YAZARLAR

‘Şeker Adam’ın öfkesi!

Bu hafta gösterime giren “Candyman” (Şeker Adam’ın Laneti), 1992 tarihli aynı adlı filmle dolaysız bağlantı içinde. Yeni film eskisinin mekânını ödünç alıp yeni yorum getiriyor, eski karakterlere göndermeler yapmaktan hatta başrole çıkarmaktan geri durmuyor. 92’deki filmde kadın öfkesinin dışavurumu olan Candyman, bugün siyah öfkenin vücut bulmuş hali olarak resmediliyor.

UYARI: Bu yazı filmdeki bazı sürpriz gelişmeleri ele verebilir.

Bazı metinler/hikayeler, karakterlerin gücü değişen koşullara göre yeniden yorumlanabilme, kendisini anlamlı kılabilme kapasitesinden gelir. Clive Barker’ın “Books of Blood” (Kan Kitapları) adlı antolojisinde yer alan “The Forbidden” öyküsünün kahramanı Candyman de bu tür hikayelerden. 1800’lü yılların sonunda yaşamış yetenekli siyah bir ressamın, âşık olduğu beyaz kadının babasının tuttuğu adamlar tarafından işkenceyle öldürülmesinin ortaya çıkardığı laneti merkeze alıyor hikâye. Çocukları şekerle kandırdığı için Candyman olarak anılan bu ‘katili’ bir mite dönüştüren ise 1992 tarihli aynı adlı film olmuştu.

Türkiye’de “Şeker Adam’ın Laneti” (Candyman) adıyla gösterilen yapım, Barker’ın hikayesinden dönemin önemli yönetmenlerinden Bernard Rose tarafından sinemaya aktarılmıştı. 90’lı yıllarda “Ölümsüz Sevgi” ve “Anna Karenina” gibi kalburüstü işlere de imza adan Rose’un hızı sonradan kesilse de “Şeker Adamın Laneti” yazıp yönettiği en iyi filmi olabilir. Film, bir dönem toplu konut olarak inşa edilmiş fakat artık bir suç merkezine dönüşen bir banliyöyü mekân olarak seçer kendisine. Şikago’daki Cabrini-Green adı verilen bu mahallede bir çocuk öldürülmüştür. Siyah nüfusun ağırlıklı olduğu mahalle halkı, cinayetin Candyman tarafından işlendiğini düşünmektedir. Yüksek lisans öğrencisi Helen bu mahalle üzerine çalışmaya karar verir. Tabii ki bu çaba Helen’i de hedef haline getirecektir.

Candyman efsanesi yaklaşık 30 yıl sonra yine aynı mekânı merkeze alarak ama bambaşka bir yorumla seyircinin karşısına çıkıyor bu hafta itibarıyla. “Little Woods” filmiyle dikkat çeken, şimdilerde “The Marvels” için hazırlıklarını sürdüren Nia DaCosta’nın yönetip, Jordan Peele ve Win Rosenfeld’ı da yanına alarak senaryosunu yazdığı yapım, bir bakıma ‘kent’ hayatına ve kimlik politikalarına dair 30 yıllık değişimin de göstergesi olarak okunabilir. Birkaç kelam etmeden önce '92 tarihli yapımla dolaysız bağlantılar kurulduğunu, birçok gönderme yapıldığını belirterek, aslında bir devam filmi ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekiyor. Haliyle ilk filmi izleyerek sinemaya gitmek, seyir zevkini artıran bir etki yaratacaktır. Ya da bu satırların yazarı gibi önce yeni yapımı, ardından ilk filmi izleyebilir ve aradaki parçaları birleştirebilirsiniz. Haliyle yeni Şeker Adam’a dair cümleler kurarken ister istemez '92 tarihli filme dair de bir şeyler söylemek kaçınılmaz olacak.

Hikayenin 1992 tarihli yorumu, mekân olarak seçtiği Cabrini-Green adlı mahalleden alıyordu ilhamını. Dehşet verici cinayetler, seri katiller, korku dolu evler modern zamanların ürünü olarak daha çok kent ve kent hayatına dairdir. Cabrini-Green’in 80’li yılların sonuna doğru artık bir suç mahalline dönüşmesi, onu böyle bir hikâye için cazip hale getiriyor. Candyman aslında mahallelinin suç ortamını tanımlamak için kullandığı anonim bir tabirdir. Ancak hikâyenin diğer ayağında yani Helen’in öyküsünde iş değişir. Eşi tarafından aldatıldığını hisseden, akademik çalışmaları erkekler meslektaşları tarafından küçük görülen, gittiği mahalledeki çetelerce tehdit edilen Helen ‘patlamaya hazır bir bomba’ gibidir aslında. Dolayısıyla Candyman, dünyası yavaş yavaş parçalanmaya başlayan, özgüveni kırılan Helen’in biriktirdiği canavarın dışavurumudur bir bakıma. Ayna metaforu bu anlamda çok özel bir yer tutar. Çünkü Candyman’in ortaya çıkabilmesi için aynaya bakıp beş kez adını tekrarlamanız gerekmektir. Bu da aslında aynaya bakanın kendini yansıttığı bir metafora dönüşür. Ki ilk film Helen’in Candyman’a dönüşüm sürecidir. Candyman artık bir korku figürü olmaktan çıkmış, Helen’in şahsında kadınların isyanının sembolü haline gelmiştir.

Nia DaCosta’nın bugün gösterime girecek “Şeker Adam’ın Laneti” filmi de temel olarak benzer bir politik motivasyonla hareket ediyor. Hikâyenin ana hatlarını çeşitlendiriyor ve güncelliyor. Nedir bu çeşitlendirmeler? İlk olarak dönemin politik ruhuna ve öfkesine uygun olarak ana karakterleri ve politik temsili siyah mücadelesi/kimliği üzerine inşa ediyor. İkincisi ve belki de daha önemlisi, Candyman figürünü ilk filmdeki linç edilen ressam karakterinin dışına çıkararak tarih boyunca benzer uygulamalara maruz kalmış bütün siyahların sembolleştiği bir öfke sembolüne dönüştürüyor. Bunu yaparken de motivasyonunu George Floyd’un katledilmesinden alıyor belli ki. Hikayedeki güncelleştirme ise dönemin ruhuyla uyumlu hale getiriliyor. Bu filmde Cabrini-Green’in büyük bir kısmı ‘soylulaştırılmış’, galerilere, sanat mekânlarına ev sahipliği yapar hale gelmiştir. Ana karakterlerimiz de bu soylu ortamın içerisinde kendilerine yer edinen siyah bir çifttir.

İlk filmin kaçırılan bebeği Anthony, dikkat çekici bir çağdaş sanatçı olmuştur. Sevgilisi küratör Brianna ile soylulaştırılmış evlerinde oturup, eski mahallelerinde sergi açmaktadırlar. Brianna’nın erkek kardeşi sevgilisiyle ziyarete geldiği bir gün Candyman hikayesini anlatır genç çifte. O sıralarda yaratım sıkıntısı yaşayan Anthony yeni bir resim serisi yapmak için bu efsanenin peşine düşer. Tabii ki, Candyman tarihin derinliklerinden çıkıp gelecek ve dehşet saçacaktır. Burada bir parantez açmakta yarar var. Türün sevenleri için hayli gerilimli bir atmosfer ve ortalığı kan götüren bir görsel dünya söz konusu filmde. Yani yalnızca ‘entelektüel dertler’i anlatan bir yapım değil, türün sevenlerini mutlu edecek bir tür film var karşımızda.

Ancak filmin politik alt metni ilgiyi hak ediyor. '92 tarihli filmde Helen’in bir kadın olarak akademide yaşadığı sıkıntılar onun bastırılmış hislerini açığa çıkarıyordu. Burada da Anthony’nin siyah bir sanatçı olarak piyasada tutunamama ve dışlanma korkularının aynadaki yansımasının ortaya çıkardığı dehşeti görüyoruz bir bakıma. Hatta film, bu konuda çok da radikal davranıyor. Film boyunca kan banyosu içinde can veren galeri sahibi, eleştirmen, okulda zorbalık yapan kız öğrenciler, sokakta zorbalık yapan polislerin hepsinin beyaz olmasının bir nedeni var kuşkusuz. Tam da burada filmin politik sözünü sakınmadan, seyircinin gözüne sokarak söylediğini, bunun da yetersizlikten çok bilinçli bir tercih olduğunu düşündüğümü belirteyim. Kentsel dönüşün meselesini yeterince iyi işleyemeyip, birkaç klişe sözcüğe sıkıştırdığını ve daha çok fon olarak kullandığını da kayıtlara geçelim.

Şeker Adam’ın Laneti”, şiddetiyle türün sevenlerini fazlasıyla tatmin edecektir. Son yıllarda açık bir biçimde kendisini ortaya koymaya başlayan ‘siyah sinema’nın da önemli yapıtlarından birisi olarak anılacak kuşku yok ki.