Sedat Peker’in doldurduğu boşluk nedir?
Kimin kimden medet umacağı epey karıştı. Hezeyan üretmekten başka bir işlevi kalmayan bir topluma dönüştük. Bizi buralardan ne çekip çıkarır artık bilmiyorum.
Bir çocuğun ruhsal gelişiminde baba işlevinin yeri tartışmasız bir öneme sahiptir. Lacan, “babanın adı”ndan bahsederken, kanlı canlı somut babadan değil de baba mantığından yani babalık işlevinden söz eder. Nedir bu işlev? Anneyi çocuğun, çocuğu annenin arzusundan ayırarak, yasayı gösteren, yasayı gözeten, sınır koyan, böylelikle ötekini ve dış dünyayı görmeye yer açan bir işlevdir bu. Bunu yaparken krallığını ilan edip “yasa benim” dememeli, çocukla ilişkilenip sevgisini göstermeli, onu koruyup güven vermeli, çocuğun hassasiyetlerine saygı duymalı, rekabete ve dayanışmaya alan açmalıdır. Babalık işlevi, anne ve çocuk arasındaki ilişkinin dipsiz bir kuyu olmasına izin vermez. Babalık işlevinin yapılandırıcı işlevi, üçgenleşmenin yani ödipal sürecin oluşturduğu çatıda kendisini gösterir. Bu bireyleşmenin, medenileşmenin önemli bir yapı taşıdır. Rekabete asla alan açmayan, krallığını ilan eden baba psikoza yani deliliğe giden bir yola sokabilir çocuğu.
Babalık işlevindeki eksiklikler çocukta çok ciddi kaygılara, korkulara, güvensizliklere yol açabilir. Aynı zamanda çocuk, ihtiyaç duyduğu baba işlevini onu ciddi oranda tehlikeye sokabilecek çok yanlış yerlerde arayabilir.
Şiddet yanlısı bir geçmişi olan, şiddeti üreterek reyting toplayan bir yeraltı dünyası figürünün videolarını ‘kurtuluş iksiri’ gibi bekleyen binlerce insan var. Şiddet üreterek var olmayı başarmış ve ‘istediği olmazsa’ şiddet üretmeye devam edeceğini dile getiren birinin; toplumsal çözüm olacağını, kaderlerini değiştireceğini zanneden insanlar bunlar. Bu ülkede hiçbir koşulda işleyen bir hukuk sistemi olmadığından, gelişmiş bir adalet anlayışından da ne yazık ki bahsedemiyoruz. Sedat Peker’e duyulan açık veya örtük sempati yazının girişinde bahsettiğim ‘beklenen kahraman sonunda geldi’ duygusu, adeta çocuğu koruyup kollayan, kurtaran baba açlığının hazin bir sembolik vurgusu olması sebebiyle, bir sosyo-psikolojik incelemeye gereksinim duyuyor. Kimin kimden medet umacağı epey karıştı. Hezeyan üretmekten başka bir işlevi kalmayan bir topluma dönüştük. Bizi buralardan ne çekip çıkarır artık bilmiyorum.
İktidarın kullandığı dil, psikoloji, sosyoloji bölümlerinde mutlaka incelenmeli, öğrencisine, hocasına epey malzeme var. Bu daracık yazı kapsamında hangi birini anlatayım diye çok düşündüm ve bu hafta gündemde olan birkaç olayın tetiklemesiyle savunma mekanizmalarından “yansıtma” mekanizmasını ele almak istedim.
Günlük yaşamda farkında olsak da olmasak da bir çoğumuz savunma mekanizmalarına başvururuz. Bu insanın kendisine ve ötekilere karşı kendi benliğini korumak ve dağılmamak için geliştirdiği psikolojik bir kalkandır. Savunma mekanizmaları gerekli durumlarda kullanıldığında kişinin psikolojik bütünlüğünü sürdürmeye ve benliğini korumasına yardım ederken, sürekli ve abartılı kullanımı da sağlıksız bir kişiliğin dışavurumudur. Olumsuz bir olay ya da durumla karşılaşıldığında bazı kişiler en son kendini sorgulama ve yargılama eğiliminde olurlar. Kendileriyle asla yüzleşemez, suçu hep dışarıda ararlar. Yani “ben pisliğin tekiyim, bunu kendime itiraf edemiyorum ama biraz seni pisleyeyim de rahatlayayım.”
Yansıtma kendini iki şekilde gösterir: İlki kişinin kendi kusurları ve beceriksizliğinden doğan aksaklıkları, kendisine yakıştıramadığı duygu ve düşünceleri başkalarına yüklemesi. Örneğin; iş ya da ilişkisel başarısızlığının nedenlerini kendinde aramak yerine sürekli olarak ailenin, sistemin, dış güçlerin, kaderin suçlanması gibi. İkincisi ve bence en önemlisi de, kişinin sakladığı kişilik özelliklerini veya kendinde suçluluk uyandıracak nitelikteki dürtü, düşünce ve isteklerini başka bireylerde görme eğilimidir. Sözgelimi cimri olan birinin kendisindeki bu özellikle yüzleşemeyip herkesi cimri olarak görmesi, dedikoducu birinin etrafındaki insanları dedikoduculukla suçlaması, hırsız, yalancı, sahtekar birinin etrafındaki insanları bu şekilde görmesi gibi… Kendi düşmanlık duygularını dışarıya yansıtıp herkesi ona düşmanmış gibi algılama eğilimi… Yansıtma mekanizmasını kısaca “dervişin fikri neyse zikri de odur” veya “kişi kendinden bilir işi” aforizmaları ile de açıklayabiliriz.
Bu savunma mekanizmasının narsisistik bir mekanizma olduğunu söyleyebiliriz. Kişi burnundan kıl aldırmıyor, kendisine dair tek bir eleştiriyi dahi kabul etmiyor. Kendiyle ilgili yetersizlik, değersizlik duygularını başka insanlar onu küçümsüyormuş şeklinde yorumlayabiliyor. Kendi yetersizlikleri, eksiklikleri öteki insanları kıskanmasına neden olabiliyor fakat bunu herkes beni kıskanıyor şeklinde algılayabiliyor. Biliyorsunuz, “Tüm dünya Türkiye’yi kıskanıyor” mesela.
Ya da kişi kendi sapıklığıyla yüzleşemediği için kadına yönelik cinsiyetçi söylemlerde bulunabiliyor, cinsel yönelimi ile yüzleşemediği için homofobik bir tutum sergileyebiliyor. Dolayısıyla bu mekanizmayı kullanan kişiler kendilerine karşı ayarsız bir duyarlılığa sahip olduğu için kendilerinde müthiş bir kırılganlığa, alınganlığa ve paranoid eğilimlere de rastlayabiliyoruz. İpek Er’e cinsel saldırı davasının sanığı Uzman Çavuş Musa Orhan’a ‘tecavüzcü, şerefsiz’ dediği için hakkında tutuklama talebiyle soruşturma başlatılan oyuncu Ezgi Mola ve ona destek verenlerin yargılanması gibi. İnsana dair en temel duygulara öfkeye, üzüntüye, haksızlığa karşı durmaya adeta sansür getirilen bir iktidar anlayışı, tüm bu saydığımız paranoid eğilimlerden azade değil elbette. Bu coğrafya kader değil, bir keder! Öfkelenemezsin diyorlar, biz öfkelenmiyorsak sen de öfkelenmeyeceksin! İçinde kalsın öfken, hatta sen de orada kal!
Ülke gündemine de bu yansıtma mekanizması üzerinden bakalım. Sadece son bir hafta içinde gördüklerimiz; Sevdiği bir hayvanı kaybettiğini söyleyen bir gazeteciye, bir hayvansevere “Sen mi öldürdün?” diyen, Jimnastik Dünya Şampiyonası kutlamasında “Madalyaları çaldırtmayın ha” diyebilen, Musa Orhan’ı serbest bırakıp zehrini bu haksızlığa karşı çıkan insanlara yönelten, ülke gündemine dair kriminal bir video serisi ile devlet-paramiliter ilişkisini anlatan Sedat Peker’in videolarını izleyen milyonlarca insana ‘Çocuk pornosu da çok izleniyor’ diyen bir iktidar var. “Çocuk pornosu da çok izleniyor” cümlesini Freudyen bir bakışla incelediğini düşünen mafya liderinin atışmaları insana bir ülkede değil de absürd bir komedi filminde yaşıyormuş hissi veriyor.
Gücünü alabildiğine kötüye kullanan bir iktidarı izliyoruz, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, İkizdere’deki doğa katliamı, Boğaziçi direnişi… Haksızlığa her karşı çıkışımızda duygumuza, öfkemize şiddetle engel olunuyor. Korkutarak kendi içlerindeki hangi korkuyla baş etmeye çalışıyorlar acaba? En çok nereye vuruyorlarsa, oradan ödleri kopuyor! Örneğin kadın meselesi. Yıllar evvel, “Kahkaha atan kadın iffetsizdir” diyen Bülent Arınç, “Türk kadını evinin süsüdür” diyen Vecdi Gönül, “Kadınlar için tek kariyer annelik” diyen Mehmet Müezzinoğlu, “tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmasın” diyen Sefer Üstün, "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse” diyen Melih Gökçek ve daha nicesi! Bir kişi söylemlerinde bazı şeyleri fazla vurguluyorsa bilin ki iç dünyasında onun zıttını saklama gereği duyduğu içindir.
Yansıtma mekanizmasında, Nietzsche’nin şu sözünü de eklemek gerek; "Kim namus ve ahlâk şövalyeliği yapıyorsa, bilin ki en namussuzu o’dur!”
Bir iç deniz olan Marmara’ya musallat olan müsilaj hadisesi, bu ülkenin, hukuksuzluğumuzun sembolik bir özeti. Marmara Denizi gibi, bu ülke de, zihinlerimiz, ruhlarımız da müsilaj içinde… Bir anda olmadı bu. Yıllar içinde kötülükleri biriktire biriktire, yanlışlıkları içimize ata ata oldu. Her yer salyalı, her yer yapış yapış kötülük ve haksızlık dolu. Sanatla, ağaçla, hayvanla, tarihimizle, doğamızla bağımız kesiliyor ve bir krallığın içine hapsediliyoruz. Müsilaj bu iktidarın bir aynası. Ve evet bu toplum “bir cesedin çürümesi…” Artık kıyıya vuruyoruz.
Bir sorunu konuşmak cevabı konuşmaktan her zaman daha kolay görünür. Ama tanısı konmamış hiçbir hastalık doğru bir biçimde tedavi edilemez. Toplumdaki bu enfeksiyonu doğadaki formüllerle yeniden yeşertmenin, ona can vermenin, hayata döndürmenin yollarıyla iyileştirebiliriz ancak. Her şeyin hızla çürüdüğü bir atmosferde, bu çürümüşlükle toprağa yeniden can vererek, yeniden çiçeklenebilmeyi ve o çiçeklerden yiyeceğimiz lezzetli meyvelerin umudunu koruyarak mücadele edebiliriz.
Yeter ki, tespiti doğru yapalım, hastalığın adını doğru koyalım!