Seçimlerin ötesinde bir demokrasi arayışı
Demokrasinin sürekliliği açısından siyasi katılımın, hak mücadelesinin, vatandaşların –ve hatta vatandaş olmayanların- taleplerini dile getirebileceği kanalların olması gerekli. Siyasi temsilin partiler üzerinden yapılması bir zorunluluk değil. Belki bunun yerine sivil toplumu canlandırmak, yerel siyaseti güçlendirmek, sendikal hareketi gençleştirmek gerek.
Haftasonu siyasi partiler seçim bölgelerindeki milletvekili aday listelerini Yüksek Seçim Kurulu’na sundular. Seçimin her aşamasında olduğu gibi bu süreçte de tartışmalar başladı. Adaylık bekleyenlerin hayal kırıklığına seçim bölgeleriyle en ufak bir bağı olmayanların adaylıklarıyla karşılaşan seçmenlerin şaşkınlığı eklendi. Bu durumda, değişim, demokratikleşme ve özgürlüklere yönelik talepleri olan muhalif seçmen belki bu taleplerine yönelik kararlılığını kaybetmeyecek, ama tıpış tıpış değil, ağzında acı bir tatla oyunu verecek. Sonuç olarak gelecek, olası bir iktidar değişikliğinde yeni temsiliyet sorunlarını da meşruiyet kaygılarını da beraberinde getirecek.
SİYASİ PARTİLER NEDEN VAR?
Siyasi partiler demokratik siyasetin amacı değil aracıdır. Özellikle temsili demokrasi içinde çoğulcu bir işleyişin karşılaştığı pratik zorlukları kolaylaştırıcı, farklı siyasi talepleri ve konumları uzlaştırıcı bir işlevi vardır. Daha açık bir ifadeyle siyasi partilerin birincil işlevi temsildir. Bu temsil sürecinde siyasi partiler devlet mekanizmasındaki bürokratik süreçlerin, yasaların ve mevzuatın neden olacağı yavaşlığa karşı parti programlarıyla politika hedeflerini ortaya koyar, böylece devlet mekanizmasının bürokratik hantallığının önüne geçer. Bu da partilerin ve özellikle parti programlarının karşıladığı ikinci bir işlevdir. Üçüncü olarak, partiler muhalif konumlarıyla ve parti içi demokrasinin işletilmesiyle bir fren ve denge mekanizması olarak demokrasiyi güvenceye alırlar. Son olarak, seçime giren partilerin ülkenin büyük bir kısmını kapsayan seçim bölgelerinde faal olması ve aday göstermesi beklenir. Bu da bizi dördüncü işleve getirir, partiler temsili kolaylaştırdıkları kadar yaygınlaştırırlar da. Farklı seçim bölgelerinde, yerel dinamiklerden kaynaklanacak taleplerin merkezi yapı içinde yer bulmasını, gündeme alınmasını, farklı seçmen kesimlerinin marjinalleşmeden, yani çepere itilmeden, dışlanmadan söz sahibi olmasını sağlar.
Şimdi hafta sonu açıklanan milletvekili aday listeleriyle siyasi partilerin bu işlevleri ne kadar karşıladığına bakarsak evdeki hesabın çarşıya uymadığını, siyasi partilerin kıymeti kendinden menkul birer tiranlığa dönüştüğünü söyleyebiliriz. Siyasi temsil açısından, seçim öncesi ittifaklar ve ittifak partilerini kapsayan ortak listeler temsili kolaylaştırmış görünüyor, ama bütün bunlar seçmene sorulmadan, temayül yoklaması, önseçim olmadan, nerede ve nasıl gerçekleştiği bilinmeyen ve hiç de şeffaf olmayan pazarlıklarla belirleniyor; seçmen iradesi yok sayılıyor. Ortak Politikalar Mutabakat Metninde ya da İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Metninde belirtilen politikalara yönelik anahtar isimler belirlenmiş olsa bile parti yöneticilerine listelerde öncelik verilmiş. Bu durumda iktidara gelmek, yürütmede reform yapmaktan daha önemli gibi duruyor. Oysa bu kadar zorlu bir dönemde iktidar mücadelesi veren muhalif güçlerin politika yapımına da eşit ağırlık vermesi, teknokratları öne çıkarması gerekirdi. Bu aday listeleriyle ilgili en büyük sorun ise seçmen iradesini dikkate almamış olmalarıdır. Özellikle İzmirli bir seçmen olarak, CHP’nin buradaki yüksek oy oranına güvenerek her seçimde partinin öncülerine öncelik vermesi İzmir’in parlamenter temsilini zayıflatıyor. Benzer kısıtlar muhtemelen başka seçim bölgelerinde de yaşanıyor. Türkiye partisi olma iddiasını sık sık ifade eden HDP ya da bu seçimlerde Yeşil Sol Parti de her seçim bölgesini yakalayabilecek bir aday profiline ulaşmış durumda değil, bölge siyasetinden çıkma kapasitesi sınırlı görünüyor. Ayrıca tüm partiler için siyasi deneyimi sınırlı ama popülaritesi yüksek isimlerin öne çıkması, partilerin vitrin kaygısı, listelerin yetenek yarışmalarını hatırlatması da cabası. İnsan ister istemez merak ediyor, bazı partiler güçlü oldukları seçim bölgelerini birer kale olarak mı görüyor, yoksa arka bahçe mi? Daha da önemlisi, güçlü oldukları bölgeler dışındaki seçmenlere ne kadar ulaşabiliyor?
GERÇEK DEMOKRASİ BU DEĞİL!
2023 seçimlerini daha önceki seçimlerden farklı kılan koşulları doğru anlamak gerekiyor. Ekonomik kriz, enflasyon, deprem sürecinin kötü yönetimi yakın zamanda bardağı taşıran son damla oldu. Ama en az bunun kadar önemli olan, yirmi yıllık iktidarın son on yılda demokratik haklara yönelik müdahalesi, baskıcı yaklaşımları, uzlaşıdan uzak kutuplaştırıcı söylemleri, özellikle aydınları, bilim insanlarını ve sanatçıları hedef alan saldırgan tutumu da seçmenin kararını etkiliyor. Seçmen karar verirken yaşam standardı kadar yaşam tarzını da yaşam alanını da düşünüyor. Sorun şu ki seçmenin kaygıları oy pusulasında yer alan liderler, partileri ve siyasi temsilciler için merkezi bir önem taşımıyor. Her parti kendi seçkinlerini parlamento çatısı altına sokma derdinde, oysa asıl iş halkın sorunlarını ve taleplerini parlamento gündemine taşıyabilmekte.
Burada biraz durup demokrasinin sadece siyaseti değil toplumsal hayatın başka alanlarını da kapsayan bir süreç ve bir işleyiş biçimi olduğunu hatırlamakta fayda var. Örneğin ekonominin demokratikleşmesinden söz etmek gerekirse, piyasanın yalnızca sermaye sahibi, mülk sahibi veya farklı türlerde imtiyaz sahibi seçkinler için değil, kitlelerin katılımı, mülkiyet hakları, üretim kapasitesi ve bölüşüm talepleri için de açık olması gerekir. Yaşam tarzı siyaseti, Ulrich Beck’in deyimiyle alt-siyaset söz konusu olduğunda toplumun çeperine itilmiş, dezavantajlı ya da kırılgan kesimlerin seslerini duyurabilmesini, demokratik hakların ayrıcalıklı kesimlerin taleplerinden ibaret olmamasını gerektirir. Toplumsal hayatın mekânsal boyutlarında adalet arıyorsak, yerel dinamiklerin sosyo-ekonomik veya kültürel koşullarından bağımsız olarak içerilmesi, örneğin altyapı sorunlarının, yeşil alan peyzajının, ulaşım taleplerinin kent merkezleri kadar kenar mahallelerde de düzenlenmesi gerekir. Demokrasi parlamentodan, partilerden, seçmenlerin dört beş yılda bir kullandıkları oylardan ve boş vaatlerden ibaret değil. Asıl demokrasi hayatın içinde, gündelik hayata dair taleplerin karşılaşma biçimlerinde, bu karşılaşmalar sonucunda taleplerin karşılanıp karşılanmamasında.
Demokrasi partiler-parlamento-seçimler döngüsünden çıkıp toplumsal hayatın farklı alanlarına açıldığında seçmene düşen sorumluluk da artıyor. Seçmenler artık sadece oyunu vererek temsil yetkisini ve toplumsal sorumluluğunu belli bir süreliğine de olsa devretmek yerine, yurttaşlık bilinciyle hareket eden, taleplerini dile getirme, sesini duyurma, çözüm üretme, çözüm önerilerini karar alıcılara duyurma sorumluluğu taşıyan etkin aktörlere dönüşmek zorunda. Bütün bunlar birlikte hareket etmeyi, mücadele zeminini geliştirmeyi ama aynı zamanda çatışmacı, Charles Tilly ve Sidney Tarrow’un yerinde ifadesiyle çekişmeci siyasete yönelmeyi gerektiriyor. Demokrasi asıl sivil mücadeleyle siyasi otoritenin karşılaşmasında gerçek anlamını buluyor. Bu karşılaşmada örgütlü mücadele farklı eylemleri ve mücadele biçimlerini bir arada kullanarak bir eylem repertuarı oluşturuyor, etkin bir mücadeleyle siyasi otorite üzerinde baskı kurmayı, onu uzlaşıya zorlamayı hedefliyor. Dolayısıyla demokratik mücadele, seçimden seçime hatırlanan ve çoğu zaman tanımadığımız, iletişimde olmadığımız ve gerçekte bizi değil parti iradesini temsil eden sözde temsilcilerin ötesine geçiyor.
Türkiye’de yüzden fazla siyasi parti var, buna karşılık temsiliyet, seçim sürecinin güvenilirliği ve demokratik özgürlükler oldukça geri bir durumda. Parti sayısının çokluğu demokrasinin güçlü olduğu anlamına gelmez, az olması da demokrasinin zayıf olduğunu göstermez. Birçok partinin seçimlerde herhangi bir iddiası olmadığı gibi yukarıda saydığımız işlevler açısından da karşılığı yok, birçoğunun varlık nedeni dahi belirsiz. Diğer taraftan sivil toplum ve örgütlü mücadele tüm AKP iktidarı döneminde, ama özellikle son on yılda ciddi bir baskıya maruz kaldı. Gezi olayları ertesinde açılan davalar, başta Osman Kavala ve diğer etkin figürlerin hüküm giymesi, uluslararası örgütlere yönelik baskılar ve faaliyet izinlerinin iptal edilmesi, medyaya yönelik kısıtlamalar, sansür yasası, gösterilerin, eylemlerin, grevlerin ve hatta gençlik festivallerinin dahi yasaklanması örgütlü toplum olmaktan ne kadar uzaklaştığımızın kanıtı. İktidarın insanları bir arada görmeye tahammülü kalmadı. Demokrasinin sürekliliği açısından siyasi katılımın, hak mücadelesinin, vatandaşların –ve hatta vatandaş olmayanların- taleplerini dile getirebileceği kanalların olması gerekli. Siyasi temsilin partiler üzerinden yapılması bir zorunluluk değil. Evet, örgütlü toplum demokratik mücadelenin temelini oluşturuyor, ama örgütlü toplum yalnızca partiler üzerinden işlemiyor. Belki bunun yerine sivil toplumu canlandırmak, yerel siyaseti güçlendirmek, sendikal hareketi gençleştirmek gerek. Umalım ki bu seçimler bunun önünü açan bir başlangıç olsun, ama bir son olmasın.