Serdar Korucu: Türkiye bugün daha az karanlıktaysa bunu Cumartesi Annelerine borçluyuz
‘Cumartesi Anneleri: Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta’ kitabının yazarı gazeteci Serdar Korucu, "Türkiye bugün daha az karanlık bir ülkeyse bunu Cumartesi Annelerine borçluyuz" dedi.
İSTANBUL - Cumartesi Anneleri 1000 haftadır Galatasaray Meydanı’nda kayıplarının akıbetini soruyor. Gazeteci Serdar Korucu, kayıp yakınlarının 29 yıldır sürdürdüğü eylemi ‘Cumartesi Anneleri: Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta’ başlığıyla kitaplaştırdı.
Gazeteci Serdar Korucu, 22 kayıp yakınıyla görüşerek hazırladığı kitabı Gazete Duvar’a anlattı. Cumartesi Annelerinin yalnızlaştırılmasına değinen Korucu, “Bu yalnızlaşma, yalnızlaştırılma hali sadece toplumsal destek açısından değil. Öncelikle kayıplarına ulaşamadıkları, akıbetlerini öğrenemedikleri için zamanın o ünlü iyileştirici gücü kendilerini yalnız bırakıyor. Üstüne çevreleri de kendilerini yalnızlaştırabiliyor” ifadelerini kullandı.
Serdar Korucu’yla İstanbul, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Batman ve Edirne’de yaşayan 22 kayıp yakınıyla yüz yüze görüşerek hazırladığı ‘Cumartesi Anneleri: Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta’ kitabını konuştuk.
Sizin de kitapta belirttiğiniz gibi Cumartesi Anneleri, 1000 haftadır devlet tarafından kaybedilen yakınlarının akıbetini soruyor. Kitabı 22 kayıp yakınıyla söyleşiler yaparak hazırladınız. Nasıl bir süreç izlediniz?
Hızlı bir süreçti. Çok hızlı. 4 Ağustos’ta kendisi de bir kayıp yakını olan, 1995’te gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı olan Besna Tosun ile konuşmamızda çıktı kitap fikri. Cumartesi Annelerine dair güncel bir kitabın olmadığını söyledi. Ve böylece hemen harekete geçtik. Besna ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Kayıplar Komisyonu’nun desteği olmasa bu kitap imkansızdı. Edirne’den Şırnak’a uzanan bir coğrafyada, 1980’lerden 2001’e kadar gözaltında kaybedilen 18 kişiyi anlatıyor, bir kesit sunuyor. Kesit diyorum çünkü gözaltında kaybedilenlerin sayısı o kadar fazla ki… İnsan Hakları Derneği’nin üstünde çalıştığı, doğrulanmış liste bu nedenle kitabın sonunda bulunuyor ve 600’e yakın kaybın ismi yer alıyor. Bu liste hala üstünde çalışıldığı için nihai değil elbette, eksiği var, bunu yayınlamanın sorumluluğu da bende. Amacımsa gözaltında kaybedilenlerin sadece 18 kişi olmadığını, yüzlerce kişinin olduğunu hatırlatmak, vurgulamak… Bu mesaj, kapak tasarımından başlıyor ve en sondaki listeye kadar uzanıyor…
Kitapta biraz farklı bir yol izledik. Dediğin gibi söyleşilerden oluşuyor ama format olarak okuyucu soru-cevap bulmayacak. Doğrudan anlatılarla karşılaşacak. Kayıp yakınlarının fotoğrafları da vesikalık gibi mesela… Agnes Varda, "Hareketsiz bir yüzün önden görünümü. Kimlik resmi gibi: Önden görünüm, hareketsiz, susmuş ya da konuşmuyor ama yüzü bize dönük" der. Böylece kayıp yakınları doğrudan okuyucuya bakacak, ona seslenecek ve mücadelesini aracısız, sorusuz anlatacak kendi dilinden. İşte bu sebeplerle kitap benim değil, sadece Cumartesi Annelerinin…
Cumartesi Annelerinin mücadelesinin Türkiye’de yeterince sahiplenildiğini düşünüyor musunuz?
Yeterince sahiplenildiğini söylemek imkansız. 27 Mayıs 1995’te Cumartesi Anneleri eylemlerine başladığında üç talepleri vardı. Bunlardan ilki gözaltında kayıpların durması, ikincisi kayıpların akıbetinin açıklanması, üçüncüsüyse faillerin cezalandırılmasıydı. İlkini gerçekleştirmemiş olsaydı bugün yüzlerce belki binlerce gözaltında kayıptan daha söz edecektik. Yani Türkiye bugün daha az karanlık bir ülkeyse bunu Cumartesi Annelerine borçluyuz. Ve borcumuzu ne yaparsak yapalım ödeyemeyiz diye düşünüyorum ama buna rağmen çok yalnız bırakıldılar. Mesela Sezen Aksu’nun 1996’de "Cumartesi Türküsü"nü yapmasının ardından öyle bir destek vardı ki polis müdahalesi bile bir süreliğine durmuştu. Sorun burada, bir süreliğine… Hemen ardından polis şiddeti katlanarak döndü. Polis köpekleri çıkarıldı meydana, anneler yerlerde sürüklendi. Ve bunlar herkesin gözü önünde oldu. Sadece geçmişte kalmadı bu yaşananlar. Mesela 2014’teki 500. haftada on binler sadece Galatasaray Meydanı’nı değil, İstiklal Caddesi’ni bile doldururken kimsenin kılına bile zarar gelmedi. Fakat 700. haftadaki müdahale ortalığı savaş alanına çevirdi. Emine Ocak en sert şiddete uğrayanlar arasındaydı ki Hayri Tunç’un fotoğrafladığı ve Emine Anne’yi kızı Maside’nin çaresizce korumaya çalıştığı anlar kimsenin gözünden gitmiyordur bence. Sonraki haftalarda da bu uzun zaman devam etti, mesela Besna Tosun’a 6 kelepçe takıldı ya da Hanife Anne’nin elinde tuttuğu oğlunun fotoğrafı yırtıldı.
Bu yalnızlaşma, yalnızlaştırılma hali sadece toplumsal destek açısından değil. Öncelikle kayıplarına ulaşamadıkları, akıbetlerini öğrenemedikleri için zamanın o ünlü iyileştirici gücü kendilerini yalnız bırakıyor. Üstüne çevreleri de kendilerini yalnızlaştırabiliyor. Mesela Talat Türkoğlu’nun kardeşi Münübe Türkoğlu’nun anlatımında olduğu gibi bu bazen en yakın çevrelerinden bile gelebiliyor: "Teyzem, ‘aman abla, oğlun ne öldü ölüye karıştı ne kaldı diriye karıştı’ diyor. Anam bir daha kardeşiyle konuşmadı. ‘Beni’ dedi ‘anlamıyorsa ben onu anlamak için neden çaba sarf edeyim?’ Bunlar küçük nüanslar gibi görünse de çok yaralayıcı.” Ya da Şirin Bayram’ın kardeşi Halime Bayram, “Yalnızlaşıyorsun. Akrabalar bile senden uzak durabiliyor, sanki sen kötü bir şey yapmışsın gibi” diyor. Komşular da gözaltında kaybedilmeye tanık olsalar bile en acımasız yorumları yapabiliyor. Besna Tosun, "Babamın kaybedildiği gün, komşumuzun söylediği cümleyi hiç unutmuyorum mesela: “Kim bilir baban ne yaptı?” Bu 12 yaşındaki bir çocuğa söylenecek söz değil" diyor kitapta…
Cumartesi Anneleri, 1000 haftalık mücadelelerinin içinde haftalarca süren baskı, şiddet, işkence ve gözaltılara maruz kaldı. Bir yandan kayıplarının akıbetini sormak, diğer yandan devletin işkencesine maruz kalmak… Bir gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu baskıda sadece devletin değil toplumun da suçunun olduğunu düşünüyorum. Nurdan Gürbilek, “Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır. Bazı konularda aynı anda ısrarla susabiliyor olmaları” der. Ve gerçekten de toplumun ısrarla sustuğu anlarda başlıyor şiddet ve baskı Cumartesi Annelerine karşı… Ve durmaksızın devam ediyor. Toplum eğer geniş kitleler halinde Cumartesi Annelerinin yanında durursa, durmaya devam ederse bunlar yaşanmaz. Mesela bu hafta bininci hafta. Her yerde haber olacak Cumartesi Anneleri, destek alacak, konuşulacak. Fakat daha önemlisi böyle dönüm noktalarının dışında da onları hatırlamak, katkı vermek. 1001. haftada, 1002. haftada da yanlarında olmak… Burada basın emekçilerine de büyük görev düştü, düşmeye de devam ediyor. Bu konuda bir parantez açayım çünkü şu notu düşmem gerekiyor. Mesela senin Duvar’daki röportajların Cumartesi Annelerinin en yoğun şiddet gördüğü dönemde onların seslerini kamuoyuna yansıtan işlerdendi ve çok değerliler. Ayrıca kitapta yine benden çok daha uzun zaman boyunca bu eylemleri takip etmiş olan, seslerini duyurmalarına yardımcı olan ve bu kitap için arşivlerini sonuna kadar açan, fotoğraflarını paylaşan Ayhan Şanlı, Hayri Tunç, Eylem Nazlıer, Emre Orman ve Aydın Atay’a buradan da teşekkür etmiş olayım.
Berfo Ana gibi birçok kayıp yakını çocuklarının kemiklerini bulamadan, akıbetini öğrenmeden hayatını kaybetti. Mücadele çocuklara ve torunlara devrediliyor. 30 yıldır çocuklarını arayan, yaşlılıktan veya hastalıktan dolayı meydana gelemeyen kayıp yakınlarıyla görüştüğünüzde neler hissettiniz?
Bir aileye yapılabilecek en ağır işkenceyi yaşamış insanlar kayıp aileleri. Mesela Mehmet Zeki Akyıldız’ın ablası Birgül Ekinci, “Annem Silvan’da kaçırılan oğlunun hayalini Almanya’daki sokaklarda bile arıyor” diyor, “Kaybedilmekten, akıbetinden habersiz olmaktan daha ağır bir şey yok” diye ekleyerek… Senin de örneğini verdiğin gibi, Mikail Kırbayır’ın “Anam 30 yıl boyunca kapıyı hep açık bıraktı, Cemil gelirse dışarıda kalmasın diye” dediği Berfo Ana da, Berfo Ana’nın kızı da Cemil Kırbayır’ın kemiklerini bulamadan hayatını kaybetti.
Kayıp ailelerinin kuşaklara bunu devretmesi de zor oluyor. Ebubekir Deniz’in eşi Divan Deniz en küçük çocuğunun sürekli “Tamam, babam öldü. Herkesin bir mezarı var. Babamın bir mezarı olsun ben de ziyaretine gideyim. Benim babam nerede?” diye sorduğunu söylüyor mesela: “Bayram günü geldi. Ortadan kayboldu. Çok merak ettim. Akşam döndü eve. “Oğlum sen nereye gittin?” dedim. “O kadar zaman neredeydin?” Bayram için dolaşırdı ama o kadar uzun sürmezdi. Dedi ki, “Anne ben tüm mezarlara gittim. Tüm mezarlara... Her yere...” “Oğlum, ne için gittin?” dedim. “Belki babamın mezarı bir yerdeydi.” Şeker de toplamış, elindeymiş. Elindeki şekerle, nineden, haladan aldığı, topladığı şekerlerle gitmiş. “Bu şekerler babam içindi.” “Oğlum, o şekerleri nereye bıraktın?” diye sordum. “Bir mezara bıraktım ama o babamın mezarı değildi” dedi. Bunun gibi anlatılar kalıyor geride. Ve hep bir şüphe var akıllarında. Serdar Tanış’ın annesi Rabia Tanış, bir ara test yapılan ama sonuçları kendilerine açıklanmayan kemikler için “Anneler böyle şeyleri hisseder ya, o çıkarılan kemikler oğlumundu ama benden sakladılar” diyor. Kimseye, hiç kimseye bu yaşatılmamalı. Bu Hannah Arendt’in dediği gibi “Gerçek kötü bizde dilsiz dehşeti uyandırandır, işte o zaman söyleyebileceğimiz tek şey vardır: Bu asla olmamalıydı.” Gözaltında kaybetmeler de böyle. Asla olmamalı, asla yaşanmamalıydı.
Kayıp yakınlarından devlet tarafından kaybedilen Nurettin Yedigöl’ün kardeşi Muzaffer Yedigöl, 996’ncı haftada Galatasaray Meydanı'nda yaptığı açıklamada, "Biz bu ülkenin kara lekesiyiz" ifadelerini kullandı. Sorumlulara da seslenen Muzaffer Yedigöl, “Nurettin’i kaybedenler uyurken bile bizi hatırlayacaklar" dedi. Buna ilişkin yorumunuz nedir?
Gözaltında kaybetme “horrible dictu” yani “söylenmesi korkunç” denilebilecek suçlardan. Ve Muzaffer Yedigöl’ün işaret ettiği faillerin durumunu merak ediyorum açıkçası. Evet, Latince bir söz vardır, "Voluntas hominis it ad malum" denilir, yani "insanın iradesi kötülüğe eğilimlidir." Kayıp yakınlarıyla görüştüğümde hep bu cümleyi düşünüyorum. Çünkü bir insan kendisine emir verilse bile bir kişiyi nasıl “kaybeder” ve o kişinin ailesine bu işkenceyi nasıl yapar? Bunu açıklamak mümkün değil. Elbette failler kendilerini “verilen emirler” ile açıklamaya çalışacaktır ya da sorumluluktan kaçmaya uğraşacaktır. Şaşırtıcı da değil. Yahudi Soykırımı sonrasında Auschwitz yargılamalarında yargıç Hans Hofmeyer, “Auschwitz’de herhangi bir şey yapmış biriyle henüz karşılaşmadım” diyordu, “Komutan orada değildi, görevli subay tesadüfen orada bulunuyordu, yine bir diğeri de anahtarları getirmek için gelmişti.”
Ayrıca Nurettin Yedigöl de diğer gözaltında kaybedilenler de bir hükümet tarafından gözaltında kaybedilmedi. Bunu biraz açmak gerek belki. Çünkü 80 darbesi sırasında kaybedilenlerden sanki sadece o dönemde iktidarda olan cunta sorumluymuş gibi davranılıyor. Bu en büyük yanlış. Halbuki Cumartesi Annelerinin temel talepleri kaybedilenin akıbetinin açıklanıp geride kalanların kendilerine teslim edilmesi ve faillerin cezalandırılması. Bu yapılmadığı sürece, gözaltında kaybedilenlerden o tarihten itibaren gelen tüm iktidarlar sorumlu… Ve hepsi uyurken bile kaybedilenleri hatırlamalı…