Semra Güzel Korver: Belgesel yapmak cesaret ister
Semra Güzel Korver'le belgesel sinemayı konuştuk. Korver "Net bir cevap vermektense yeni sorular sordurmayı, düşündürmeyi tercih ediyorum" dedi.
DUVAR - Lisans ve yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde yapan Semra Güzel Korver, halen aynı bölümde doktoraya devam ediyor. 1992’den bu yana belgesel sinemanın içinde olan, 1996’da temelleri atılan Belgesel Sinemacılar Birliği’nin kurucusu ve aktif üyesi Korver, 2009-2011 yıllarında da birliğin başkanlığını yapar. Belgesel Sinema ve televizyon üzerine Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Avrupa Yayın Birliği gibi bazı uluslararası platformda prodüktör, yönetmen, editör, uzman, danışman, yönetim kurulu üyesi ve başkan olarak yer alan Korver çalışmalarını, “Belgesellerim, çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmış akademik makalelerim, sinema yazıları ve röportajlarım, belgesel atölyelerim, jüri üyeliklerimle sinema-televizyon-yeni medya alanında üretmeye devam ediyorum” diyerek açıklıyor.
Korver ile bir araya geldik ve Türkiye’de belgesel sinemanın durumunu ve Korver’in belgesel sinema anlayışını konuştuk.
Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?
Belgeselin kurgusal olmadığı için, “gerçek, doğru hatta nesnel olduğu” algısı tamamen yanıltıcı. Teknolojinin bu kadar geliştiği, gerçeğin çok rahatlıkla deforme edilebildiği bir çağda, belgeselcilerin hala “kutsal hakikat anlatıcıları” olarak algılanması da bir yanılsama.
Bazı belgesel filmler, bir senaryo yazılmadığı için, aracısız gerçekler oldukları temel iddiasındalar hala. Savları ise, filme konu olan malzemenin "hayatta, doğada var olduğu" bu nedenle, onlardan inşa edilen filmin de gerçek ve doğru olduğu. Bu ‘kibirli gerçeklik iddiası’, bugün bile çoğu belgesel çalışmanın merkezinde ne yazık ki. Bir belgesel film çoklukla sadece konusu, konusunun çarpıcılığı üzerinden tartışılmakta. Seyircilerin, bazı film eleştirmenlerinin, festivallerdeki jürilerin bir belgeselin konusunu överken; yapımını, sinematografisini, dramatik yapısını, etiğini tartışmayı beceremediğine çokça şahit oldum.
İnsan kendisi hakkındaki olayları ve hikâyeleri anlatırken bile bazılarını süslüyor, bazılarını öne çıkarıyor, bazılarından hiç söz etmiyor. Kendi gerçek hikâyesini düzenliyor yani. Belgesel sinema da gerçeği anlatırken böyle yapar. Buna düzenleme, sıraya koyma diyebilirim. Kesinlikle sahnelemeden söz etmiyorum. Dolayısıyla baktığınız pencereden gördüğünüz, sıraladığınız, anladığınız, anlamadığınız, yorumladığınız gerçeklerdir anlattıklarınız.
Gerçeğin hangi yüzü ve yönüyle yüzleştiğiniz, duruşunuz, algınız, anlam arayışınız, kafanızdaki fikri belgesel filme dönüştürürken etkin olur. Kendinize dert edindiğiniz “gerçeği”, kendi sembolleriniz, çerçeveleriniz, geçişleriniz, tonlarınız, ritminizle hayal ederek çeker ve kurgularsınız. Yani hayale hep uzanır. Gerçeğin referanslarının peşinde koşmak kısıtlayıcı olarak gözükse de aksine yaratıcılığı kamçılayan bir durum benim için.
'ÖZGÜR, FARKLI, HATTA ÖTEKİ OLMAYI SEVİYORUM'
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Yalnızca Türkiye’de değil, “ah keşke” denilen, hayranlıkla iç çekilerek anılan ülkelerden meslektaşlarım da kendi ülkelerindeki üretim-dağıtım-gösterim koşullarından, yeterince önemsenmemekten şikayet ediyorlar. Ülkelerinde belgesel sinemaya yapılan yatırım ve destekleri yetersiz buluyorlar. Elbette her ülke kendi sosyo-kültürel ekonomi politiği içeresinde yol alıyor, büyüyor, gelişiyor, yetersiz buluyor. Genelde sinemamız, özelde belgesel sinemamız da yaşadığımız toprakların sosyo-kültürel ekonomi politiği içeresinde payına düşeni alıyor.
Siz kendinizi nasıl hisseder, nasıl ifade eder ve nerede konumlandırırsanız öyle muamele görürsünüz. Üstelik bu, davranışlarınıza ve yaptığınız işe yansır. Üvey evlat olarak görürseniz kendinizi öyle davranır, öyle üretir, öyle muamele görürsünüz. Birilerinin gelip size elma şekeri vermesini beklersiniz. Elma şekeri alarak yaptığınız film de elma şekeri gibi olur.
Doğrusu ben kendimi ne üvey ne de öz hissediyorum. Kimsenin özü veya üveyi değilim, birinin beni evlat edinmesine gerek yok. Özgür, farklı hatta öteki olmayı seviyorum. Ayrıca bu “üvey evlat” söyleminden de hiç hoşlanmıyorum. Negatif, insanı aşağı çeken, yaratıcılıktan, mücadeleden uzak, çözüm üretmeyen bir kavram. Yıllar önce Belgesel Sinemacılar Birliği adına Türkiye’deki bütün sinema meslek örgütlerinin temsilcilerinin yer aldığı telif hakları ile ilgili bir toplantıya katılmıştım. Kanada ve Fransa’dan sinemacılar telif hakları ile ilgili kendi ülkelerindeki uygulamaları ve deneyimlerini paylaşmak üzere bizimleydiler. Toplantının yarısı Türkiye’deki sinema sektörü olarak nasıl üvey evlat olduğumuz anlatısıyla geçmişti. Deneyimlerden faydalanma, ilham alma, mücadele etme, ısrarcı olma vs. bırakılmış şikayet kültürü ile başlayıp şikayet kültürü ile bitmişti toplantı. Belgesel sinema yapmak özünde kendinize dert edindiğiniz meseleler hakkında mücadele gerektiren bir duruş zaten. Dolayısı ile öğrenmeye, sormaya, talep etmeye, ısrarcı olmaya, aramaya, kaynak yaratmaya, hak edileni almaya, adil olmaya, paylaşmaya açık olmak ve bunun için çalışmak zorundayız.
Teknolojinin gelişmesi ve ucuzlamasıyla artan üretim, belgesel adına yapılan akademik çalışmaların-atölyelerin sayısındaki yükseliş, belgeselde yeni arayışlar bir Rönesans’ın içinde olduğumuzu düşündürüyor bana. İletişim teknolojilerindeki müthiş gelişme pek çok alanda olduğu gibi belgesel sinemanın da üretim-dağıtım-gösterim süreçleri için büyük kolaylıklar, yeni imkanlar sağladı. Belgesel film festivallerinin sayısında hatırı sayılır bir artış oldu. Belgeselciler için neredeyse tek proje desteği olarak Kültür Bakanlığı'nın belgesel film destek fonlarıydı. Hala birincil kaynak ama yanı sıra bir çok irili ufaklı festival fonları, pitching platformlar oluştu. Ayrıca yurt dışı fonlardan yararlanan belgeselcilerin sayısında da artış olduğunu görebiliriz. Pembe bir tablo çizdiğim düşünülmesin. Bütün bu gelişmelerin artı ve eksileri elbette mevcut. Fonlarda, festivallerde, jürilerde her zaman “adil” sonuçlar olmayabiliyor. Evet zaman zaman körler sağırlar birbirini ağırlıyor. Verilen destekler sembolik olabiliyor. Festivaller kapanın elinde kalabiliyor, kapsayıcı olamayabiliyor. Bunlarda mücadelenin bir parçası. Ben bardağın biraz da dolu tarafını görmekten yanayım. Ancak böyle böyle yola devam edecek gücü bulabiliriz diye düşünüyorum. Sizde bilirsiniz ki, belgesel yapmak cesaret ister.
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
İlk filmler için belgesel değil de, belge kayıtlar desek daha doğru bir ifade kullanmış oluruz. Zaman içinde gelişen teknolojinin sunduğu imkânlar ve yaratıcılığın sınırsız boyutlarıyla baktığımızda belgesel tür ya da stilleri pek çok değişim, gelişim yaşadı. Çoğaldı. Bu süreç durmaksızın devam ediyor. Evet belgesel sinema tarihi içinde bir ‘ilk’ belgesel stili var ancak bir ‘son’ belgesel stili yok. Nokta koyamayacağımız bir alan. Çünkü belgesel sinema kendini yenileyebilen, sınırları olmayan, sürprizlere açık, gelişen, değişen, dönüşen bir sanat formu. Her daim yeni arayışlar, yeni yaklaşımlar, yeni türler olacaktır. Bu da belgeselin en sevdiğim özelliklerinden biri.
Daha öğrenciliğim sırasında belgesel sinemaya gönül vermiş, bu alanda çalışma arayışlarına girmiştim. Hem bir bilim insanı gibi araştırma yapıp, bir dedektif gibi bilinmeyenin ya da az bilinenin peşinden koşacaksınız hem de sinema sanatıyla uğraşacaksınız. Şahane bir yolculuk bu. Belgeselin bu bilimle sanatı kesiştiren ve her daim süren yeni keşif hali benim için muazzam bir arayış ve heyecan. Bu arayış sürecinde, belgesel sinema tarihimizin mihenk taşlarından olan Süha Arın’ın bir dönem ekibinde yer almış usta belgeselci Enis Rıza ile kesişti yolum. Birlikte pek çok projede çalıştık. Belgesel Sinemacılar Birliği’nin kuruluşunda, en genç kurucu üye olarak yer aldım. Belgesel Sinemacılar Birliği çatısı altında yine Süha Arın ekolünden gelen birçok kıymetli ismin yanı sıra pek çok belgesel tutkunu meslektaşımın, akademisyenin bakış açısından, deneyiminden faydalandım. Ulusal ve uluslararası platformlarda seminerlere, konferanslara, atölyelere katıldım. Bütün bu bilgi, ilham ve deneyimden sonra zaten kendi yolunuzu bulup, kendi cümlelerinizi kurmaya başlıyorsunuz. Toplumsal tarih, kent kültürü, sosyal psikoloji, göç, insanlık halleri, çokkültürlülük üzerine çektiğim belgesellerim var. Seyircinin filmlerimle entelektüel ve duygusal bir bağ kurmasını önemsiyorum. Net bir cevap vermektense yeni sorular sordurmayı, düşündürmeyi tercih ediyorum.
'BİLGİDEN YOKSUN BIRAKILAN BELGESELLER BİRAZ EKSİK KALIYOR'
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hayata anlam katma, anlam arayışı ve insanın hikâye anlatma ihtiyacını karşılayan belgesel sinema, aynı zamanda bir bilgi taşıma aracı elbette. Gerçekliğin bir parçası olarak alt yapısına bilgiyi koymalıdır diye düşünenlerdenim. Bu bilginin nasıl verildiği ya da verileceği asıl tartışma konusu. Etik ve estetik kaygılar güdülerek, bu bilgi nasıl bir dramatik yapı ile verilecek? Hikâyenin akışı içinde bu bilgiyi dramatize edemediğinizde, kolayına kaçıp bu bilgi kısmını es geçebilirsiniz. Bilgiden yoksun bırakılan belgeseller biraz eksik kalıyor. Bilgiyi sanatsal bir biçimde aktarmak ise maharet ister.
Youtube içeriklerine gelince: Bu içeriklere, televizyon veya internet için hazırlanmış herhangi bir yapıma belgesel ibaresi eklediğinizde sanki sınıf atlamış elit ve kutsal bir yapıya bürünmüş gibi algılanıyor ve algılatılıyor. Bu bir yanılsama. Bir yapıma isim konulamadığında hemen belgesel ya da deneysel denilip geçilebiliyor. Youtube kanallarında rastladığım bildiri sunan, sosyal veya fen bilimleri dersi veren, bir konuya dikkat çekmek isteyen aktivist videoları izlediğim oluyor. Bir içeriğin çok estetize çekilip kurgulanmış olması onun belgesel olduğu anlamına gelmez. Belgesel olması için birtakım olmazsa olmazlara sahip olması gerekir. Şimdi belgesel sinema dersi ya da atölyesine çevirmeyeyim burayı.
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hep bir olağanüstü durumdan söz edildiği, sürekli bir varlık-yokluk kavgasının olduğu, sürekli kırmızı alarmların çaldığı, gerçeklerin gizlendiği, değiştirildiği, manipüle edildiği hatta yok edildiği dünyada bütün bunları kendine dert edinen, eleştiren, yüzleşmek-anlamak isteyen belgesel sinema elbette egemenlerin hışmına uğrar.
Hışma uğrayan tek başına belgesel sinema ya da sinemacının kendisi değildir. Dolayısıyla seyircidir hışma uğrayan aslında. Seyirci ve film arasına set çekilmeye, buluşması engellenmeye, aradaki bağ koparılmaya çalışılır ki tarihe not düşülmesin, hafızalara kayıt edilmesin, farkına varılmasın, düşünülmesin, tartışılmasın, yeni sorular sorulmasın… Buna direnenlerin, mücadele edenlerin doğal olarak belgesel sinemacılar olması beklenir. Bana kalırsa asıl önemli olan seyircinin buna direnip, direnmeyeceği, filmine sahip çıkıp çıkmayacağıdır. Çünkü film bittikten sonra yalnızca çekenin değil, izleyenindir de artık. Filmi çekenin söylediklerine dair izleyicinin de kendi söyleyecekleri, söyledikleri vardır zira.
'HİÇBİR ZAMAN MUTLAK BİR ÖZGÜRLÜKTEN SÖZ EDEBİLECEĞİMİZİ SANMIYORUM'
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Her piyasa koşulu, beraberinde yeni dayatmalar, formatlar getirir. Bu kaçınılmaz. Sözünü etiğiniz platformlarda ilginç belgeseller izledim. Kişisel tercihlere bağlı olarak ben olumlu buluyorum bu gelişmeleri. Hiçbir zaman mutlak bir özgürlükten söz edebileceğimizi sanmıyorum. Önemli olan bütün bunların içeresinde kendinizi var edecek, her şeye rağmen sözünüzü söyleyecek, resminizi çizecek bir alan, bir yapı kurabiliyor, bulabiliyor musunuz? Bir şekilde derdinizi anlatabiliyor musunuz?
Bu, belgeselcinin özgürlüğü konusu enteresan mevzu. Uluslararası alım-satım-destek platformlarında bulundum. Tecrübe ve gözlemlerimle şunu söyleyebilirim rahatlıkla. O büyük festivalden, ki özellikle bunlar Batı festivalleri ise, şu uluslararası kuruluş ve enstitüden, şu ülkenin sinema fonundan, bu büyük uluslararası TV’den destek alıp ne kadar bağımsız belgeselci olduklarını, büyük işler yaptıklarını bilmem ne kadar ödül aldıklarını -hele ki bu ödüller Batı’dan verilmişse- söyleyenler ne kadar özgür? O fonları alabilmek için o kurumların vizyon ve misyonuna göre projelerini sunmadılar mı? Otokontrollerini yapmadılar mı? O kanalların editörlerince filmleri kaba kurgu aşamasında izlenmedi mi, gerekli müdahaleler yapılmadı mı? Dolayısı ile kişisel tercihler bunlar. Sizin vizyon ve misyonunuzla kim ne kadar uyuşuyorsa size destek verir. Siz de kiminle uyuşuyorsanız ondan destek istersiniz. Kimden, neden bağımsız? Kimin, neyin bağımsızlığı?
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Proje her zaman var. Hayata geçmesi için sadece doğru zamana ihtiyaçları var. Bu aralar belgesel sinema eğitimleri için kısa, pratik içerikler hazırlıyorum. Atölye yapmamı talep eden festival ve üniversiteler var. Pandeminin durumuna göre netleşecekler. Hala online atölye yapmaya sıcak bakmıyorum. Doktora tezim ile ilgili araştırma ve yazma sürecim devam ediyor. Danışmanlığını yaptığım iki proje var. Cinedergi’deki sinemaya, özellikle belgesele dair yazılara ve söyleşilere devam ediyorum. Hayat akıyor…