Sefaköy’de bir ev / Av. Hakan Bakırcığlu ya da Nuri Çintay nerede?
Sefaköy’deki o yoksul öğrenci evi hukukun, bilimin ve sanatın konuşulduğu; yeniden üretildiği bir akademiye dönüşmüştü. Yoksul sofralarda iştahla yemek yediğimiz o evin üzerimde emeği çoktur.
Nusret Gürgöz*
‘Edebiyat bize, insanın hiçbir gizlisi olamayacağını gösterir’
( Şükrü Erbaş – Sitem Taşları)
"dağların siyah gölgelerinde yitti sesim
güneşin doğmadığı günler
kar altında düşlerim
ilkin karasuda boğuldum sonra tarihte
kaç yangındı göçürten kimliğimi
ırmak boylarında uç verdim
dağlarda yaralı geyik"
Sevgili Hakan’dan bir hafta önce yitirdiğimiz sevgili Kirkor Yeteroğlu’nun ‘göç’ şiirinin ilk bölümüyle başladım söze, şiirin son bölümüyle de bitireceğim sözümü.
Çok anlattım, ama ne yapayım, bu yazı için bir özet geçmek gerek, bağışlayın artık. Yaşım küçük olmasına karşın, 1970’in ikinci yarısındaki toplumsal muhalefetin bir yanından da ben tuttum. Sokakların kan gölüne döndüğüne tanık oldum, arkadaşlarımı yitirdim, işkencelere tanık oldum, işkenceye maruz kaldım.
Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi aldığım Diyarbakır’daki üniversiteye 1980’de girdim. Bir kent nasıl kuşatılır, sokaklar nasıl işgal edilir, bir kent topyekûn nasıl zulüm altında kalır, gördüm. Beş No’lu Cezaevi’nden yükselen çığlıkları duydum, Dicle’ye atılan gençleri ve cezaevinde tecavüz edilen genç kızları dinledim. Tepeden tırnağa aşık ben, bu kente de aşık oldum.
Sonra öğretmen olarak Anadolu’nun ortasına düştüm. Türk – İslam Sentezi peşimi hiç bırakmadı, gittiğim her yerde hayatı bana zindan etti, çalışma-ekmek parası kazanma zeminimi yok etti. Çıkış yolu ararken tutup üniversite sınavına bir daha girdim ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım.
Doksanların eşiğiydi, sanki bu ülkede hiç darbe olmamış gibi, üniversitenin bahçesinde halaylar çekiliyor, sloganlar atılıyor, gruplar birbiriyle kıyasıya tartışıyor, arada bir de kavga ediyorlardı. Ben de şaşkın şaşkın onları ve olanları izliyordum.
Doksanlara geçtik. Polis kampusü işgal etmişti, sürekli eylem yapılıyor, duvarlara afişler, pankartlar asılıyor, polis bir süre sonra pankartları topluyor, afişleri yırtıyor, yardım paralarına el koyuyor, yakaladığını gözaltına alıyor, İslamcılara devrimcilere saldırmaları için alan açıyordu. Yine o günlerde devrimci genç bir kızın çevik kuvvet müdürü Neco’yu tokatladığına tanık olmuştum.
Ben Kırşehir’de yaşıyor, çalıştığım lisede haftada otuz saat derse giriyor, on iki saat yolculuk yapıyor, sınavlara ancak böyle gidebiliyordum. Öğretmenevlerinde kalıyor, hiçbir şeye para yetiştiremiyordum. Okula düzenli gidemediğim için yarım yamalak bilgilerle sınavlara giriyor ve doğal olarak derslerden kalıyordum.
O günlerde Hakan’ı ve kardeşi Erkan’ı tanıdım. Beni, üç kişi -Hakan, Erkan ve Aysun- birlikte yaşadıkları evlerine konuk ettiler, bu konuk ediliş, ömür boyu süren dostluğun, kardeşliğin, yoldaşlığın yollarını açtı. Ben bir koşu İstanbul’a gidiyor, eksiklerimi tamamlamak için canhıraş çalışıyor, öğretmen yeteneğiyle onları da disipline ediyor, kitaplarının başına oturtuyordum. Zorlandığım yerleri Hakan’a soruyor, benim öğrencilerime edebiyatı anlattığım gibi, Hakan da bana hukuku tane tane anlatıyordu. Ders aralarında şiirden, öyküden, romandan, tarihten, coğrafyadan, sosyolojiden…; güncel politikadan, ille de Kürt Sorunu’ndan konuşuyorduk. Sefaköy’deki o yoksul öğrenci evi hukukun, bilimin ve sanatın konuşulduğu; yeniden üretildiği bir akademiye dönüşmüştü. Dersim Tertelesi’ni anlattığım/işlediğim/imgelediğim: ’’Ebedi ve ezeli günler devinirken / Kedersiz ve uzak iklimimizde / Kopkoyu bir kışta, kar ayazında / ekmeksiz ve üryan / çığlar, tipiler ve kurtlarla / yün keçeler ve cacımlar üstünde / toprak damlarımızda / ocak başlarına oturur / arpa ekmeği kokusuna basardık yalnızlığımızı. / Yaşlı katırlar, boz eşekler ve adsız kış kuşlarıyla yaşardık…’’ dizeleriyle başlayıp ‘’ … süngülerin parıltısı görülürdü uzaktan sonra / tüfeklerin patlaması duyulurdu yakından / alabalıklarımız ölürdü önce, tavşanlarımız, geyiklerimiz / sonra biz //…// Kanlarımız Hint Okyanusundadır / Bilinsin / Kardeş olsun insanlar diyedir / aşiret erkenliğinde ölümümüz’’ dizeleriyle biten ‘Kuş Akardı Derelerimiz’ ırmak şiirini de bu evde yazdım.
Bugün avukat olduysam, başka ve daha güzel bir dünyanın bilgesiyle bezendiysem, bu bilgiyi çoğalttıysam, yeniden yeniden ürettiysem, arada bir İktisat’tan Besime’nin; Hukuk’tan Mükrime, Şafak ve Nurettin’in… de geldiği, dar zamanlarda yaptığımız yemekleri yoksul sofralarda iştahla yediğimiz o evin üzerimde emeği çoktur.
Her gün birilerinin gözaltında kaybedildiği günlerde, bir sınav sonrası yine gözaltına alınanlar olmuştu. Devrimciler Siyasal'ın hemen girişinde yarım ay biçiminde dizilmişlerdi, ‘Nuri Çintay nerede, Nuri Çintay nerede?’ diye slogan atıyorlardı. Yaşça büyüktüm onlardan, yoldaşlarımdı onlar benim, beni de artık tanıyorlardı. Yanlarına gittim, ben de onlarla birlikte başladım bağırmaya:’ Nuri Çintay nerede, Nuri Çintay nerede?’ Derken, karşıdan bir ses yükseldi: ’’Burdayım, laa burdayım…’’ Hepimizi bir gülme tuttu sormayın gitsin. Nuri Çintay geldi, sarıldılar birbirlerine, kucaklaştılar, öpüştüler. Ben eve gittim, Hakan’a anlattım olanları, güldük, yerlere yattık. Bu slogan sonra, Hakan’la aramızda şifreye dönüştü, birbirimizi aradığımızda, ‘Nuri Çintay nerede?’ diye söze giriyor, önce gülüyor sonra asıl konuya giriyorduk.
Türkiye solunun ‘Ermeni Soykırımı’ ile yüzleşmesinin tarihi çok yenidir. Politik bir atmosferde yetişmeme ve epey mürekkep yalamama karşın, ‘Ermeni Soykırımı’na dair bir şey bilmiyordum. Hakan bir gün bir sır verir gibi Ermeni olduklarını söylemiş ve bana Taner Akçam’ın İletişim Yayınları'nca 1992’de yayımlanan ‘Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu’ kitabını armağan etmişti. Kitap kitabı çağırmış, bu okumaların sonunda o ‘istibdat’la savaşan ‘İttihat Terakki’nin ne olduğunu çözmüş, ulus devletin hangi acılar üzerine inşa edildiğini, kimlerin sermayesine el konduğunu kavramış, resmi ideolojiyle hesaplaşmış, Ermeni Soykırımı ile Dersim Tertelesi arasındaki bağı yakalamış, bu bağın Maraş, Sivas, Çorum… Katliamlarıyla sürdüğünü ve emeğin gasp edilmesi ile soykırımlar arasındaki bağı/gizi çözmüştüm.
Sonra, yoldaşça süren uzun avukatlık yılları başlamıştı. Hrant Dink’in ilk dava duruşmasına Antalya’dan kalkıp ben de gitmiştim. Hayatın yoğunluğu nedeniyle bir daha gidemedim. Ama adım Hrant Dink’in avukatına çıkmıştı bir kere. Hrant Dink’i anma etkinliklerinin bildiri metinlerini ben yazıyordum. Arada bir konuşmacı olarak panellere davet ediliyor, böylesi zamanlarda Hakan’ı arıyor, ‘Nuri Çintay nerede?’ diye söze giriyor, önce gülü(şü)yor, sonra dosya hakkında bilgiler alıyor, aldığım bilgileri dinleyenlere ‘satıyordum’.
2016’da İstanbul’da ofislerine gittiğimde, beni Sezar Avedikyan’la tanıştırmıştı. Sezar Avedikyan Harputlu olduğumu öğrenince iki soru sormuştu bana. Birincisi, babamın dünürlerine nasıl hitap ettiği sorusuydu. ‘Ğınami’ derdi, dediğimde gülmüş, Hakan’a dönmüş ‘Bak bizden güzel telaffuz ediyor.’ demişti. İkicisi, babamın bizi severken nasıl hitap ettiği sorusuydu. ‘Dığam’ derdi, dediğimde, bu kez Hakan bana dönmüş, gülmüş, ‘ Affedersin sen de Ermeni çıktın.’ demişti. Gülmüştük.
Son yıllarda sık bir araya gelemesek de arada bir telefonda konuşuyorduk. Bir gün aradım bakmadı. Ardından ‘Nusret, bilmiyor olabilirsin; ama ben hastayım.’ mesajını gönderdi. ‘Eyvah ki eyvah’ dedim. Benzer hastalıkların nasıl yaşandığını, yakınlarının neler çektiğini bilmiyor değildim. Yine de aradım; ancak yorgundu konuşamadı benimle. Ortak dostlarımızdan bilgi alabildim ancak.
Antalya’dan kalkıp cenaze törenine gittim. Bir insanın adım adım emeğiyle nasıl bir sevgiyi ördüğüne tanık oldum. Üzüldüm, ağladım; ağladım üzüldüm, gözyaşlarımı tutamadım. Sonra hep birlikte alkışladık, o tepeden tırnağa sevgi dolu, vicdanlı, tüm zamanların bilgisiyle-sanatıyla donanmış/bezenmiş… Hakan’ı.
Tören esnasında, sırada otururken, yanımdaki: ‘ Ahparik bir yer değiştirelim, ben canlı yayın yapacağım.’ dedi. Onca acı içinde gülümsedim, Hakan şimdi duysaydı bu sözcüğü: ’İşte şimdi affedersin tam Ermeni oldun.’ der, güldürürdü bizi, dedim.
Julio Cortazar : ‘Elli yaşından sonra yavaş yavaş başka ölümlerle ölmeye başlıyoruz.’ der. Ah Hakan sen hep başka ölümlerle öldün… Sahi ben ne yapsam şimdi? Kaç kez ölsem? Sokağa çıksam ‘’ Nuri Çintay nerede?’ diye bağırsam, senin yerine kayıpları arasam olur mu?
Senin yerine daha güzel bir dünyayı savunsam/seslesem olur mu?
"kınası kurumamıştı ellerinde
kenarı işli mendillerde sevdası yarım
hoyrat rüzgârlar, yaban dikenleri
kanattı avuçlarımı
hâlâ yankılanmada ağıdım
ömrüm kanayan bir çiçek
tarihin ‘süzgecine takılmıştı adımız’
‘yaralı bir güldük düştük toprağa’
bitmeyen bir göçün sessiz çığlığı
her adımda tuzaklar uçurumlar"
*Avukat, şair.