YAZARLAR

Seküler milliyetçilik diye bir şey var mı?

“Seküler milliyetçilik” kavramı etrafında ele alınan yönelimleri doğuran ideolojik boşluğa dikkatimizi çekmek bizi, o boşluğu eşitlikçi bir birlik projesi temelinde nasıl doldurabileceğimize dair sorular sordurmaya yöneltir. Tersine, bu ideolojik boşluğu göz ardı ederek, onun içerisinden çıkan yönelimleri seküler milliyetçilik kavramı altında mutlaklaştırmak ise bizi yine ve yeniden “yükseldiği” varsayılan milliyetçilikler karşısında savunmacı bir pozisyona sabitler.   

Eğer hegemonya, belirli bir sınıfın/zümrenin çıkarını toplumun bütününün çıkarı olarak sunabilmesi ile ilişkili bir süreç ise milliyetçilik belki de modern zamanların hegemonya tesisi açısından en elverişli ideolojilerinden birisi olarak kabul edilebilir. Zira, milliyetçiliği bir ideoloji olarak ayırt eden husus belirli ortaklıklar temelinde tanımlanmış “ulusun” (bizim ulusumuzun) bütün sınıfları, grupları, cemaatleri aşan ortak bir çıkara sahip olduğu iddiasıdır. Milliyetçilik, yalnızca bir ulusal kimlik tarifi yapmakla ve belirli “ulusal çıkarlara” işaret etmekle kalmaz. Onu bir “ideoloji” yapan, insanları bireysel ya da sınıfsal çıkar arayışlarını bir kenara bırakıp “ulusal çıkara” uygun tavır almaya ve bu yönde harekete geçmeye çağırmasıdır. Her ne kadar farklı zamanlarda ve yerlerde ve hatta aynı yer ve zamanda kendisini farklı biçimlerde sunuyor olsa da “söz konusu ulusun çıkarı ise gerisi teferruattır” çağrısı yapmayan bir milliyetçilik düşünülemez. Dünyanın uluslara bölünmüş olduğu fikri, her bir ulusun kendisine ait belirli tarihsel çıkar ve hedeflere sahip olduğu düşüncesi, siyasal ve toplumsal dönüşümlerin uluslar arasındaki bu çıkar mücadelesiyle ilişkili olduğu zannı ve bu yüzden de milletin her ferdinin ulusun bekasını korumak adına fedakarlıkta bulunmaya çağrılması milliyetçiliğin değişmez unsurlarıdır; milliyetçilerin ortak zihniyet kalıbıdır.

TEK ÜLKE, ÇOK MİLLİYETÇİLİK

Peki bu sabitelere rağmen aynı ülkede eşzamanlı olarak farklı milliyetçilik biçimlerinin ortaya çıkabilmesi nasıl açıklanabilir? Bu biçim çoğulluğu temelde ulusal kimliğin unsurlarının tanımlanmasında ortaya çıkan farklılıklardan kaynaklanır. Zira ulusun nasıl tanımlandığına, onun içerisine kimlerin girip girmediğine bağlı olarak “milli çıkarın” nerede aranması gerektiğine dair kavrayış da farklılaşabilir.

Aynı ülkede eşzamanlı olarak farklı “ulusal kimlik” tariflerinin ortaya çıkabilmesi esasında farklı hegemonya projelerini tesis etmeye çalışan toplumsal/siyasal güçlerin varlığına delalettir. Belirli bir kapitalist toplumsal formasyonun sürdürülebilmesi açısından ideal durum elbette tek bir ulusal kimlik kurgusunun ve milliyetçilik anlayışının hem “siyasal toplumda” (yani devlet, onun kurumları ve siyasal partiler alanında) hem de sivil toplumda (yani ortak kamusal yaşamın hayat bulduğu tüm sahalarda) azami bir yeknesaklık ve tutarlılık içerisinde üretilebilmesidir. Özü ve kapsamı üzerinde asgari düzeyde anlaşılamamış bir ulus kurgusuna bağlı bir milliyetçiliğin insanları/kitleleri milli çıkar doğrultusunda harekete geçirme ve bir bütün olarak düzene rıza üretme kapasitesi, yani hegemonik kapasitesi sınırlı olacaktır.       

Bir ülkede devletin resmi ideolojisindeki ulus anlayışı ile halkın benimsediği ulusal kimlik ve semboller arasında bir açı olması kaçınılmazdır. Fakat bir açının ötesinde, kopukluk ve bağlantısızlık varsa bu “olağanüstü” bir duruma işaret eder. Devletin resmi ideolojisi olarak benimsenerek, onun kurumları/temsilcileri tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan ulus kurgusu, milliyetçilik anlayışı ve bununla ilişkili semboller sivil toplum sahasında sıradan insanlar tarafından taşınamıyor, onun yerine “ulusallık” adına başka mitler, semboller ve anlatılar dolaşımda olabiliyorsa o ülkede bir kriz yaşanıyor demektir. İdeolojiler alanına da sirayet etmiş bir meşruiyet krizi… Resmi ideoloji, yani devletin ideolojik üretimi ile egemen ideolojiler alanı, yani toplumda yaygın olarak kabul edilen fikirler, değerler arasındaki bağ koparsa gündelik toplumsal hayat her türden eski ya da yeni düşünsel/sembolik girdiye açık hale gelir. Bu durumda “devlet” ya kendini egemen ideoloji alanında yaygın fikir ve motifleri soğuracak şekilde kendi resmi ideolojisine ayar vermek durumundadır ya da buna yönelik bir esneklik taşıyamayacak durumda ise egemen ideoloji alanını yeniden düzenlemek üzere sivil toplum alanına “zorla” müdahale etmek. 

TÜRKİYE’NİN MİLLİYETÇİLİK KRİZİ

Türkiye’nin ideolojiler alanının bugünkü manzarası aslında böylesine köklü bir kriz durumunun varlığına işaret ediyor. Bunu da özellikle, “milliyetçiliğin” AKP-MHP iktidarının kontrolüne girmiş devlet sahasındaki ifadeleriyle onun sivil toplum sahasındaki çoklu görünümleri arasındaki bakışımsızlıkta ve hatta karşıtlıkta görebiliyoruz. AKP’nin kurumsal olarak devletleşmesi aynı zamanda onun Sünni-İslami değerlerle içeriklendirilmiş “millet” kurgusunun da “resmileşmesi” süreci ile paralel ilerledi. Kimilerinin, “Müslüman milliyetçiliği (örn. Jenny White) kimilerinin “yeni-Osmanlıcı milliyetçilik”, benim ise daha çok İslami milliyetçilik olarak nitelemeyi tercih ettiğim bu millet anlayışı “milletin” ortak kimliğini Sünni dinsel değerler üzerinden tanımlıyor, onun tarihsel serüveni içerisine Osmanlı geçmişini bir altın çağ olarak dahil ediyor, “millet dairesinin” sınırlarını buna göre yeniden çiziyor ve “milli çıkarı” ve davayı da eski Osmanlı topraklarındaki siyasal ve kültürel nüfuzu arttırmak olarak sunuyordu.

Milliyetçiliğin kurulu düzene yönelik rıza üretimi için kullanışlı bir ideoloji olduğunu en başta söylemiştik. Öte yandan herhangi bir milliyetçilik biçiminin bu hegemonik kapasiteye sahip olabilmesi için toplumun geçmişten devralınan “ortak duyusuyla”, yerleşik zihniyet kalıplarıyla asgari bir uyuma/rezonansa sahip olması gerekir. AKP iktidarının bahsettiğimiz İslamcı milliyetçiliği ise daha baştan itibaren böyle bir uyumdan yoksundu. Siyasal iktidarın ancak kendi sınırlı destekçi tabanında bir karşılığa sahipmiş gibi gözüken bu yeni millet kurgusu toplumun geniş kesimleri tarafından özümsenemedi. Hatta, bu kesimleri siyasal iktidara ve onun kontrolündeki devletin ideolojik ve zor aygıtlarına yabancılaştırdı. Zira, AKP ideologlarının ve bazı liberal yazarların öngördüğünün aksine; muhtevası ne kadar “yukarıdan” belirlenmiş olursa olsun cumhuriyetçi modernleşme sürecinin içerisinde yoğrulan “ulusal kimlik” anlayışı ve  bununla ilişkili semboller, özellikle de Mustafa Kemal’in simgeselliği dar bir bürokratik-askeri kliğin fantezisi ya da “boğazda viski yudumlayan” elitlerin temaşası olarak kalmamış; tarihsel süreç içerisinde toplumun geniş kesimlerine nüfuz edebilen bir hegemonik ağırlığa sahip olabilmişti. Türk ulusal kimliği tarafından kapsanamayan Kürtler üzerinde ise ümmet bağından kopuk seküler bir ulusal kimlik tahayyülü Kürt hareketinin ideolojik etkisi vasıtasıyla toplumsal yaygınlığa sahip olabildi. Velhasıl, AKP iktidarının “ümmetin” ortak değerleriyle “milli kimliği” buluşturmaya yönelik İslami-milliyetçi projesinin, Türk ve Kürtlerin bütünü üzerinde rıza üretmesinin ve hatta onları bu yeni kurgu karşısında “tarafsızlaştırmasının” tarihsel ve toplumsal bir zemini bulunmuyordu.

Geçtiğimiz 10 yılda, bu İslami millet anlayışının “yeniden üretim” ve “sınama” sahası olarak işlev gören Yeni-Osmanlıcı dış politikanın akamete uğraması ve AKP’nin iktidarını sürdürebilmek için hükümet bloğuna MHP ve eski ulusalcı öbekleri eklemek zorunda kalmasıyla söz konusu ideolojik projeden geriye doktrin namına bir şey kalmadı. Bugün siyasal iktidarın bir “ulusal birlik” tahayyülüne temel teşkil edebilecek, hegemonya kapasitesine sahip bütünlüklü bir “milliyetçilik” anlayışı bulunmuyor. Çoğu zaman içerideki muhaliflere karşı seferber edilen hamasi söylemler ve tutarlı bir “millet” kurgusuyla bağı kopmuş bir şekilde dolaşıma sokulan simgeler, iktidarın gittikçe içe kapanan bir cemaat görüntüsü vermeye başlayan “kemik” destekçilerine “özgüven aşılamaktan” ötesine geçemiyor.

YENİ ULUSAL KİMLİK YÖNELİMİ

O halde Türkiye’de bugün devlet, toplumun farklı kesimlerini bir ulusal kimlik etrafında bütünleştirecek, bunun üzerinden belirli bir “davaya” mobilize edecek bir milliyetçilik anlayışını “sivil toplum” sahasında hâkim kılamıyor. Fakat bunun da ötesinde bugün gündelik hayatta bizzat AKP’nin dinsel milliyetçilik anlayışına karşıtlık temelinde bir “ulusal kimlik” yöneliminin yaygınlaştığını da görüyoruz. Burada bahsettiğimiz yönelim, “eski” milliyetçi kurguyu yeşertmeye yönelik doktriner bir ulusalcı savunma hattına tekabül etmiyor. Daha ziyade AKP’nin millet anlayışındaki İslami öğeleri cepheden karşısına alan, kimliğinin çekirdeğine bu karşıtlığı yerleştiren bir ulusal kimlik arayışına denk düşüyor.  Bu yönelimin kentlerin kamusal yaşamındaki sosyalleşme zeminlerine ve tüketim sahalarına herhangi bir geleneksel/dinsel kısıtlama olmaksızın katılma alışkanlığına sahip bir sınıf habitusu içerisinde ve özellikle gençler arasında mayalandığı gözlemlenebilir. Bu yönelimin belki de en berrak şekilde Araplaşma ve dincileşme alametleri olarak görülen göçmenlere yönelik kesif bir düşmanlıkla kendisini gösterdiği söylenebilir. Öte yandan bu yönelimi yalnızca belirli bir sosyo-kültürel ve demografik grupla sınırlı tutmak ve belirli bir insan profiline mahsus kılmak konusunda da ihtiyatlı olmak gerekiyor; çünkü böyle bir genelleme için elimizde yeterli veri bulunmuyor. 

İDEOLOJİK BOŞLUKTA YENİ MİLLİYETÇİ ARAYIŞLAR

Böyle bir yönelimin yaygınlaşmasının arkasında yalnızca İslami “milli kimlik” kurgusuna yönelik reaksiyon yatmıyor. Aynı zamanda MHP’nin bugünkü durumu da bu özerk ulusal kimlik arayışına zemin hazırlıyor. 1990’lı yılarda dinsel muhafazakarlıktan azade bir Türkçü milliyetçiliğe kendi bünyesinde alan açabilen ve 2015 seçimlerine kadar etnik/ırksal “Türkçülüğü” AKP İslamcılığına karşı bir muhalefet dili haline getirebilen MHP, hükümet bloğuna girmesinden itibaren AKP karşıtı bir milliyetçilik anlayışının ideolojik merkezi olabilme olanağını yitirdi. Bununla beraber, AKP’ye alternatif olma iddiasındaki ana muhalefet partilerinin, söz konusu kesimlerin kaygılarını yeni bir ulusal kimlik kurgusu ve hegemonya projesi içerisinde soğuramaması da söz konusu. Bunu yapmaya aday gibi gözüken İyi Parti’nin radikal milliyetçilik ile merkez sağ arasında gidip gelen ikircikli pozisyonu ve aynı zamanda içerisinde bulunduğu ittifakın radikal bir seküler milliyetçi programı frenleyecek bir mahiyete sahip olması bu partinin de AKP’nin İslamcılığına alternatif bir ulusal kimlik anlayışının merkezi olmasını engelliyor. Bu tabloya 2013’teki Gezi isyanında zirve noktasına ulaşarak akabinde siyaset yapma sahası tedricen kapatılan sol muhalefetin toplumdaki AKP karşıtı tepkileri ve laiklik kaygılarını “milliyetçilikler” ekseninden çıkaracak, halkçı bir siyaset zeminine uzun bir süre sahip olamamasını da eklemeliyiz. Böyle bir “boşluğun” varlığında AKP’nin “millet anlayışına” yabancılaşmış ve onunla karşıtlık ilişkisi geliştirmiş kesimler; “Türklüğün” dinsellikten arındırılmış her türlü “anonim” anlatısına ve simgesine açık hale geldiler.  Bu “yönelimin” farkındalığıyla, onu sürekli teyakkuzda tutma ve etnik/ırksal bir Türkçü milliyetçiliğe eklemleme çabası içerisinde olan Zafer Partisi’nin kısa sürede popülerlik kazanabilmesini de bu bağlam içerisinde düşünebiliriz.   

SEKÜLER MİLLİYETÇİLİK: YÜKSELİYOR MU?

Bahsettiğimiz bu yönelim, son 3 senedir çeşitli düşünce platformlarında “seküler milliyetçilik” başlığı etrafında tartışılıyor. Bütününe baktığımızda bu tartışmalarda “seküler milliyetçiliğin yeni ve yükselmekte olan bir ideolojik pozisyon” olarak değerlendirildiğini anlıyoruz. Peki gerçekten de böyle bir yönelimi, “yeni bir ideoloji olarak seküler milliyetçiliğin yükselişi” olarak değerlendirebilir miyiz? Böyle bir değerlendirmenin geçerliliğini bazı sorular etrafında sorgulamak istiyorum.

Eğer bahsettiğimiz yönelim “yeni bir milliyetçiliğe” denk düşüyorsa o zaman onun bugüne kadar var olmuş Türk milliyetçiliği anlayışlarından ayrı bir “ulusal” kimlik kurgusuna, tarih anlatısına ve bir ulusal çıkar anlayışına sahip olması gerekir. Peki bugün “seküler milliyetçilik” olarak adlandırılmaya çalışılan bu yönelimin böyle bir doktriner çerçeveye sahip olduğu söylenebilir mi?  Eğer “seküler milliyetçiliğin” AKP karşıtlığından köklenmekle birlikte nihayetinde etnisist/ırksal/Turancı bir Türklük anlayışında sabitlendiği ifade ediliyorsa o zaman bu eğilimi ideolojik ve sembolik muhteva açısından radikal Türkçü milliyetçilikten ayırmak mümkün olmuyor, “yeniliği” sorgulanır hale geliyor demektir.  “Tamga Türk” isimli internet sitesinin başyazarı Bahadırhan Dinçaslan gibi bazı figürlerin seküler milliyetçiliği bir vaka olarak kabul etmekle yetinmeyip, onu bir doktrin olarak inşa etmeye çalıştıkları görülüyor. Öte yandan, bu tür girişimler bahsettiğimiz yönelimi temsil edebilecek bir ideolojik merkez ya da akım olmaktan çok, “seküler milliyetçilik” kavramını derinleştirmeye yönelik bireysel çabalar gibi görünüyor.

Eğer “seküler milliyetçilik” ayrıksı ve yeni bir ideolojik cereyanı temsil ediyorsa o zaman “seküler milliyetçiler” olarak belirli bir dünya görüşü etrafında toplanmış insanların varlığını teşhis etmemiz ve bunların Türkiye’nin ve dünyanın belli başlı gündemlerinde tutarlı/ortak bir tavır geliştirebilmesini beklememiz gerekir. Halbuki bu konuda fikir yürüten pek çok yazarın da kabul ettiği gibi “seküler milliyetçi” kategorisinin içerisine sokulan insanlar reaktif bir göçmen ve Kürt karşıtlığı (ki bu Kürt karşıtlığının da ortak bir akıl yürütmeye dayandığı söylenemez) dışında Türkiye’nin can alıcı siyasal, iktisadi ve dış politika gündemlerinde ortak bir tavır sergileyecek bir ideolojik doğrultudan uzak görünüyorlar.[1]  Örneğin, içlerinde NATO yanlıları olduğu gibi, Putin sempatizanları bulunabilmekte; toplumsal cinsiyet ve özellikle de LGBT-i hakları konusunda zıt pozisyonlara düşebilmektedirler. Pek çok kilit siyasal mesele karşısında “savruk” bir görüntü arz ettiği söylenen insanlar topluluğunu sabit bir ideolojik kategori içerisinde değerlendirmenin geçerliliği sorgulanmaya açıktır. Bunun dışında pek çok değerlendirmede bu arayışta olanların ortak sosyo-kültürel özellikler sergileyen ayrıksı bir “sosyal tipe” denk düştükleri iddia edilmektedir; fakat böyle bir iddia sistemli verilere değil sezgilere dayanarak sunulmaktadır.

O halde bahsettiğimiz seküler temelde, dinsellik karşıtı bir ulusal kimlik arayışının “yeniliğini” onun ideolojik içeriğinde ya da bu yönelimde olanlara denk düşen “sosyal tipin” ayrıksılığında değil Türkiye’nin genel ideolojik ortamının tarihsel özgüllüğünde aramak gerekir.  “Seküler milliyetçilik” kategorisi üzerinden yapılan tartışmaları kışkırtan bahsettiğimiz dinsellikten ari ulusal kimlik arayışı resmi ideoloji ile egemen ideoloji arasındaki muazzam kopukluğun varlığında ortaya çıkmaktadır.  Bu yüzden “yeniliği” fikri/sembolik içeriğinden çok içerisine doğduğu ideolojik boşluğun tarihsel özgüllüğünden geliyor gibi gözükmektedir.

Bu tür soruları yöneltirken “seküler milliyetçilik” kavramı etrafında elle tutulur hale getirilmeye çalışılan “yeni” bir gerçekliğin varlığını inkâr ediyor değilim. Yazı boyunca belirtmeye çalıştığım gibi bugün Türkiye’de ulusal kimliği AKP’nin İslami millet anlayışına karşıtlık üzerinden yeniden kurgulama arayışı yaygınlaşıyor. Bunu doktrin haline getirmeye çalışan kimi girişimler veya Zafer Partisi gibi buna siyasal alanda bir şekil-şemal vermeye çalışan aktörler ortaya çıkabiliyor. Bu yönelime, aynı zamanda popüler kültür sahasında da özellikle film ve diziler üzerinden karşılık verilmeye çalışılıyor. (Bu noktada “seküler milliyetçiliği” tartışmak için önemli bir malzeme sunacak olan Alper Çağlar’a ait “Dağ” filmi serisine dikkat çekmek isterim)[2]. Fakat tüm bunlar, yazı boyunca belirtmeye çalıştığım gibi, Türkiye’de bugün yaşanmakta olan “resmi ideolojinin krizinin” ve egemen ideolojiler sahasındaki büyük boşluğun birer belirtisi olarak da değerlendirilebilir.

Söz konusu “yönelimleri” seküler milliyetçilik kategorisi altında Türkiye’nin geleceğine damgasını vurması kesin, sabit ve yekpare bir ideolojik pozisyon gibi tarif etmek konusunda “aceleci” olmamak gerekir. Zira, Türkiye’de bugün siyasal iktidarın içerisinde bulunduğu “yönetememe” krizinin fazlasıyla tesiri altında ideolojiler alanındaki koordinatlar çok hızlı bir şekilde değişebilir. AKP iktidarına yönelik birikmiş tepkisellikle sıkıca bağlı “seküler milliyetçi” arayışlar da iktidar bloğunda ortaya çıkabilecek bir yer değiştirmeyle cazibesini yitirebilir.  Bu yüzden bahsettiğimiz yeni ulusal kimlik yönelimlerini mutlaklaştırmaktansa, onu doğuran ideolojik boşluğa gözlerimizi çevirmek “milliyetçiliklerin” yükselişi dışında başka ihtimallerin de söz konusu olabileceğini fark etmemizi sağlar.

“Seküler milliyetçilik” kavramı etrafında ele alınan yönelimleri doğuran ideolojik boşluğa dikkatimizi çekmek bizi, o boşluğu eşitlikçi bir birlik projesi temelinde nasıl doldurabileceğimize dair sorular sordurmaya yöneltir. Tersine, bu ideolojik boşluğu göz ardı ederek, onun içerisinden çıkan yönelimleri seküler milliyetçilik kavramı altında mutlaklaştırmak ise bizi yine ve yeniden “yükseldiği” varsayılan milliyetçilikler karşısında savunmacı bir pozisyona sabitler.   

NOTLAR: 

[1] Bkz. Mehmet Yaşar Altundağ, “Seküler Milliyetçiliğin Doğuşu ve Yükselişi”, Birikim 398-399, Haziran 2022, s. 156-166

[2] Bu film hakkındaki bazı değerlendirmeler için Tanıl Bora ve Kemal Can, “Ülkücü Milliyetçi İdeolojide Yeni Yönelimler”, Birikim, 398-399, Haziran 2022, s. 127.


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.