YAZARLAR

Sektörde tekelleşme: Senaristler ne söylüyor?

TV sektöründeki tekelleşme uzun zamandır alana emek veren pek çok kişinin canını yakan, ciddi bir sorun. Ne var ki bu konuda verimli bir tartışma ve alınacak önlemlere uzanan bir süreç konusunda umutlanamadık bile. Tekelleşme tartışmasıyla başlayan süreç ışık hızıyla menajer Ayşe Barım’ın Gezi olayları ve henüz yasalaşmamış etki ajanlığı çerçevesinde tutuklanmasıyla sonuçlandı. Senaristlerin bu konulara dair düşüncelerini birkaç meslektaşımla sohbet ederek, yansıtmak istedim.

Sektördeki tekelleşmenin tartışılmasıyla başlayan süreç ışık hızıyla menajer Ayşe Barım’ın 12 yıl öncesine dayanan bir suç atfedilerek, Gezi olayları ve henüz yasalaşmamış etki ajanlığı çerçevesinde tutuklanmasıyla sonuçlandı. TV sektöründeki tekelleşme yıllardır adı konsun konmasın, alana emek veren pek çok kişinin canını yakan, ciddi bir sorun. Ne var ki bu konuda verimli bir tartışma ve alınacak önlemlere uzanan bir süreç konusunda umutlanamadık bile.

Tekelleşme çoğunlukla oyuncular üzerinden konuşuluyor ancak aslında senaristleri, yönetmenleri ve küçük yapım şirketlerini de kapsayan hatta öne çıkan dizi türlerini bile belirleyen bir sorun. Evrensel anlamda polisiye, komedi hatta melodrama kaçmayan drama bile çok zor rastlanabiliyor dizilerde. Dijital platformlar tüm bu alanlarda yeni kapılar açmak konusunda umut verici oldu ama tekelleşmenin etkileri oralarda da aynı biçimde görüldü.

TV yapımlarında hep aynı isimlerin imzasının olması, aynı yüzlerin dönmesi büyük ölçüde kapitalist tüketim kültürünün garanticilik, günün ruhuna uygun olanı, halihazırda çok satanı gündemde tutma gibi eğilimleriyle açıklanabilir. TV sektörü son derece acımasız, şiddetli bir rekabetin döndüğü bir yerdir ve yazarından oyuncusuna herkes bunu bilerek sektöre girer ya da zamanla deneyimler. Yine de dizilerin tasarlanma ve yapım süreçlerinden haksız rekabetin denetlenmesine uzanan geniş bir çerçevede, “ortam vahşeti” belli ölçülerde önlenebilir de. Batı televizyonlarında rahatlıkla gözleyebildiğimiz çeşitlilik, meselenin “arz talep meselesi” ya da “kapitalizm işte” denip geçilemeyecek yanlarını gayet iyi gösteriyor.

Gücün emeğin önüne geçmesi, haksızlık ve emek gaspı da önlenebilir ki bunlar senaristlerin sıkça yaşadığı sorunlar. Bu starlar aleminde dizilerin dünyasını kuran senaristler nadir durumlar dışında çok az “görülüyor”, sorunları da az konuşuluyor. Hızla gümbürtüye gitmiş olsa da bu tartışma vesilesiyle hem tekelleşmenin yarattığı genel sorunları hem de senaristlerin sorunlarını gündeme getirmek istedik.

Sektörde tekelleşme: Senaristler ne söylüyor? - Resim : 1Temelde telif hakları başta olmak üzere senaristlerin haklarıyla ilgili bir meslek örgütü olan SenaristBir çatısında da doğal olarak günlerce bu konular tartışıldı. “Senaryo yazmak bizim işimiz!” başlığıyla, sosyal medyada paylaşımlar yaparak da elden fazla bir şey gelmese de ve tüm çekincelere rağmen, amacından sapan adalet için de ses verildi… Senaristlerin bu konulara dair düşüncelerini SenaristBir üyesi birkaç meslektaşımla sohbet ederek, yansıtmak istedim.

Öncelikle tüm bu olayların kıvılcımı olan sektördeki tekelleşme sorunundan başlayalım. Bunun kaynağı ne sizce ve salt oyuncular değil yapımcı, yönetmen ve yazarlar için sonuçları neler? Bu baştan beri yargının konusu olabilecek bir şey miydi bir de? Bu konuda alınması gerekip de alınmayan önlemler, yapılabilecek düzenlemeler neler?

Sektörde tekelleşme: Senaristler ne söylüyor? - Resim : 2
Meriç Demiray

Meriç Demiray: Sektörde bir tekelleşme var kesinlikle ve çok insana zararı oldu. Çok yetenekli arkadaşlarımız en verimli çağlarını çemberin dışında, işsiz geçirmek zorunda kaldı. Hasbelkader sistemin içinde kalabilenlerse işlerin kalitesinden şikâyet etti hep. Koca bir sektör melodramın dar alanına sıkıştırıldı. Tekelleşme tabii ki var. Ama ne zaman nasıl başladı ve nereye geldi. Bu çok yanlış bir yerden tartışılıyor. Doğru izi sürmeye çalışalım: Bu süreç ilk 2005 civarı RTÜK’ün bir yasa yayınlamasıyla başladı. O güne kadar altın bir çağ yaşanıyordu dizicilikte ve dizilerin içinde isteyen istediği kadar reklam yayınlayabiliyordu. RTÜK bu yasayla reklam süresini sınırladı. Diyelim ki 1 saatte maksimum 15 dk. reklam yayınlayabilirsiniz dedi. Kötü niyetli bir çaba değildi bu, ancak beklenmedik bir sonucu oldu: Dizi süreleri uzamaya başladı. Daha fazla reklam alabilmek için daha uzun dizi… Daha uzun dizi ve daha da uzun dizi… Böylece cehennemin kapıları açılmış oldu. Bu, kanalların gecede tek, uzun dizi yayınlamaya başlamasına, küçük yapımcıların da ölümüne yol açtı. Çünkü uzun dizileri finanse edebilmeniz için en azından ilk bölümlerde büyük sermayelere ihtiyaç var ve küçük şirketler bunun altından kalkamadı. Piyasa 40-50 şirketten 4-5 şirkete kadar düştü. Tekelleşme önce RTÜK üzerinden kanallarda, sonra yapım şirketlerinde oluştu yani. Oyuncular ve menajerlik ajanslarının tekelleşmesi bir neden değil sonuçtu. Onlar da tekelleşen kanal ve yapım şirketlerine eklemlendiler. “Her filmde aynı 10 kişi oynuyor” dediğimiz durum da böyle oluştu. Burada bir suçlu aranıyorsa rekabet kurulu olmalı bence. Bu sistem bir günde değil 20 senede kuruldu ve tekelleşmeyi engellemek için hiçbir şey yapmadı rekabet kurulu. İnsanlar da yani yapımcılar, ajanslar boş alanlara serbest piyasa gereği yayıldılar.

Deniz Madanoğlu: Bu tartışmalara başından beri şüpheyle yaklaştım çünkü aksi pek mümkün değildi. Tartışmayı başlatan köşe yazarının, köpürten Twitter trollerinin kim olduğunu önemsemek gerekirdi. Amacın hakkaniyetli bir sektörel yapı oluşturmak olmadığı, daha büyük ve otoriter bir yapıyla yer değiştirilmek istendiği en başından belliydi bence. Tekelleşme, haksız rekabet mevzusuna gelirsek… Yıllardır mesleğini yapamayan, yeterince ünlü bulunmadığı için ciddiye alınmayan, maddi manevi yıpranmış oyuncuların ses çıkarmasını yargılayamam. Magazinleşmemek adına ünlü olanlarınkine değinmeyeceğim, ama aslında bir çift laf söylemek isterdim; hakkaniyet- tavır- kadın dayanışması- ‘star’ erkeğin yaptığı zorbalığa şahit olup ses çıkarmamak gibi konularla ilgili, bazılarına!

Sektörde tekelleşme: Senaristler ne söylüyor? - Resim : 3
Deniz Madanoğlu

Ne yazık ki mesleğini yapma şansı verilmeyen oyuncuların daha da yıpranacağı bir sürece gidilmekte. Kendi gözlemlerim üzerinden anlatmaya çalışayım: Ben cast yapımına, yani oyuncu seçimlerine ‘karışmaya çalışan’ bir senaristim; çok yetenekli ama star olmayan bir oyuncuyu başrole önerdim diyelim. Hatta yapımcı da gözü kara çıktı diyelim, yüksek ihtimalle kanaldan “bu olmasın, ünlü oyuncu koyun” baskısı gelir. Diğer roller için de canla başla uğraşanlarımız olur; sistemin kadrajına girememiş, tiyatrodan kazandığıyla geçinmeye çalışanlar için, ama son sözü yine yapımcı ve kanal söyler. Keşke yetenek, azim, mesleki etik üzerinden rekabet edebilseydik topluca, ama olmuyor ne yazık ki. Herkes türlü bedeller ödemeyi göze alacak şartlara sahip değil. Hem sansür hem de otosansürle mücadele ediyoruz, senaristler için de çok boğucu bir ortam, herkesin üzerinde ağırlık ve baskı var. Keşke dayanışma denen şeyin önemini idrak edebilseydik ama bu kelime birilerinin dalga malzemesi oluyor, ne acı.

Hep aynı senaristler meselesine gelirsek, orda kafam çok karışık. Yapımcılar görünürde deli gibi iyi senarist arıyor, yeni ve yetenekli senaristler onlara ulaşamıyor, çözüm ne bilmiyorum ama bireysel değil kurumsal çözümler, mekanizmalar olmalı gibi geliyor. Şahsen olanaklarım ölçüsünde bana gelen herkese yardımcı olmak isterim. Ama mesela tanımadığım biri bana senaryosunu mail atsa, ben okusam, ilerde intihalle falan suçlanma riskini göze alamam, çok yıpratıcı, insanın kanına dokunan bir durum bu.

Sektörde tekelleşme: Senaristler ne söylüyor? - Resim : 4
Ayhan Sonyürek

Ayhan Sonyürek: Tekelleşme her alanda olduğu gibi film sektöründe de haksız rekabete, dolayısıyla haksızlığa yol açan bir durum. Sosyal bir devlet güçlünün gücünü sınırlar, zayıfı korur. Ancak geçen yıllarda film ve TV sektöründe güçlüler daha da güçlendi. Bu orman kanunu ortamında senaristlerin karşılaştığı en büyük sorun ise, yayıncıların ve işbirlikçileri yapımcıların onlara imzalattığı kelepçe sözleşmeler. Bakmayın yapımcı ve yayıncıların çağdaş görüntülerine, önemli bir kısmı hala "Ağanın poku üstüne pok olur?" diyen bir zihniyetteler. Hak bilincinden yoksun yayıncı ve yapımcılar, rekabet kurumunun kurallarına aykırı biçimde hâkim durumlarını kötüye kullanarak tek elden çıkmış sözleşmelerle senaristlerin tüm haklarını almak istiyor… 

Ayşe Barım’ın tutuklanmasına uzanan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Oyuncuların “duygusal” tepkileri ve sektör çoğunluğunun sessiz kalması da eleştirildi. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Ayhan Sonyürek: Bir menajer üzerinden koparılan yaygarayla "turpun büyüğü" gözlerden kaçırılmış durumda. Ayşe Barım belli ki bir örneklem, toplumu sindirmek için apolitik bir figür seçilip geniş kitlelere sıra bana mı gelecek kaygısı yaşatılmak isteniyor. Ancak tersten de bakmak mümkün; yerel seçimler sonrası gücünü yitirenlerin güç gösterisiyle otoriteyi ele alma çabası olarak da yorumlanabilir. Dışarıdan hissedildiği kadar bir güç olsa bu güçlü görünme çabası olmazdı. 

İnsanların korkması normal. Kimsenin korktuğu için suçlanmasını doğru bulmuyorum. Duygusal tepkiler aslında utangaç bir isyan. Ama önünde sonunda bir isyan. Kısık da olsa bir ses. Şimdilik ellerinden gelen bu. Kendi korkaklığını örtmek isteyenler bu utangaç isyana saldırıyorlar, yeterli bulmuyorlar. Ben saygı duyuyorum.

Deniz Madanoğlu: Sektörü 5-6 yapımcı domine ediyor mu evet, dijital mecralarda da durum bu mu evet, sebebi Ayşe Barım mı? Hayır. Sebebi insanı, emekçiyi, sanatı öncellemeyen vahşi kapitalist yapı. Ünlü yüz konunca daha çok reyting alacak mantığı…

Herkes korkuyor, çünkü hukuksuzluk var. İki üç trolün iddiasıyla “mamalık, terörizm, terör örgütüne yardım vs.” gibi akla hayale gelmeyecek suçlamalarla içeri atılabiliyor insanlar. 3 milyon küsur kişi vardı gezide. Fasulye ayıklarken yerinden kalkıp oraya giden vardı, her türlü şiddete karşı bir duruştu gezi, her kesimden insan katıldı.

Kimse tutuklanmak istemiyor. Ünlüler de istemiyor ve onlar daha çok mercek altında. Nasıl ki biz bir ara senaryolarımızda “her şey çok güzel olacak” yazdığımızda “aman o ifadeyi çıkarın” uyarısı aldık, şu anda da onları aileleri, çalışma arkadaşları ve avukatları uyarıyordur, hatta belki de Ayşe Barım’ın bundan daha da zarar göreceğini düşünüyorlardır.

Şahsen yargılamaktan yoruldum, öfkelenmekten yoruldum, susarsam da özgür değilim, susmazsam da. Ama bakın olay şu noktada katlanılamaz hale geliyor benim için: Tamam korkmak insani, korkmak anlaşılır şu iklimde ama artık o bilmem hangi davete gidip de gülümseme ya. Bir süre dur ne bileyim. Giyinip kuşanıp gülümseme. Ben korkuyu anlarım, duygusal tepkiyi bile anlarım ama yok saymayı anlamam.

Meriç Demiray: Tekelleşme için Ayşe Barım'ı suçlamak, sigaranın sağlığa zararlı olduğu anlaşılınca tekel bayiini tutuklamak gibi… İnsanların bu dönem sessiz kalmasını ise anlayabiliyor ama doğru bulmuyorum. Dayanışmanın önemli olduğu bir döneme giriyoruz. Ortalığı biraz kımıldatmalıyız. Birbirimizi hissetmeliyiz. Kendimizi dışarıya hissettirmeliyiz. Çünkü gün gelip başımız derde girerse arkamızda sadece meslek örgütlerimiz olacak. Ayşe Barım’ın bu süreçteki yalnızlığını çok acıklı buluyorum mesela. Bu dönem yalnız olmamak, genişlemek, güçlenmek stratejik olarak “tercih” edilmeli.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.