Seçim sonuçları, deprem ve rızanın üretimi
Sahte temel atma törenleri, mülkiyet haklarını bile askıya alan kararnameler, bir yağma coşkusuyla dağıtılan ihaleler, ekolojik felaketi çağıran enkaz tasfiye süreçleri vb. bölge halkı için belirleyici bir rol oynamadı. Aksine, bunların tamamı patrimonyal devletin “yaraları sardığı” duygusunu üretmiş görünüyor.
Seçim sonuçları, her zaman olduğu gibi yine toplumsal dokuyu ve siyasal biçimlenişlerini anlamak için hem malzeme sunuyor, hem de bu malzemeyi “okumak” görevini önümüze koyuyor. Sonuçların yarattığı hayal kırıklıkları (birden fazla noktada hayal kırıklığı) serinkanlı değerlendirme yapmayı zorlaştırıyor kuşkusuz. Adil olmayan kampanya sürecinin ve oy sayımına ilişkin şaibe iddialarının, elimizdeki sonuçların toplumsal geçerliliğini ne kadar güvenilmez kıldığını kestirmek güç, hatta imkânsız. Buna karşılık, bu toz duman içinde bile bazı eğilimleri görmek mümkün, kabullenmek elzem.
Her şeyden önce, Cihan Tuğal’ın işaret ettiği gibi, aşırı sağın küresel bir çerçevede düşünülmesi gereken yükselişi söz konusu. Tuğal’ın altını çizdiği iki noktanın ilki, aşırı sağa oy veren seçmenin “mahcup seçmen” niteliğinde olduğu. Yani bu seçmenler, bu partilerin yüksek sesle dillendirdikleri “aşırılıkları” kamusal alanda dillendirmekten imtina ediyorlar ve anketlerde oy davranışlarını gizliyorlar. İkinci nokta ise merkez muhalefetin oluşturduğu Millet İttifakı'nın ağırlık merkezini CHP oluştursa da politik çerçevesinin (merkez) sağ içerikte oluşu. Tuğal, bu koşullarda işçi sınıfının aşırı sağa yöneliminin daha da kolaylaştığını savunuyor.
Aşırı sağın yükselişinin hem farklı coğrafyalarda tekrar eden örüntüleri, hem de Türkiye’de özgül boyutları mevcut. Popülist bir çerçevede milliyetçilik sürekli olarak düşman yaratmak, düşman olarak kodlanan ötekini durmadan vurgulamak yoluyla etkin hale geliyor. İlginç olan nokta, Türkiye özelinde bugün muhafazakâr milliyetçilik Kürtleri düşmanlaştırırken, yükselmekte olan seküler-faşizan milliyetçiliğin ise mültecileri hedefe koyuyor olması. Bu da sol-özgürlükçü bir siyasetin mücadele edeceği cepheleri çoğaltıyor. Dahası, milliyetçiliğin genel payda olarak genişlemesi, merkez muhalefet açısından da kapsayıcı bir cephe inşa etmeyi imkânsız bir havuz problemine dönüştürüyor: Hem Kürtleri (ittifaka dahil bile etmeden) uzaklaştırmamak, hem milliyetçi seçmeni kaçırmamak mümkün olmuyor. Oysa aynı şey iktidar açısından birleşik kaplar yasası uyarınca çalışıyor: Bir partiden (AKP) uzaklaşan seçmen yine aynı ittifaktaki partiye (MHP), o da olmazsa ittifakın bedenen dışında ama ruhen içinde olan partiye (YRP) oy veriyor.
Aşırı sağ popülizmin güncel versiyonlarında ortak bir özellik de “hakikat-sonrası” diye tanımlanan çerçevede, yaygınlaşmasında iletişim teknolojilerinin önemli rol oynadığı, yalan bilgiye dayanan algı operasyonlarının etkinliği. Bunun da söylemsel bir düşman inşa etmekteki rolü çok büyük.
Son olarak da bu akımlar için muktedir lider figürü önemli bir unsur. Türkiye’de Erdoğan’ın kişisel karizması, kitlesiyle kurduğu bağ vb. sıkça vurgulanan -ve doğruluk payı yüksek olan- boyutlar olsa da, benzer örneklerin farklı coğrafyalarda da görüldüğünü akılda tutmak önemli. Zira, Erdoğan’a kerameti kendinden menkul bir kudret atfetmek hem siyaseten hem de tarihsel olarak yanlış. Aksine, böyle bir “kudretin” sürekli olarak üretilmesi gerektiğini görmek önemli. Bunun somut örneğini deprem sonrası inşa faaliyetinde gözlemek mümkün.
Seçim sonuçlarının şok (ve hayal kırıklığı) yaratan bir sonucu da deprem bölgesinde Erdoğan’a ve AKP’ye verilen oylarda beklendiği gibi kayda değer bir düşüş yaşanmamasıydı. Her ne kadar hayal kırıklığı duygusunu paylaşsam da, bu sonuçlarda anlaşılmaz bir yan olmadığını düşünüyorum. Zira deprem bölgesi sonuçları bize, yukarıda sözünü ettiğim popülist döngünün mekân üretimi ve kentleşme politikaları üzerinden başarıyla hayata geçirildiğini gösteriyor. Daha önce afet kentleşmesi olarak tanımladığım olguyu şöyle özetlemiştim:
Öyleyse afet kentleşmesini birbirini tümleyen iki süreç olarak düşünmek gerek. Afet anına kadar olan ve afeti besleyen bir süreç ve afet sonrasında afeti nimete çeviren ikinci bir süreç. İlkinde sermaye mantığına teslim olduğunca deprem karşısında kırılganlık üreten bir kentleşme süreci söz konusu. İkincisinde ise, afetin yarattığı kriz anını ve şok psikolojisini manipülasyon fırsatına çeviren, yıkımda yeniden inşanın kâr olanağını gören aktörlerin başrolde olduğu ikinci bir kentleşme süreci.
Depremin ardından girişilen kurtarma ve yardım faaliyetlerinin, devletin bu kapasitesinin nasıl çökmüş olduğunu gözler önüne sermesine karşın seçmenin iktidarı cezalandırmayı seçmemesi, deprem sonrasında girişilen yeniden inşa sürecinin ne denli ikna edici olduğunu kanıtlıyor. Deprem bölgesinde yaşayanlara yöneltilen nefret söylemi karşısında bölgeden yükselen savunma argümanları da bunu gösteriyor. “Deprem sonrasında bölgenin yeniden ayağa kaldırılması için” yapılanlar, “Cumhurbaşkanına inancın ve desteğin” gerekçesi olmuş.
Öyleyse afet kentleşmesinin sadece ekonomik bir birikim mekanizması olmadığını, siyasal bir süreç olduğunca rıza -ve dolayısıyla hegemonya- ürettiğini görmek gerekiyor. Aksi durumda afet karşısında durmadan kırılganlık üreten bir birikim modelinin akıl dışılığı, ekolojik yıkıcılığı ve sosyal adaletsizliği besleyen karakteri genel kabul görmezdi. Oysa sahte temel atma törenleri, mülkiyet haklarını bile askıya alan kararnameler, bir yağma coşkusuyla dağıtılan ihaleler, ekolojik felaketi çağıran enkaz tasfiye süreçleri vb. bölge halkı için belirleyici bir rol oynamadı. Aksine, bunların tamamı patrimonyal devletin “yaraları sardığı” duygusunu üretmiş görünüyor.
Burada anahtar noktalardan bir tanesi kitleler nezdinde toparlanma umudu üreten sürecin aynı zamanda yukarıda lidere atfedilen kudret dediğim şeyi de üretiyor oluşu. Yani Erdoğan kişiliğine içkin bir kudret dolayısıyla ikna edici (rıza üreten) bir inşa faaliyeti yürütüyor değil, aksine azimle seferber ettiği (ve büyük ölçüde algıya dayanan) inşa faaliyeti dolayısıyla muktedir görünüyor.
Kuşkusuz mekân üretimi ve kentleşme politikaları seçim sonuçlarını tek başına açıklayamaz. Ancak, bu sürecin deprem bölgesi özelinde oynadığı rol, siyaset alanına genelleştirilebilir kanımca. Depremin yarattığı yıkımın travması düşünüldüğünde, aynı ikna mekanizmasının ekonomik yıkımdan çıkmak konusunda da etkili olmuş olması şaşırtıcı bulunmamalı. Meseleyi hayal kırıklığı gölgesinde “bu toplumu gerçekten tanıyıp tanımama” biçiminde tarif etmek yerine “rızanın nasıl üretildiği” sorusunu sormak gerekiyor.