerinde de kullanmıştı ve ölümünden sonra bağışlanmak üzere Meşhed’teki özel koleksiyonunda sergilemişti. Ancak bunların yanında onun pek bilinmeyen bir özelliği daha vardı. Onun bu özelliği, savaşlarda gülleri ezmekten bitâb düşmüş Ortadoğu’da değil, daha ziyade Uzakdoğu’da biliniyordu. Nitekim Üstad Uzakdoğulular için müzisyen olmanın yanı sıra ünlü bir iç mekan süs bitkisi yetiştiricisiydi. Bu alanda Uzakdoğu ülkelerinden birçok ödüle de sahipti. Baba Tahir, Hayyam, Hafız, Sadi, Sipehri ve İbtihac gibi şairlerin gül kokusu veren şiirlerine beste yaparken o çelebi ruhunda hissettiği güllere dokunmak, onlara yakın olmak istemişti daima. Çünkü Ahavan Salis’in "O umutsuzluğun kol gezdiği, kimsenin kimseye selam vermediği, başların yakaların içine gömülü olduğu, o çok namert soğuk" şiirlerini ancak güllerin sıcak ortamındaki nefesiyle ısıtabilirdi. Üstad daima etrafındakilere, "Şu dostumdur, bu da arkadaşımdır" diye tanıtacağı ve onlar için asla “öğrencimdir” kelimesini kullanmayacağı yüzlerce öğrenci yetiştirmişti kariyeri boyunca. Haftanın iki günü kadın, iki günü de erkek öğrencilerine olmak üzere şan ve ses eğitimi dersleri verdi. Onun hakkında "Böylesi ünlü bir müzisyenin ders seansları kim bilir ne kadar pahallıdır" diye düşünenler olmuştu hep, ama o sanatını öğrencilerine aktarırken onlardan ücret almayı hep zül bilmiş ve asla böyle bir şeyi kabul etmemişti. Dost ortamlarda "Nasıl ki Firdevsi Fars dilini ölümden kurtarıp dirilttiyse sen de klasik İran müziğini dirilttin" diyenler karşısında hep tatlı bir mahcubiyet yaşadı.
Nihayet 8 Ekim 2020 gecesi ve sonrasındaki iki gün, yani İran’da birçok yetkilinin hop oturup hop kalktığı o iki uzun gecede bir sanatçı, bir baba ve bir insanın nasıl ölmesi gerektiğini herkese göstererek, Şeriati’nin duasına amin dercesine ruhunu teslim etti. Hak ettiği bir taltifle Pir-i İran Firdevsi’nin yanıbaşındaki ebedi istirahatgahındadır şimdi.
Ve günlerdir ayaklarının tozu önünde eğilmeye giden ziyaretçilerini ağırlıyor…