YAZARLAR

Seçim gerilimine kısa bir mola: 'Pascal bizi diskoya götür!'

Loş mekânlardı ama yanıp sönen, dönüp duran renkli ışıklar, yüksek sesli bas ve davul ritmiyle uyum içindeydi. En önemli simgesi ışığı kırarak yansıtan mirror ball, yani “disko topu” da denen küresel aynalardı. Kocaman dans pisti, kenarlarda geniş bir bar tezgâhı ve masa, sandalye ve koltuklu oturma gruplarıyla tamamlanıyordu.

Beklentiler, tercihler farklı olsa da seçim arefesi gerginliği hepimizi esir almış durumda. Durmadan siyaset konuştuğumuz şu günlerde, ikinci tura ramak kala popüler kültür tarihinde uzun bir dönemi temsil eden diskolar ve yarattığı alt kültürden bahsedelim istedim. 80 gençliğinin bir temsilcisi olarak, “Merve’lere gidiyorum” bahanesiyle son demlerini yaşayan diskolara kaçmışlığım var. Loş bir ortam, diskjokey marifetiyle bangır bangır bir müzik, geniş bir dans pisti, tavanda asılı ve biteviye dönerek hipnotize eden disko topu, self servis alkol tüketimi ve cinsellik vaad eden yakınlaşmalar.

Popüler kültür ve futbol tarihimizde “Pascal bizi diskoya götür!” sloganıyla yer etti diskolar biraz da. 2000’lerde Beşiktaş’a transfer edilen gece hayatına düşkün, sempatik futbolcu Pascal Nouma’ya tribünlerden böyle bağırırdı taraftar. Bir futbolcuyu güçten düşüreceği için onaylanmayan bu hızlı yaşam tarzı Pascal söz konusu olunca rahatsızlık yaratmazdı. Gönülçelen bir adamdı.

Pascal’ın müdavimi olduğu bu mekanlar nasıl yerlerdi? Ne tür dönüşümlerin etkisiyle ortaya çıkmışlardı? Nasıl bir alt kültür yarattılar? Yıllar içinde disko disko dolaşarak bu sorulara yanıt arayalım. Hem de biraz eğleniriz. Bu mevzuyu en iyi bilene, Türkiye'de müzik tarihi üzerine çok sayıda çalışması olan Derya Bengi’ye sordum. CHP’li ve DP’li siyasetçilerin çocuklarından Selim İleri’ye, Mazhar Fuat Özkan’dan John Travolta’ya, oradan Ruhi Su’ya uzanan bir sohbet yaptık. Hadi Derya, bizi diskoya götür!

Disko veya diskotek adı verilen eğlence mekânları dünyada ve Türkiye'de ne zaman ve hangi etkenlerle ortaya çıktı? İlk örnekleri hangileriydi? İşletmecileri kimlerdi?

İstanbul’da, Taksim’de Sıraselviler Caddesi’nde 1964’ün sonlarında açılan Tefo, Türkiye’nin ilk diskoteği kabul edilir. Girişimcisi Tevfik Dölen müzik meraklısı bir tekstil mühendisiydi. Sonraları gazeteci kimliğiyle isim yapan ve Neşe Karaböcek’le evlenen Tevfik Yener’e de “ikinci Tefo” diyebiliriz, çünkü Egemen Bostancı ortaklığında İstanbul Yeşilköy’de, yine 60’ların ortasında bir diskotek işletmişti. Nedense Tevfik’lerin diskotek işinde böyle bir önderliği var. 1967’de Bodrum’da Neyzen Tevfik’in çocukluğunu geçirdiği evde Neyzen Diskotek açılmıştı.

Tefo 

Disko salgınının İstanbul'da başladığı malum, diğer şehirlere kısa sürede yayıldı mı? 

Ankara’da Modern, 66, Gazanfer, İzmir’de Disko Saffet ilklerdendir. Ankara’daki MET Kulüp’ün kurucuları siyasetin karşıt kutuplarından CHP’li Kemal Satır’ın oğlu Mustafa Satır ve DP’li Kemal Zeytinoğlu’nun oğlu Tolga Zeytinoğlu’ydu. Tam bir Ankara hikâyesi işte. Yine Ankara’da Atilla Şanlı’nın açtığı Apple da 60’lı yılların efsane diskoteklerindendi. Bodrum Bardakçı koyunda, Apple’ın bir nevi şubesi vardı. Selim İleri’nin “Her Gece Bodrum”unda burası anılır. Mazhar Fuat Özkan’ın “Bodrum” şarkısının çıkış yeri de yine Bodrum’daki Apple’dır. Bence en ilginç diskoteklerden biri İstanbul Nişantaşı’ndaki Club 33’tü. 33 rakamının yarı şaka yarı ciddi şöyle bir anlamı var: “33 yaşından büyükler giremez.”

Gençlik toplumsal ve siyasi bir aktör olmaya 1960’larda başladı. Yine bu yıllarda çağdaş kapitalizm, gençliği bir tüketici kitle olarak yeniden tanımladı ve kendi kurallarınca istismar etmeye koyuldu. Demin sormuştunuz ya, diskotekleri yaratan etkenlerden biri buydu: Gençliği plak endüstrisinin yardımıyla anne babalarından bağımsız bireyler olarak gece hayatının içine çekmek. Tabii gece ve gençlik kelimeleri yan yana gelince Türkiye’deki siyasi otoritenin bundan hoşlanmayacağı aşikâr. Sonuçta ev, okul, spor üçgeninin dışına çıkınca devlet için tehlike baş gösteriyor. 60’lı yılların sonlarının gazetelerinde suç eğilimi, uyuşturucu gibi bahanelerle, gençlerin dadandığı diskoteklerin ve langırt salonlarının, evet langırt salonlarının, polisçe sık sık basıldığına dair haberler dolu. Club 33’ün aynı zamanda uluslararası bir girişim olduğunu da eklemek gerek. İsveç’ten İstanbul’a turist getiren bir turizm şirketi tarafından kurulmuştu, çünkü o yıllarda konusu İstanbul’da geçen “Topkapi” ve “That Man in Istanbul” gibi filmler sayesinde Avrupalılarda İstanbul ilgisi uyanmıştı. Buraya geldiklerinde elbette ülkelerindeki gibi çağdaş bir diskoteğe gidip eğlenmek isteyeceklerdi. Club 33’ün sermayesinde İbrahim Doğudan’ın da payı bulunuyordu. İbrahim Doğudan, “bulaşıkçılıktan patronluğa” klişesine uygun, çekirdekten yetişme bir şahsiyetti. Nasıl ki alaturka gazinolar Fahrettin Aslan’dan soruluyorsa, İstanbul’daki pek çok alafranga kulüp de İbrahim Doğudan’dan sorulurdu. İkisi de kendi alanlarında bir tekel oluşturmuşlardı.     

Daha önce bu konuda yazdıklarından yola çıkarak soruyorum: bu mekânlar canlı müzik zorunluluğunu ortadan kaldırıp, maliyetin düşmesine imkân verdikleri için işletmeci bakımından avantajlıydılar değil mi?

Diskoteklerdeki temel resim şöyle: Plaktan plağa atlayarak kesintisiz çalınan günün son şarkılarının eşliğinde tıklım tıklım dolu bir pistte dur duraksız dans. Bu elbette işletmeci için ucuz, masrafsız bir organizasyon. İyi bir ses sistemi, zengin bir plak koleksiyonu, eli ve kulağı müziğe yatkın bir DJ yetiyor da artıyor. Bundan yüz yıl önce, yetmiş seksen yıl önce kulüplerde müzik, tamamen dans orkestralarına emanetti. “Atları da Vururlar” filmini hatırlarsanız, birkaç yüz dolarlık büyük ödül uğruna saatlerce, günlerce pistte ölümüne dans eden çiftler varsa, diğer köşede ölümüne çalan, hiç susmayan bir orkestra vardı. Kulüplerde orkestraların işine, ekmeğine 40’lı, 50’li yıllarda jukebox denen aletler, yani bozuk para atınca plak çalan müzik kutuları ortak oldu. 60’lı yıllarda bu sefer DJ’lerin hükmettiği diskotekler modası çıktı. Ancak orkestra müzisyenlerinin işsiz kaldığı sanılmasın, talep yükseldikçe dans mekânlarının sayısı alabildiğine arttı. Müzik ve gece hayatı iyice birbirinin içine geçti. Bu talebe yetişebilecek orkestra müzisyenlerinin sayısı kaçtı ki? Aslına bakarsanız ilk diskotekler zamanında, Türkiye’deki orkestralar biraz küçümseniyordu. Çünkü papağan gibi her gece aynı şarkıları tekrar eden, üstelik bazen beceriksizce yanlış yunluş çalan, repertuarını yenilemekten aciz kimseler olarak itibar kaybediyorlardı. Diskotekler böylelikle orijinal müziğe sadakat gösteren ilerici bir hamle gibi lanse ediliyordu.

Saturday Night Fever / John Travolta-Karen Lynn Gorney (1977)

Şimdiki Z kuşağına benzer bir disko gençliğinden/kuşağından söz edilebilir mi? Bazen yozlukla eleştirilen, bazen de çağdaş/çağı yakalamış olmakla övülen disko müdavimi, orta ve orta üst sınıftan bir gençlik alt kültüründen bahsedebilir miyiz?

Diskoteklerin tarihçesini çıkartırken “disko müziği”ne ayrı, kocaman bir parantez açmak gerekir. Disko müziği denen şey 70’lerin ortasından 80’lerin ortasına kadar süren, en fazla on yıllık bir altın çağ. “Disko gençliği” de bu altın çağı yaşayanlardan ibaret. 60’lardan itibaren pop, rock, caz ve siyah müzik plakları diskoteklerin kaderini tayin ederken, bir noktadan sonra diskotekler dümeni eline alarak plak endüstrisine yön vermeye başladı. O dönemi anlatan iki müthiş sinema başyapıtını anmak şart. Biri John Travolta’nın oynadığı toplumsal gerçekçi “Saturday Night Fever”, diğeri Whit Stillman’ın yönettiği belli belirsiz bir komedi niteliğindeki “The Last Days of Disco.” New York merkezli bu iki filmde “disko çağı”nın bütün kodları ayrıntılarıyla işlenmiş. Dünya çapında daralan, küçülen ekonomi, artan enflasyon, işsizlik, petrol krizi, yarınlara güvensizlik ve bütün bunların sonucunda patlayan bir “kaçış müziği” olarak disko. Diskoteklerin bir sosyete eğlencesi gibi başlayıp nasıl tabana yayıldığını, işçi sınıfına nasıl sirayet ettiğini “Saturday Night Fever”da görebilirsiniz. Hatta Travolta tutkunu Şilili, Santiagolu gariban bir adamın hazin hikâyesini anlatan, Pablo Larrain’in yönettiği “Tony Manero” filminde işin içine “üçüncü dünya” boyutu da girer. “The Last Days of Disco”daki genç beyaz yakalı yuppie adaylarının gündelik macerası da daha az hazin değil aslında. Düşünsenize, en büyük dertleri diskoteğin kapısında güvenlik bariyerini aşıp, bodyguard’ın onayını alarak içeri adım atabilmek, adeta dünyanın geri kalanından sıyrılarak dans pistine sığınabilmek. İçerde DJ’in sözü geçiyor, ama dışarda bodyguard’ın, bir başka deyişle pavyon fedaisinin. 

The Last Day of Disco (1988) 

Biraz da diskoteklerin ortamını tasvir edebilir misin hiç bilmeyenler için?

Diskotekler genellikle fabrika, hangar, depolar dönüştürülerek kurulduğu için ya da onlara benzediği için fevkalade “sanayileşme” çağrışımı yapan yerlerdi. Büyüklüklerine bakılarak “tesis” de denebilir. Loş mekânlardı ama yanıp sönen, dönüp duran renkli ışıklar, yüksek sesli bas ve davul ritmiyle uyum içindeydi. En önemli simgesi ışığı kırarak yansıtan mirror ball, yani “disko topu” da denen küresel aynalardı. Kocaman dans pisti, kenarlarda geniş bir bar tezgâhı ve masa, sandalye ve koltuklu oturma gruplarıyla tamamlanıyordu. 1986 tarihli “Sen Türkülerini Söyle” filminde Kadir İnanır hapisten yeni çıkmış bir devrimciydi, reklamcılık dünyasında yükselmiş eski dava arkadaşlarıyla Airport Disko’ya gidiyorlardı. Reklamcılar “Peki Peki Anladık” şarkısıyla pistte çılgınca sarhoş dans ederken, Kadir bunalım içinde koltukta oturuyordu. Derken Sibel Turnagöl gelip onu dansa kaldırıyordu, bir sonraki parçada ikisi slow dans yapıyorlardı. Zincirlikuyu’daki Airport Disko o yılların bir “kentsel dönüşüm” örneğiydi. 12 Eylül sonrası siyasetin yasaklandığı ortamda burası Hodri Meydan adı altında bir kültür merkezi, bir kültürel vaha olarak açılmış, tiyatrolara, konserlere sahne olmuştu, ama bir süre sonra kültür para etmeyince Airport adında bir diskoteğe dönüştürülmüştü.          

Disko kendi şöhretlerini yarattı mı? DJ'ler, dansçılar, şarkıcılar. Mesela bazı diskolarda canlı müzik oluyor muydu, şöhretli birileri sahneye çıkıyor muydu? 

Diskotekler ilk yıllarından itibaren sık sık canlı müziğe, konserlere, düzenli sahne programlarına ev sahipliği yaptı. 60’lı yıllarda İstanbul’da Antuan, Blow-Up, Bonnie & Clyde gibi enteresan isimli, sinema ve moda cereyanlarıyla beslenen diskotekler vardı. Buralarda Erkin Koray, Moğollar, hatta Ruhi Su bile sahne programı yapardı. 1990’da “Lambada”sıyla ünlü Kaoma grubu İstanbul konserini Discorium adlı diskoda verdi. Disko döneminin asıl şöhretleri Türkiye’de dans grupları olmuştu. Mesela Tolga Han her hafta TRT ekranında dans ederdi. Bırakın diskotekleri, Tolga Han Dans Grubu gazinolarda, mesela Muazzez Abacı’nın, Gönül Yazar’ın alt kadrosunda sahneye çıkardı.  Disko müziği ilerleyen yıllarda bağrından tekno, house, rave gibi akımlar çıkardıkça yine eski diskotekler ve yenileri imdada yetişti. Belli ölçüde hiphop ve rap de disko müziğinin içinden çıktı. Bu anlamda break-dance sokaklarda olduğu kadar kenar mahalle diskoteklerinde serpildi. Zaten diskonun ölümünün ilan edildiği 80’li yıllarda bayrağı Madonna, Michael Jackson devraldı. Bu isimlerin Türkiye’de ne denli sevildiği malûm. “The Last Days of Disco” filmindeki bazı sahnelerde disko müziğine karşı rock’un maskülen kanadından gelen tepkiler ve “Disco Sucks” hareketinden bahsedilir. “Disko berbat”, “Disko haybeci” diye çevirebiliriz herhalde. ABD’de disko plaklarının hunharca yakıldığı bazı garip olaylar bile yaşandı. Michael Jackson gençliğini Los Angeles’ta, duvarlarında “Disco Sucks” yazılı bir semtte geçirirken, günün birinde dünyanın en güzel disko plağını yapacağına yemin etmiş ve 1982’deki “Thriller” albümü bu reaksiyonla doğmuş. Disko, altın çağını geride bıraktıktan sonra da yaşamaya devam etti, neredeyse her yıl o dönemin saygıyla, sevgiyle anıldığı şarkılar, albümler yapıldı.  Kylie Minogue'un 2020’deki “Disco” adlı albümü herhalde bunun son örneği. Kanımca disko yıllarına en hakiki armağanı 2013’te Daft Punk ikilisi “Random Access Memories” albümüyle verdi. Bu albümün en büyük hiti “Get Lucky” tam da Gezi dönemine denk geldi ve ateşlediği bulaşıcı kolektif coşkuyla direnişin müzikal simgeleri arasına girdi. 

Bu mekânların serencamı nasıl oldu? Sonları ne zaman ve neden geldi?

Disko müziği aslında hiç ölmedi ama dünya başkentlerinde bir mabet olarak diskoteklerin ve bir ayin olarak disko gecelerinin sonunu biraz da AIDS getirdi. Çünkü farklı cinsel yönelimlerin içinde barınabildiği, cinsel özgürlüğün eşitlikçi biçimde deneyimlendiği ilk kültürel hareketlerden biriydi disko. Ama cinsellik AIDS’le birlikte bir salgın hastalık kaynağı konumuna düşünce diskotekler hızla irtifa kaybetti. Disko dansı, örneğin tango gibi bir “çift” dansı değildi, doğası gereği sanki koca bir pist dolusu insan topluca birbiriyle dans ediyordu. Hani tango için yapılan meşhur bir benzetme vardır, birisi “Neden yatakta değil de ayakta?” diye sormuştur. Disko dansı için aynı erotik göndermeyle, aynı soru elliyle, yüzle çarpılarak sorulabilir. Hastalık tehdidi, dolayısıyla cinsellik korkusu sonunda bir mekân ve bir müzik formu olarak diskonun kolunu kanadını kırdı. Müzikal köklerine bakarsak, disko daha ziyade soul, rhythm & blues, funk gibi ritmik siyah müzik türlerinden besleniyordu ve Batı’da siyahlar başta olmak üzere tüm göçmen ve azınlıkların sesi olmuştu. Bu ses belki 60’ların toplumsal ideallerinden kopuktu, hippilerin veya radikal sol akımların fikriyatından, punk’ın yıkıcılığından yoksundu, ama neşeli ve vurdumduymaz görünümüne rağmen yine de anlık, acil, son tahlilde umutsuz bir tepki müziğiydi. Gloria Gaynor’ın söylediği, birdenbire kadın hareketinin ve gay hareketinin marşı haline gelen disko hiti “I Will Survive”ın, dolayısıyla Ajda Pekkan’ın “Bambaşka Biri” şarkısının, kısacası “Kapı açık arkanı dön ve çık” fenomeninin bir “protest” şarkı olmadığını kim iddia edebilir? Türkiye’de diskonun çok çabuk benimsendiği kesin. Buna “Batı özentisi” demek isabetsiz olur. Zaten Türkiye çoğu zaman, Batı’dan gelen akımları taklit etmekten ziyade kendine uyarlamayı, kendine yontmayı marifet bellemiştir. O yıllarda, 70’lerin sonlarında neler neler yapmadık ki? Boney M’i ve onun “Üsküdar’a Giderken” türevi “Rasputin” şarkısını çok sevince, hemen “Üsküdar’dan Diskoteğe Giderken” düzenlemesi yaptık. Osman İşmen’in “Diskomatik Kâtibim” albümünü kastediyorum.

Diskomatik albümü. 

Yine aynı şekilde türküler ve oyun havalarından hareketle Urfalı Babi “Disko-Kebap” albümünü çıkardı. Zerrin Özer çıkıp Gencebay arabeski “Gönül”ü diskoya uyarladı. Almanya’da Derdiyoklar “disko-folk” başlığı altında yeni Alevi türküleri yaktı. Michael Zager Band’in “Let’s All Chant” şarkısı çok popüler bir disko şarkısıydı, o şarkının içindeki “Ohh Ohh” nidası, disko müziğinin bir anda temel motifi, yapıtaşı oluverdi. Türkiye’de bu plağın korsan baskısında, şarkının adı “Ohh Ohh” parantezine alınmıştı. Güzin ile Baha’nın kurduğu İstanbul Şarkıcıları adlı vokal topluluğu bu kalıbı Türkçe sözlerle geliştirerek “Ohh Ohh” adında ayrı bir plak yayınladı. Bu “Ohh Ohh” nidası derhal Dolmabahçe’de, stad tribünlerinde karşılık buldu. Gol sevinci ile cinsel ilişki arasında kurulan paralelliğe yaslanarak ve malûm el kol hareketleriyle tamamlanarak tribünde taraftarın, sokaklarda çocukların ağzına yapıştı. Uzun yıllar sonra Beşiktaşlılar Nouma’ya “Pascal bizi diskoya götür” diye bağırdıklarında, ister istemez bir zamanların “Ohh Ohh”unu hatırlamıştım. Diskoya bir kaçış müziği dedik ama dünyanın derdinden, tasasından kaçış mümkünse de, diskodan kaçış mümkün değildi, çünkü her yere sızmıştı. Mesela çok komik bir “Another Brick in the Wall” gerilimine şahit oluyorduk. Aralarında benim de bulunduğum ortodoks rock’çular “Bu şarkıyla diskoda dans edilmez, ayıptır, günahtır, Pink Floyd’a saygısızlıktır” diyordu ama Pink Floyd “Another Brick in the Wall”u baştan sona, ayan beyan disko ritmiyle ve disko müziğine ait gitar döngüsüyle örmüştü, o yüzden 1979’da kolayca listelerin en tepesine yükselmişti. 

Bu haftanın kitapları da Derya Bengi’den olsun:

60’lı Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük - “Dünya durmadan dönüyor” (YKY, 2017)

70’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük - “Görecek günler var daha” (YKY, 2018)

80’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük - “Yaprak döker bir yanımız” (YKY, 2019)


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.