Şehirde tiyatro maratonu: Festivalde genç ekipler ve Beyoğlu rengi

İstanbul Tiyatro Festivali’nde yurt dışı yapımlarda dans performans seçkisi dikkat çekerken İstanbul yapımlarında bağımsız toplulukların tarihi mekanlardaki oyun tasarımları göze çarpıyor.

Google Haberlere Abone ol

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) organizasyonuyla kentte 27. kez tiyatro rüzgarı esiyor. Bu yıl da pastırma sıcaklarına rastlayan festivalin takibi hava durumu avantajıyla da gezdiği semtlerde hatırı sayılır bir trafik yaratıyor. Ekonomik resmin zorluğuna rağmen…

Öte yandan 2023’ün sonuna doğru kültür sanat alanında başat kurumlar pek çok etik tartışmayla gündeme geldiler. 18. İstanbul Bienali’nin küratör seçimindeki 'krizin' gölgesi duradursun, İKSV’nin tiyatro festivali programını hazırlarken  geçen yılki eleştirileri kulak ardı etmediğini de belirtmek lazım. Genç ekiplerin yetersizliği gibi, 'önemli' isimlere çok güvenilmesi gibi eleştirilerden bahsediyorum. Işıl Kasapoğlu’nun ikinci kez küratörlüğünü üstlendiği festivalde yurt dışı yapımlarda dans performans seçkisi dikkat çekerken, İstanbul yapımlarında hem Bakırköy Belediye Tiyatroları gibi kamu tiyatrolarının varlığı hem bağımsız toplulukların Beyoğlu’nun tarihi mekanlarındaki oyun tasarımları kolayca göze çarpıyor.

27. İstanbul Tiyatro Festivali bu şekilde yerli ve uluslararası toplam 20 tiyatro, performans ve dans gösterisini bir araya getiriyor. İlgilenenler tiyatro.iksv.org/tr/program linkinden çizelgeyi inceleyebilir zira festival 25 Kasım’a kadar devam ederek bütün bir aya yayılıyor.

Benim de festivalde gördüğüm ilk iki eser yurt dışı seçkisi yapımlar oldu. Malum festivaller biraz da başka ülkelerin tiyatro tavrını tanıma, görme, anlama imkanları yaratmalarıyla kıymetliler.

CAFÉ MÜLLER: KATI İLİŞKİLERİN ZARİF ADIMLARI

İstanbul Tiyatro Festivali açılışını ince bir dokunuşla gerçekleştirdi: Pina Bausch’un unutulmaz eseri Café Müller Türkiye’de ilk kez sahnelendi. 1998 yılında Cam Temizleyicisi ve 2000 yılında Masurca Fogo'yu yine İstanbul Tiyatro Festivali'nde sergilemesi buradaki seyirci tarafından tanınırlığını sağlamıştı anlaşılan.

Çağdaş dansın dünyadan üç önemli temsilcisine yer verilen festival programında, en çok beklenen yapımlardan Pina Bausch’un topluluğu Tanztheater Wuppertal’denin yorumuyla Café Müller’di.

Festivalin açılış gösterisi olarak prodüksiyon sadeliğiyle mütevazi görünen bu seçim; sonrasındaki hem olumlu  hem olumsuz yorumlarla ve Ekşi Sözlük’te dahi bilet arayanlarla dans tiyatrosuna gösterilen ilgi adına kayda değer bir deneyimdi. Üstelik mütevazılık ihtişamdan yoksun bir tarif değildi kuşkusuz.

Dans tiyatrosunu hem kavramsallaştıran hem sahnede uygulayan Bausch’un getirdiği bu çağdaş yorum aynı zamanda insanlara kolayca ulaşmış. Sanatsal anlamda bir devrime imza attığı geçen yüzyılda kabul gören sanatçının, Henry Purcell'in müziği eşliğinde sahnelenen, koreografisini ise kendisinin hazırladığı Café Müller, ilk kez Mayıs 1978'te Opernhaus'ta (Zürich/İsviçre) sahnelenmiş. Hatta eş zamanlı olarak filme de alınmış. O günden beri aralıksız sahnelenen eser, Bausch’un klasik balede Brechtyen bir bakışla bir nevi ışığı kırması diyebiliriz. Sanatçının repertuarında, kendisinin de uzun yıllar sahne aldığı tek gösteri olan Café Müller’le ilgili okumalardan anladığımız bu oldukça istisna çünkü o 'tasarımcı/koreograf' olarak anılmayı önemsiyor.

Café Müller için anahtar sözcükler düşündüm bu yazı esnasında; yalnızlık, arayış, acı, aşk, umut, direniş, ilişki, tutku olabilirdi galiba. Açıklamaya çalışayım bunu; öncelikle bilindiği üzere gösteri, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden insan manzaralarını Bausch'un perspektifinden anlatıyor. Çocukluğunda ailesinin kafesinde çok vakit geçiren Bausch'un, Holokost’u yaşamış bir Almanya’da hayatı izlemesiyle oluşturduğu koreografinin üzerinde haliyle hüzün bulutları dolaşıyor. Ancak sanatçı, turuncu saçlı kadının renkliliği ve arayışıyla ya da iyi bitmese de aşkla yahut kurtulmaya çalışılan bir iç çekişmeyle başka duygular kazandırıyor gösteriye. Bunu tekrarlanan dans hareketlerinin diliyle vazgeçmemek ve umudu duyumsamak gibi yansıtabiliyor performans. Savaşın yıkıcılığıyla büyüyen bir kız çocuğu olarak sanatçının, erkeklikle, savaşla, ırkçılıkla derdi hep olmuş. Sanatsal seçimleri de bu anlamda bağımsız gelişmemiş. Kurt Joss ve Anthony Tudor ve gençken topluluğunda dans ettiği Paul Taylor’ı bizzat etkilendiği sanatçılar olarak anan Pina Bausch, Alman dışavurumcu dansın 'annesi' diye anılan ancak nasyonal sosyalistlerle ilişkili Mary Wigman’la ilişkilenmekten kaçınmış örneğin.

Dekor, kostüm ve makyaj gibi unsurlarda küçük davranan Café Müller, müzik ve adımlarla her şeyi anlatmanın bir yolu gibi... Bedenle ilişkisi çok sarsıcı, adeta çıplakken aynada kendine bakmak gibi. Seni, sende olanı fark ettiriyor. Temas ve kopuş da bu dans tiyatrosunun dinamiklerinden. Dansçılar kimi anlarda cam kırıkları üzerinde yürüyormuşçasına ürkek, ağrılı kimi anlardaysa suda yürüyormuşçasına zerafetli ve hafifler… Henry Purcell müzikleri olmasa ayırdına varamayacağımız detaylar hepsi.

Geleneksel Paris kafelerini andıran atmosferinin içindeki yuvarlak masalar dans gösterilerindeki geometrik seçimlerin önemini bile düşündürüyor yer yer. Az sayıda koreografiden oluşan eserde, tekrar eden sahneler, şeffaf plaka duvarlar, bir kalabalıklaşan bir boşalan sahne, bir süre duyulup birden kopan aryalarla duygusal ve düşünsel ikiliklerin arasında çalkalıyor izleyeni. Bausch'un yer aldığı halini merak etmemek elde değilse de istediği gibi, iç uzam ile dış dünya, bilinçaltı ile bilinç, hayal ile gerçek arasında iki paralel evrende çarpıştığımız aşikar. Dağılmış hayatların aradığı tutkuyu ya da sadece uzanmış bir eli düşündüğümüz de. Café Müller katı gerçekleri, zarif adımlarla anlattı bize.

Reji ve Koreografi: PINA BAUSCH

Müzik: HENRY PURCELL

Sahne ve Kostüm Tasarımı: ROLF BORZIK İşbirliğiyle MARION CITO, HANS POP

Prova Yönetmenleri: BARBARA KAUFMANN, HELENA PINON (konuk)İşbirliğiyle MAGALI CAILLET GAJAN

Dansçılar: Dean Biosca, Emily Castelli, Maria Giovanna Delle Donne, Taylor Drury, Reginald Lefebvre, Christopher Tandy, Letizia Galloni, Milan Nowoitnick Kampfer, Nicholas Losada, Tsai-Wei Tien, Frank Willens.

'SÜRGÜNDEKİ TİYATRO TOPLULUĞU' FESTİVALDEYDİ

Festival, nadiren görebileceğimiz yapımlardan birini daha bu yıl İstanbul’a taşıdı. Coğrafi ve kültürel yakınlığımıza rağmen pek aşinalığımızın olmadığı Gürcistan’dan bir topluluk ağırladı; Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nu…

1900’ler Amerikasında yaşamış, önemli oyun yazarlarından Tennessee Williams’ın şiirselliğiyle akıllarda yer eden Geçen Yaz Birdenbire metni, Amerikalı yönetmen Jason Hale’in rejisiyle Sokhumi Devlet Tiyatrosu tarafından Tiflis’te prömiyerini yaptıktan sonra bizimle buluştu.

Kısa süre önce ölen ve şair olan oğlunun yasını tutan zengin bir dul, bu ölümle ilgili anlatılanlara ikna değildir. Kendince doğruyu öğrenme çabası entrika dolu bir hikayeye dönüşürken, varsılların ve yoksulların o dönemdeki hayatı da tasvir edilir. Yazdığı oyunlarda kendinden yola çıkarak psikolojik gerçekçi izler bıraktığı bilinir yazarın. İkinci Dünya Savaşı’nın içine doğan Tennessee Williams, o kıyamet zamanlardan sonra kimliksizleşmiş, parçalanmış ruhları ve aileleri çokça anlatır. Burada da acımasız gerçeklik lirik bir tonda anlatılıyor.

Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nun ikinci gösteriminde izlediğim oyunun, anne rolündeki oyuncunun sesinin kısılması sebebiyle zorlu bir sahnelemesine rastladım. Yine de oyunculuklar bu tip aksaklıklardan hiç etkilenmemiş gibiydi, soluksuz oynadılar. Dramatik ve gerilimli ritimleri vurgulanan oyunun, dekor, kostüm, saç-makyaj gibi ögeleri de tarihsel dokuya göre düşünülmüştü. Özenli bir sera bahçesini andıran ve birkaç oturma alanından oluşan dekorsa rüya evreni havasındaydı. Öte yandan bir dönem metnini klasik biçimde sahnelemeyi seçmeleri, tarihsel bir iş izlemekten ziyade 'eski' tarz bir seyir hissi verdi.

Ancak kendilerini sürgünde olarak tanımlayan bir tiyatro topluluğunu tanımak, bölgedeki tiyatro tarzı hakkında fikir edinmek benim için değerliydi.

Karadeniz sahillerindeki Abhazya’da 1885’te kurulan Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nun 138 yıllık tarihinde sadece 1993’te Abhazya’daki savaş sırasında faaliyetlerine ara verdiğini öğrenmek mesela… Sonrasındaki yıllarda topluluğun Tiflis’te çalışmalarına devam etmek zorunda hissetmesi…

Zorlu yılların türlü tarih anlatısı içinde, savaş denen canavarı görmüş olan Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nun yaratımlarında, barış, özgürlük, kayıp, sürgün, din ya da kimlik gibi olguların çatışmalı anlatılarının olduğunu da tahmin edebilirsiniz. Tanışmalar iyidir!

Yazan: Tennessee Williams

Yöneten: Jason Hale

Dekor Tasarımı: Petr Voznesensky

Oynayanlar: Ekaterine Archaia, Giorgi Gelashvili, Veriko Kalandia, Giorgi Korganashvili, Lili Khuriti, Merab Kolbaia, Nino Papava, Lela Sharabidze

Gürcüce; Türkçe üstyazılı