Serdar Korucu: İmroz bize devlet için itaatin yeterli olmadığını gösteriyor
Gazeteci ve yazar Serdar Korucu’nun hazırladığı 'Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?' kitabı 1960'tan İmroz'un ve ada halkının yaşadıklarını tanıklıklarla anlatıyor...
Nihal Almaz
DUVAR- İstos Yayın’dan çıkan 'Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?' kitabında Serdar Korucu, aralarında İstanbul Rum Patriği Bartholomeos’un da bulunduğu 28 İmrozlunun anlatısını topladı. Korucu’yla devletin gadriyle 1960’larda tanışan İmroz’u, Gökçeada’yı konuştuk.
'Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?' okuyucusuna farklı bir pencere açıyor. Bugün turizmle anılan Gökçeada’nın tarihine gidiyorsunuz. Geçmişinde gördüğünüz karanlık sizi şaşırttı mı?
Hem Almancanın güçlü şairlerinden olan hem de Holokost’tan sağ kurtulan Paul Celan, ünlü 'Ölüm Fügü' şiirinde “ölüm Almanya'dan gelen bir ustadır” der. Bunu Türkiye’ye uyarlamaya kalkarsak hafızamız çoğunlukla ölümün, şiddetin doğuya, daha açık söylemek gerekirse Kürt coğrafyasına yönelmesi üzerine kuruludur. Halbuki İmroz bize devletin gadrine uğrayan coğrafyanın batıda da yer alabildiğini gösteriyor.
Bu ada neler yaşıyor?
İmroz 20. yüzyılın başını nispeten “şanslı” geçiriyor. Çünkü Osmanlı çökerken ve ardından Ankara için Kurtuluş Savaşı, Atina için Küçük Asya Faciası yaşanırken, Anadolu toprakları tam anlamıyla, Dido Sotiriyu’nun o ünlü eseri 'Benden Selam Söyle Anadolu’ya' kitabının Yunanca tam çevirisi olan 'Kanlı Topraklar'a dönüşüyor. İmroz tüm bu süreç öncesinde ve sonrasında sadece yönetim olarak el değiştiriyor. En büyük değişimi İtilaf güçlerinin adayı Çanakkale Savaşı sırasında Gelibolu’ya karşı üs olarak kullanması. Zaten bu durum da İmroz’un Lozan Anlaşması ile Türkiye’ye geçmesine “vesile” olacak.
1950’ler ve sonrasında neler yaşanıyor?
İlk yıllar zor. Sadece İmroz için değil. Tüm Türkiye için, Hristiyanlar ve Yahudiler için özellikle zor yıllar. 1950’lerde Ankara’nın batı ittifakına göz kırpmasıyla bu baskı azalıyor ancak 1960 sonrasında adanın Rumsuzlaştırılma süreci devreye giriyor. İstimlaklerle eldeki araziler anlatanların da ifadesiyle yumurta parasına ellerinden alınıyor. Lozan’la hak olarak tanınmış Rumca eğitime son veriliyor. Üstüne bir de adanın en yoğun nüfuslu köyünün yanına açık cezaevi açılıyor, içine en ağır cezayı almış mahkumlar getiriliyor ve serbestçe adada gezmeleri sağlanıyor. Siz bir İmrozlu olsanız ne yapardınız?
İmrozlular ne yapıyor?
Başkaldırmıyorlar. Röportajların içinde en öne çıkan konulardan biri de bu oldu. Mesela Yorgo Zarbozan, “Biz ne isyan ettik ne hainlik yaptık. Biz burada Allah’ın bize verdiği hayatımızı yaşıyorduk” diyor. Sadece o da değil, kitapta pek çok İmrozlu tarihleri boyunca ayaklanmamakla övünüyor. Halbuki adanın tarihi bize devlete itaatin yeterli olmadığını gösteriyor. 1928’de Ankara’daki bir rapor “Halk hissiyat itibariyle koyu Yunan’dır. Hükümete itaatleri hayaldir” diyor. Eski Demokrat Partili, sonrasında Adalet Partisi sıralarından Meclis’e giren Ziya Termen ise bu rapordan yıllar sonra yaptığı bir konuşmada İmrozlulardan “Bu ada ahalisinin 500 yıllık Rum asıllı ve fakat Türkiye’ye hiçbir zarar getirmemiş, vergisini veren, askerliğini yapan, kanunlara tamamen saygılı olan ve bir asırdan beri cinayete, bir asırdan beri hırsızlığa rastlanmayan medeni seviyede” diye bahsediyor.
Sizce neden isyan etmiyorlar?
Wilhelm Reich’ın ünlü bir ifadesi vardır, “Esas soru insanların neden başkaldırdıkları değildir. Neden başkaldırmadıklarıdır” diye. Bunu çözmek, çözebilmek zor. Başkaldırı, en azından Batı dillerindeki hali, Latince “re-bellum”dan geliyor. Yeniden başlayan savaş, yenilenin yeniden savaşması gibi. Fakat İmroz zaten savaşla Osmanlı toprağı olmuyor. En azından en çok aktarılan anlatıda bu böyle değil. 20. yüzyıl başında Yunanistan’ın egemenliğine geçiyor ama bunda da adalıların katkısının olduğunu söylemek zor. Neden ayaklanmadıkları meselesi gerçekten bir başka tartışma. Belki de Frédéric Gros’un dediği gibi “onca devrik devrimi, başarısız isyanı, silah zoruyla kontrol altına alınan çatışmayı, nafile mücadeleyi göze alınca boyun eğen kendi kendine güçsüzlüğün sınırı olmadığını, koşulların tersine çevrilmesinin mümkün olduğuna inanmanın kendilerine çok fazla kan ve acıya mal olduğunu” düşünüyorlardı. Bunu kesin olarak bilmek mümkün değil. Kesin olan bir şey var, az önce de dediğim gibi, İmroz itaatin yeterli olmadığının en açık örneklerinden.
Kitabın adı 'Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?' röportajdaki bir sözden alıntı. Neden bu cümleyi seçtiniz?
Kitabın başlığındaki bu söz Ekümenik Patrik Bartholomeos’a ait. Kendisi adadaki bazı geleneklerin artık uygulanamayışına dair konuşurken bu cümleyi sarf etti. Lozan Anlaşması döneminde 9 bini bulan, Türkiye Cumhuriyeti yönetimindeyse uzun zaman 7 bin civarında Rum’un yaşadığı bu adada bir dönem Rum nüfus 300’e kadar düşmüştü. Bugün sayı 500-600 civarında. Bu nispi artışta kitabın da danışmanı Laki Vingas’ın da büyük çabasının olduğu Rum okulunun yeniden açılması etkili. Çünkü artık Rum toplumu adada gelecek görebiliyor. Çocuklarını eğitebileceklerini biliyorlar.
Bir de alt başlığı var: Mutlular adasından yasak bölgeye. Bu tanım size mi ait?
Kitabın alt başlığı edebiyat taramasına dair ipucu veriyor. “Mutlular adasından yasak bölgeye” Türkiye’de yazım dünyasının iki güçlü ismine ait. Onlardan biri Azra Erhat. Azra Erhat, İmroz’u ünlü eseri 'Mavi Yolculuk’ta anlatıyor ve “Mutlu bir ada, ilkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular Adası” diyor. Adanın yasak bölge olmasını ise bir başka usta kalem almıştı, Sevgi Soysal. Soysal, 1970’te yayımladığı 'Yürümek' kitabında, İmroz’a askeri güçlerin çıkışını, “Dikenli tellerin dışı tenhaydı, boştu, özgürdü ama ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlüktü bu” diye anlatıyor, o güzel turistik adanın “yasak bölge”ye dönüşmesine tepkisini de ortaya koyarak.
Fakat başka isimlerin de yolları adaya düşüyor.
Evet. Mesela Melih Cevdet Anday adanın sevdalılarından. Öyle ki hem Fethi Naci ile yolunu düşürüyor, sonra Azra Erhat’ın da dahil olduğu bir grupla yeniden adada bulunuyor. Anday, “Maksim Gorki’nin, Panait İstrati’nin, Caldwell’in, Steinbeck’in romanlarındaki, hikayelerindeki yoksul ama gönlü şen kişiler”e benzetiyor ada halkını. Zengin olmayan, her yıl milyonlar girmeyen bu adada gönüllerin şen olduğunu vurgulayarak. Aslında kitaptakinden çok daha fazla malzeme var edebiyatta İmroz ile ilgili. Bu nedenle bu proje üzerinde çalışırken çıkan toparlamayı Duvar’da yayınlamıştık iki bölüm (1, 2 ) olarak. İmroz’un Gökçeada’ya dönüşümüne şahit olan yazarları bir araya getirmek için… Bunun dışında Tomris Uyar gibi isimler de eserlerinde İmroz’u anlattı. Onu da atlamamak gerek. 1990’da yayınladığı 'Sekizinci Günah’ta şöyle bir bölüm geçiyor: “Nasılsa Çiçekler Geçiti’nde bir adadaydık seninle Hilmi Bey: İmroz’da. Benim adamdaki ev, ahşap olacaktı. Her sabah pelin kokan tozlu bir patikadan iskeleye inecektim. Gazetemi alacaktım. Balıkçılarla konuşacaktım. Ebegümeci satan ihtiyar çingene kadın, ara sıra bana ebegümeci, radika getirecekti eve. Manastırın papazıyla dosttuk. Önce, beni yadırgayacak, sonra alışacaklardı. Yapayalnız yaşayan bir yazardım. (…) Salatalıkla domatese, caneriğine dokunmamıştık daha. Kokularıyla renkleri yetiyordu, İmroz’da.”
Türkçe, Rumca/Yunanca, İngilizce ve Fransızca yapılan 28 röportajın ve edebiyat içeriğinin yanı sıra medya taraması da önemli bir yer tutuyor kitapta. O dönem basın nasıl bir rol oynuyor?
Basının tutumu Ankara’nın politikasına göre şekilleniyor diyebiliriz. Türkiye-Yunanistan arasında kriz yoksa ada turistik olarak ilgi çekiyor. Tansiyon yükseldiğinde hele ki Kıbrıs gerilimi tırmanmasını da fırsat bilerek hedef haline geliyor. Kupürleri koymak istememin nedeni anlatılarla, halkın hafızasında yaşananlarla, yansıtılanlar arasındaki farkı ortaya koymaktı. Mesela iki öğretmenin Shinudi’de, bugünkü adıyla Dereköy’de dövülmesi basına “İmroz adası ikinci bir Kıbrıs olacak” diye çıkıyor. Görgü tanıklarının anlattıklarıysa bu yaşananın bir “tezgah” olduğunu yönünde. Köyde düzenlenen eğlencede kadınlara yönelik taciz sonrası gerginliğin yaşandığı söyleniyor. Ya da mesela Rumca inşallah demek olan “makari” sözü, “Makarios” olarak anlaşılıp daha doğrusu çarpıtılıp medyaya servis ediliyor. Böylece hedef haline getiriliyor.
'Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?'nın arka kapağında da, tanıtım metninde de “Olan olmuş ne olur? Denilmesin. Unutulmasın. Tarih olsun diye” deniliyor. Bu söz içindeki bir röportajdan alıntı. Kitap nasıl bir tarih anlatımı sunuyor?
Ben gazeteciyim, tarihçi değil. O nedenle tarih anlatmıyorum ya da tarih yazmıyorum. Fakat alanımla tarihin muhakkak kesiştiği alanlar var. Bu kitap da onlardan biri. Yaptığım sözlü tarih değil mesela. Çünkü farklı koşulları var o işin ve benim yaptıklarım bu parametreleri karşılamıyor. Kapağa da taşıdığımız o sözse çok ilgimi çekmişti. Hatta kitaba son şeklini verdiğim dönemde Neyse grubunun bir şarkısı dilime dolanmıştı. Selim Kırılmaz’ın sözleri “Gören olur görmeyen olur, olan olmuş ne olur? Bilen olur bilmeyen olur, olan olmuş ne olur?” diyordu. Kitapta yer alan isimlerden Kula Çalıkuşu ise “Olan oldu buraya dememek gerek” diye başlayıp o alıntıladığın ifadeleri kullanıyordu. Benim için çarpıcıydı bu benzerlik. Çalıkuşu’nun dediği gibi kayda geçmek önemli. Çünkü Aras Yayıncılık’tan çıkan 'Ahalinin Gidişi' kitabının da başına koyduğum William Shakespeare’in güzel bir sözü var: “Artık konuşma zamanı geldi, çekilen acılar unutuluyor çünkü” Gazeteci olarak görevlerimizden biri de bu işte. Unutulmamasını sağlamak.