Seçimler, toplumsal kutuplaşma ve oy verme davranışları
50 küsur ülke içinde baktığımızda Türkiye duygusal kutuplaşma olarak adlandırdığımız ölçütte dünyada 5. sırada ve bu özellikle 2015'in Kasım seçimleri itibariyle en yüksek seviyesine ulaşmış durumda. Bizim memleket diğer ülkelerin fersah fersah önünde; inanın Amerika'nın bile önünde çıkıyor. Amerika'da duygusal kutuplaşma nereye varıyor? Seçim sonuçlarını tanımamaya Kongre’yi basmaya kadar varıyor. Bizde henüz bu aşamalarda değil. Fakat çok yükselmiş durumda.
Ekonomik kriz aldı başını gidiyor; soğan 30TL’yi dolar 20TL’yi aştı; Suriye’de yaşanan savaş ve ülkemizde yaşayan sığınmacılar muhalefet partilerinin dillerinden düşmüyor. On binlerce insanın hayatını kaybettiği bir depremde sınıfta kalan bir kamu yönetimi var. Cumhur İttifakı’nın adayı Recep Tayyip Erdoğan en fazla ikinci turda görevini devretmek zorunda kalacak gibi. Lakin hiçbir kamuoyu araştırmasında AKP’nin oy oranı yüzde 30’ların altına düşmüş değil. Bunu, “AKP seçmeninin Reis’e sadakati” ile de “AKP seçmeninin cahilliği” ile de açıklamak zor görünüyor. Nasıl oluyor da AKP oyları beklendiği kadar düşmüyor; toplum neden ve nasıl böyle kutuplaştı?
Sabancı Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mert Moral Hoca ile (online) sohbet ettik geçtiğimiz günlerde. Mert Hoca uzun bir süredir seçmen davranışları üzerine çalışıyor. Ben de ona sordum yukarıdaki soruyu. Sağ olsun, sohbetimizden önce de bana bazı makalelerini yolladı. Ben de okudum, öğrendim. Ondan öğrendiklerimi de yine ona sordum; bugün de oturdum, yazdım.
Mert Hocam, Şeyma Topçu ile birlikte yazdığınız When Policies Become Irrelevant On the Effects of Polarized Attitudes on Vote Switching[1] başlıklı makalede, yerleşik demokrasilerde hızla artan kutuplaşmalardan ve bunların da artık toplumu biz ve onlar diye bölmeye başladığından bahsediyorsunuz. Türkiye bir yerleşik demokrasi ne kadar sayılır sayılmaz ama biz uzun yıllardır Türkiye'de buna benzer bir soru sorun yaşıyoruz artık. Sorun iktidarın neyi doğru, neyi yanlış yaptığı, ya da muhalefetin neyi yanlış, neyi doğru önerdiği ya da politikaların doğru olup olmadığı değil, sizin de makalenizde belirttiğiniz gibi “o öneri”nin bizden ya da onlardan gelip gelmediği, onu yapanın “bizim mahalle”den ya da “karşı mahalle”den olup olmadığı ile ilgili. Bu konuda çalışan bir hocamız olarak bu konudaki araştırmalar, surwey’ler ne derler size ilk soru bu olsun hocam.
O çalışmada özellikle bahsetmediğimiz Türkiye örneği; sebebi de şu: Türkiye’yi böyle bir demokrasilerle beraber aynı örneklemin içine koyup bunu uluslararası dergilere yolladığınızda ilk karşımıza çıkan hakem değerlendirmesi şu oluyor: “Türkiye demokrasi değil!” Ben de sizinle aynı kanaatteyim Türkiye uzun yıllardır, işin doğrusu, demokratik pratiklerden epey uzaklaşmış durumda. Şu anda Türkiye'nin diğer ülkelerle birlikte incelenmesine dair bir başka önemli sorun yine literatürde sıklıkla gösterilen, ben de bir başka çalışmamda gösterdim, Türkiye'deki kutuplaşmanın diğer hemen her ülkeden çok daha yüksek olması. Biz de Koç Üniversitesi'nden ve Sabancı Üniversitesi'nden hocalarımızla beraber bir çalışma yapıyoruz. Ben 2018'den beri bu grubun içindeyim. Ersin Kalaycıoğlu Hoca ile Ali Çarkoğlu Hoca 2002'den beri Türkiye Seçim Çalışmaları adı altında bu işi yapıyorlar. Türkiye Seçim Çalışmaları’nın verileri 2011'den bu yana Karşılaştırmalı Seçim Sistemleri Çalışması (CSES- Comparative Study of Electoral Systems) diye bir veri setinin parçası. Yani çok uluslu bir veri setinin bir parçası. Orada yanlış hatırlamıyorsam 50 küsur ülke var. 50 ülkenin 2011'den beri Türkiye'nin de dahil olduğu 2011, 2015 ve 2018 seçimleri sonrası yapılan çalışmalar. 50 küsur ülke içinde baktığımızda Türkiye duygusal kutuplaşma olarak adlandırdığımız ölçütte dünyada 5. sırada ve bu özellikle 2015'in Kasım seçimleri itibariyle en yüksek seviyesine ulaşmış durumda.
Hocam, zahmet olmazsa, “duygusal kutuplaşma” kavramını da bir tanımlayabilir miyiz Gazete Duvar okuyucuları için?
Genellikle sosyal bilimciler, siyaset bilimciler, kutuplaşmadan bahsettiklerinde referans verdikleri atıf ideolojik kutuplaşma yani siyasi partilerin birbirlerinden ve siyaset uzayının ya da düzleminin merkezinden uzaklaşmaları anlamına geliyor. Amerika'da mesela iki tane parti birbirlerinden uzaklaştıkları ölçüde Amerikan siyaset-uzayının kutuplaştığı söyleniyor. İdeolojik kutuplaşma dediğimiz şey bu. Bunu mesela seçmen tercihi açısından tezahürü seçmen kutuplaşmasıdır -ki bu da seçmenlerin birbirlerinden gruplar halinde bloklar halinde ayrışması anlamına geliyor. Fakat bunların çoğu ideoloji temelli, yani liberallik, muhafazakarlık, yani sol sağ temelli. Bizim bir başka kutuplaşma dediğimiz şey konu temelli kutuplaşma mesela işte laiklik, sekülerlik konusunda ne bileyim Kürt açılımı konusunda, anadilde eğitim konusundaki kutuplaşmalar buna örnek olarak verilebilirler. En basitinden özelleştirme konusunda, faiz politikaları konusunda, vb. buna örnektir. Birinin söylediğine diğerinin kara dediği tutuma varan, yani iktidar ve muhalefetin birbirleriyle taban tabana zıt politikalar üretecek kadar ayrıştıkları ki bu kutuplaşma bile seçmenler nezdinde seçmen davranışına doğrudan doğruya -biraz sonra tanımlayacağımız duygusal kutuplaşma kadar etki etmiyor olabilir. Duygusal kutuplaşma dediğimiz şeyi şöyle tanımlayabiliriz. Biz eskiden mesela Michigan ekolünde, Colombia ekolünde "Partizan aidiyet seçmen davranışını etkiler." derdik. O partizan aidiyet pozitif partizan aidiyet. Ne demek bu? Benim tuttuğum partiye, desteklediğim partiye kendimi ne ölçüde yakın hissettiğimdir. Bir de “negatif partizan aidiyet” var. O da tutmadığım partilere ve genellikle benim partimin rakibi olarak düşündüğüm partilere duyduğum zaman zaman nefrete varan desteklememe, beğenmeme, hoşnut olmama hali. Şimdi bunların ikisinin bir fonksiyonu bu duygusal kutuplaşma.
Bizi, benden olanı, benim grubumu, benim klanımı daha çok seviyorum. Giderek benden olmayanı, diğerlerini de ötekileştiriyorum, ayrıştırıyorum ve onlardan neredeyse nefret ediyorum. Buradan baktığımızda bizim memleket diğer ülkelerin fersah fersah önünde; inanın Amerika'nın bile önünde çıkıyor. Amerika'da duygusal kutuplaşma-affective deniyor buna, psikologlardan çaldığımız bir tabir, siyaset bilimcilerin aldığı bir tabir- nereye varıyor? Seçim sonuçlarını tanımamaya Kongre’yi basmaya kadar varıyor. Bizde henüz bu aşamalarda değil. Umarım o aşamaya ulaşmaz. Fakat çok yükselmiş durumda.
Bizim Şeyma Topçu ile olan makalemizde iddia ettiğimiz şu: Duygusal kutuplaşma öyle bir boyuta gelmiş durumda ki başta iktisat olmak üzere siyasi temelli oy verme davranışını etkilediğini bildiğimiz -geçmiş yıllardaki çalışmalardan geçmiş literatürden- hiçbir siyasanın etkisini duygusal olarak kutuplaşmış insanlarda gözlemlemiyoruz.
Söylediğim bu çok önemli. Yani şunu diyorum, hani Tayyip Erdoğan yoldan geçerken kefenle onu karşılayan insanlar iktisat kötüye gittiğinde, makroekonomik başarısızlık söz konusu olduğunda yahut bunların beğenmediği tasvip etmediği birtakım politikaları olduğunda, bu insanlar bizim demokratik temsiliyeti dayandığı temel unsur olan konu temelli, bilinçli oy verme davranışını göstermiyorlar diyoruz.
Bu aslında şunu da açıklıyor. Niye AKP oyları 30yüzde ' un altına daha fazla da düşmüyor? Bunu duygusal oy verme ile açıklamamız mümkün oluyor değil mi Hocam?
Tabii tabii regresyon analizleri ile kontrol ettiğinizde bunu, duygusal olarak kutuplaşmış insanlarda seçmen davranışına etki etmesini beklediğimiz bu siyasa ve ideoloji gibi konuların etmediğini görüyoruz ki bu çok korkunç bir durum. Yani bu şu demek; AKP seçmenleri kutuplaştırmayı başarabilirse kendi tabanını konsolide edebiliyor. Demokrasinin bu hesap verebilirlik, işte sorumluluk vesaire gibi temel kavramlarının çalışmadığını gösteriyor, bu kadar kutuplaşmış ülkelerde bu çalışma.
Mert Hocam bu duygusal kutuplaşma bir “politik müminlik” de yaratıyor mu kitlede? " “Reis ne diyorsa doğrudur!” gibi.
Tabii tabii yani böyle bir gözü körlük seviyesine, taassup seviyesine belki varıyor evet ama bu herkes için geçerli değil. Bu çok kuvvetli partizan aidiyetleri olan kişiler için geçerli bir durum. Bunun için yine psikologlardan çaldığımız, politik psikologların sıklıkla kullandıkları bir kavram vardır. Onlar şöyle anlatıyorlar: Bu kişilerin mesela takip ettikleri televizyon kanallarını seçerken, radyo programlarını seçerken, gazeteleri seçerken, arkadaşlarını seçerken, komşularını seçerken, çocuklarını evlendirirken tercih ettikleri kişiler de kendileri gibi düşünen kişiler oluyor. Kendileri ile kendi inandıklarıyla kendi öncüleriyle çelişen bir bilgi geldiğinde onu reddetme temayülündeler. O zaman ne oluyor? Sorumluluğu başkasına atma, başkasını sorumlu tutma hali.Yani işte böyle bir şey oluyor, diyor ki "ya bu üçüncü ülkelerin işi, İsrail'in bize kurduğu bir komplodur!" deme temayülüne geliyor. İşte ekonomi kötü, “Diğer ülkelerde de kötüymüş, biz onlardan daha iyiyiz!” demeye başlıyor. Yani mevcut öncülleriyle çelişen bir bilgi olduğunda onu reddetme temayülünde. Aksine inanma temayülünde, gelen bilginin kaynağını sorgulama ve alternatif olgulara inanma temayülüne giriyorlar. Yani bunların da doğru olmadığını biliyoruz. Yani bizim memlekette enflasyonun ne olduğunu gözlemleyebiliyoruz, döviz kurunun ne olduğunu gözlemleyebiliyoruz, günlük ihtiyaçlarımızın ne hale geldiğini de görüyoruz. Ama bunlar, bunların en çok etki etmesini beklediğimiz, gelir seviyesi düşük, kemik kitlede beklenen etkiyi yaratmıyor. Bizim zaten makalede çözüm getirmeye çalıştığı soru “Bu niye işe yaramıyor?”
Hocam, siz makalenizde birtakım modellemeler, senaryolar üretiyorsunuz. 2015 ve 2018 seçimlerini farklı modeller üzerinden okuyorsunuz ve birtakım varsayımlar sıralıyorsunuz bu makalede. Şimdi buradaki amacınız ne ve bu modellemelerden önümüzdeki seçimlere dair ne öğrenebiliriz?
Durum şu, 2017 Nisan ayında yapılan referandumla Seçim Kanunu'nda yapılan değişiklikler -2639 yanlış hatırlamıyorsam kanunun numarası- 2018 seçiminde ilk defa uygulandı. Milletvekili sayısı 550'den 600'ye çıkarıldı. Buna bağlı olarak seçim bölgesi sayısı değiştirildi. Ankara mesela üç bölgeye ayrıldı. Burada yeni bölgeler yaratıldı. O zaman hatırlayacaksınız referandum sürecinde bu anlatılırken "Bakın biz sayıyı arttıracağız temsilde adaleti sağlayacağız." deniyordu. Yani temsilde adalet nedir; "Bir seçmen bir oy ilkesi". Fakat her zaman böyle değil. Yani mesela İstanbul’un bir seçmeni Bayburt’taki'nin üçte bir seçmenine falan tekabül ediyor. Bizim her seçim bölgesine önce bir milletvekili dağıtıp daha sonra geri kalanları seçmen sayısı nispetinde dağıtmamız sebebiyle. Şimdi bunu 550'den 600'e getirmenin böyle bir etkisi olduğu söyleniyor. 2018 Mart’ında getirilen iki önemli değişiklikte öne sürülen argüman şuydu: Temsiliyet barajı. Yani, toplam milletvekili sayısını toplam seçim bölgesi sayısına bölüp bir eklediğinizde bir partinin parlamentoda temsil edilmek için her bölgede alması gereken asgari oy oranını bulursunuz. Yani 550'yi 85'e böldüğünüzde aşağı yukarı mecliste temsil edilebileceğini buluruz. İşte bu, bir ortalama seçim bölgesinin ortalama sandalye sayısını verir bize onun bir üstü kadarıyla mecliste temsil edilen partiye izin verilir. 550’yi 85’e böldüğünüzde de, 600’ü 87’ye böldüğünüzde de çok farklı rakamlar çıkmaz.
Yani bir başka ifadeyle, milletvekili sayısını artırıp seçim bölgesini artırmayla temsilde adalet sağlanmış olmaz.
Çok farklı rakamlara tekabül etmez sonuçlar Mete Hocam; sorun burada zaten. Yani bunu temsilde adalet ilkesiyle yaptığınızda öncelikli olarak yapılması gereken zaten yüzde 10 barajını aşağıya çekmek idi, bu yüzde 7 oldu. İkinci olarak yapılması gereken seçim bölgesi sayısını azaltmak ya da Meclisteki sandalye sayısını artırmaktı ki yeterince yapılmadı. Bu birinci aşama. İkinci aşama 2018 Mart'ındaki değişiklikler. Bir de ittifak hadisesi geldi o zaman hatırlayacaksınız. Dendi ki, ittifaka dahil olan partiler zaten büyük ortak barajı geçtiği için geçmiş olacaklar barajı. Mesela ne oldu bu şekilde İYİ Parti yüzde 9,96 ile geçiverdi barajı. Halbuki eski sistem olsaydı, ittifaksız sistem olsaydı parlamentoya giremeyecekti. Nasıl 2002'de DYP, Genç Parti baraj altında kaldı, ittifak sistemi olmasaydı İYİ Parti de kalacaktı giremeyecekti meclise.
Yani Hocam onların oylarını tamamen liste harici tutmamız gerekecekti değil mi?
Aynen öyle, şimdi onların sandalyeleri de aslında MHP'ye ve AKP'ye gidecekti. MHP ve AKP oylarıyla getirilen bu değişiklikle aslında kendi motivasyonları hilafına bir kayba neden oldu.
Tıpkı yıllardır 80 sonrası HDP öncülü partilerin kaderlerinde olduğu gibi değil mi?
2015’e kadar aynen öyle ama mesela 2011 seçimlerinde bağımsız adaylarla seçim barajının etrafında dolanma hadisesi yani partileşmeden meclise girme hadisesi aslında bu HDP öncülü partilerin sistemin nasıl çalıştığını öğrendiği anlamına geliyor. Mecliste temsil edilmesi, nasıl diyeyim, “tasvip edilmeyen” ve “sistem tarafından dışlanan” partililerin, tabii bunları “sistem karşıtı parti” olarak değerlendirirseniz işte HDP ve diğer Kürt partilerinden bahsediyorum, elbette bunlar sistemin etrafını nasıl dolanacaklarını, engelleri nasıl aşacaklarını öğrendiler.
2018'deki diğer değişiklik bu barajın ittifak partilerine tatbik edilmemesiydi ve bir şey daha vardı; önce ittifaklara dağıtılıyordu milletvekillikleri. Daha sonra ittifak içindeki partilere, ittifak için seçim bölgesini aldıkları oy nispetinde dağıtılıyordu. Bu da AKP ve CHP'ye yarıyordu. İşte sizin bahsettiğiniz o kitap bölümünde ben şunu yaptım: 600 değil 550 olsaydı ne olurdu? Yüzde 10 barajı ittifak partilerine de uygulansaydı ne olurdu, uygulanmasaydı, şimdiki gibi olsaydı ne olurdu? İttifak halinde geldiler, tek başına girselerdi ne olurdu? Dolayısıyla bir tanesi eski sistem yani 2015 Kasım itibariyle mevcut olan sistem, bir tanesi de 2018 Haziran itibariyle mevcut olan sistem, diğer altı tanesi de bunların çeşitli kombinasyonlarından oluşan sistemlerdi. Şimdi 2015 ve 2018 seçim sonuçlarını kullanarak bunları simüle etmemin sebebi şu: Malumunuz bu değişikler 2018'den önce geldi. Dolayısıyla bu değişiklikleri tasarlayan iktidar partisi ve ortağının elindeki en iyi veri 2015 seçiminin sonuçlarıydı. Dedim ki bağlı olarak ne hedeflemiş olabilirler. 2018 seçim sonuçlarını kullanıp da şunu sordum: bu değişiklikler ne getirdi ne götürdü?
Şimdi buradaki senaryo, Tablo, 4.2.'deki senaryo, bu seçimde uygulanacak olan yöntemdir. Yani tek aşamalı D'hont var. Malumunuz 7 Nisan 2022 itibariyle sistem tekrar değişti. Bu nedir, neye geldi? İki aşamalı D'hont yerine yani önce ittifaka sonra ittifak partilerine dağıtmak yerine doğrudan ittifak partilerine dağıtma sistemine geldik, eski sisteme geldik. Dolayısıyla İYİ Parti yine burada temsil edilir hale geldi. Bu senaryoda işte çeşitli araştırmacılar raporlar yazdılar, gazeteciler yazdılar. Orada senaryo, seçim sistemi değişikliği ile yani Nisan 2022 değişiklikleri ile ne olacağı? Sonucunu ben burada ondan 3 yıl evvel yazmışım. Zaten 295 milletvekili vardı Adalet Kalkınma Partisi’nin. Bu değişiklik ile 306 MV sayısı çıkıyor. Yani 11 milletvekili kazanıyor. CHP’nin 146 varmış 133'e düşüyor; 13 milletvekili kaybediyor. MHP 3 kazanıyor HDP 5 tane kazanıyor. Dolayısıyla kendilerine bir sistem yapmaya gayret ettiler fakat sorun şu: Bizim memlekette bu kurumsal değişiklikler yani işte seçim kanununa dair değişiklerin -dünyanın her yerinde şöyle bir argüman vardır- seçmenler ve seçmenlerin davranışlarını tahmin edecek elitler tarafından kendi hesaplamalarına dahil edilmesi, seçmen davranışını ve dolayısıyla siyasi parti ve elit stratejilerini değiştirir hale gelmesi birkaç seçim sonra oluyor.
İnsanların önce bunun sonucunu gözlemleyip öğrenmeleri gerekiyor. Bizde ona fırsat vermeden zırt pırt sistem değişiyor. Biz diyoruz ki sistemi değiştirdiğimiz bir anda kendime yarar bir sistemi düşünüp tasarlayıp uygulayabilir hale geleceğim. Fakat bunun mühendisliği zor bir mühendisliktir öyle değişikliği yaptığınızda mesela hemen sonuç vermez. Çünkü elinizdeki en iyi tahmin aracı bir önceki seçim sonuçları.
Şimdi diyelim ki 2018 seçim sistemi ile bu seçimin ne getireceğini tahmin etmeye çalışalım. Elimizde ne yok DEVA Partisi yok, Gelecek Partisi yok, MHP ayrı liste çıkarması yok, oyunun yüzde 7'ler civarına düşmüş olması yok, Türkiye İşçi Partisi yok, Memleket Partisi yok, Altılı Masa yok anlatabiliyor muyum şimdi? Dolayısıyla 2018 seçimine bakıp ben bu seçimin mühendisliği yapacağım kurumları ona göre şekillendireceğim dediğinizde çok büyük ihtimalle yaya kalacaksınız. Yani böyle bir geleceğe matuf bir bakla falı açayım, bir şeyler yapayım olmuyor işte çok büyük bir ihtimalle yaya kalacaksınız.
Mert Hoca ile sohbetimizi yayınlamaya devam edeceğim. Ertesi yazıda bu senaryolar üzerine konuşmaya devam edeceğiz ama asıl olarak da biraz şu “seçim anketi” ismiyle maruf kamuoyu araştırmalarını soracağım Mert Hoca’ya.
[1] Bütün tablolar ve grafikler Doç. Dr. Mert Moral'ın akademik çalıimalarından alınmıştır
Mete Kaan Kaynar Kimdir?
1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.
Kürt sorununu 'çöz'mek 28 Ekim 2024
Çözüm-süzlük değil, çözüm-siz’lik 21 Ekim 2024
Söğüt gölgesi, darı ambarı, bîçâreler ve sırma saçlılar 14 Ekim 2024
Yeni anayasa, Steven Spielberg, 'Er Doğan’ı kurtarmak' 07 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI