Şeriat, İslam hukuku değil çünkü…
İslam Hukuku yeni yorumlara kapatılıp günümüze kadar eski hükümlerin lastik gibi orasından burasından sündürülerek yeni ihtiyaçlara uyumlu hale getirilmeye çalışıldığı bir “kitaba uydurma” riyakarlığına dönüştürüldü. Bunlar şeriat değil Allah’ın kuralları değil insan aklının yorumları. İçlerinde iyisi olur kötüsü olur, tartışılır, tartışılmaz bunlar ayrı ama kul aklı bunlar Allah emri değil. Şeriat, fıkıh değil. Fıkıh Allah’ın emri değil.
Hiranur Vakfı kurucu başkanı Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızı H.K.G. ile müritlerinden 29 yaşındaki Kadir İstekli arasında bizzat kıydığı imam nikahı yoluyla evlilik birliği kurması, yazık ki bazı Müslümanlar tarafından hala Şeriatın gereği sanılıyor. Böyle zannedenlerin büyük çoğunluğu cehaletin esiri olduğu için papağan gibi duyduklarını tekrarlayanlar. Pek azı ise İslam dinini kurumsallaştırma sürecini başlatıp, geliştirenlerin yolundan gidenler, demek yanlış olmaz. Dinin, insan eliyle kurumsallaştırılması, bazı insanların Allah adına hüküm kurma yetkisini ele geçirmesi demek. İnananlara “ben size şah damarınızdan daha yakınım” buyuran Allah ile kul arasındaki o minicik şah damarı mesafesine devasa bir kurumlar ve kurallar bütünü sığdırıldı. O minicik aralıkta yaratılan iktidar alanı sayesinde, Allah’ın yeryüzünden silinme, helak edilme nedenlerine dair nice misal verdiği zorbaların benzerleri, İslam dünyasında alim denilen Müslümanlar aracılığıyla tekrar tekrar yaratıldı. Ve adına Şeriat denildi. Neden? Çünkü Şeriat kavramı Allah’ın kuralları olarak geçer Kur’an’da. Şeriat adını verdiklerinde insanın, beşer olanın koyduğu kurallar, Allah hükmü gibi sunulur toplumlara. Ne muazzam bir iktidar alanı değil mi? Allah 6 yaşındaki kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmeyin dedi. Alimler ise 6 yaşındaki kız çocuklarını evlendirebilirsiniz dedi. Evlilik adı altında sistematik cinsel istismarı onaylayarak kız çocuklarının kişiliğini, benliğini öldürme emri vermiş oldular. Bin yıldır böylesi bir sistematik işkenceye maruz bırakılan kız çocuklarının büyük kısmının cismani olarak, somut manasıyla öldürüldüğünü ve kimsenin bu cinayetin hesabını vermediğini söylemek de aşırı yorum olmaz. Tekrar edeyim Allah öldürmeyin dedi alimler ölürse ölsün dedi, bu kadar net. Bin yıl öncesinden kurulmuş bu tezgahı, bugün de iktidar alanı olarak kullanmayı sürdürenler ve onlara tabi olanlar da çıkıp Meclis kürsüsünde bile “Şeriat bizim hukukumuz” diyebiliyor. Artık cehaletten mi zorbalık yetkisine talip olma hevesinden mi kaynaklanıyor, kendileri karar versinler.
Belki yazının sonucunu başa alarak bir nevi tezimi ortaya koymuş sayılırım. Şimdi düşüncelerimi biraz somutlaştırmaya çalışayım. Şeriat kelimesinin anlamı kurallar, kanunlar, hükümler olarak açıklanabilir. Kur’anî kavram olarak ise Allah’ın, beşere insaniyet bilinci kazandıracak değerler bütününü içeren kuralları, diyebiliriz. Rabbin, insanî değerleri, İslamî değerler olarak benimsetme çabası. Ki pedagojik açıdan vahiy tarihini düşündüğümüzde, bir nesil ömrü süren eğitim aşaması olarak isimlendirenlere katılıyorum. Eğitim, eğitmen anlamına kullanılan terbiye ve mürebbi, mürebbiye kelimelerinin Rab ile aynı kökten geldiğini hatırlayınca katılmamak ne mümkün…Kur’an’da Rabbin muradı, yarattığı insanın beşeriyetten ademiyete ve oradan kemale erişmesi olarak görülür. Ki ademiyet yani insanlık bilinci, insani değerler, İbrahimî dinlerin özü olarak görülür. Kaldı ki felsefî dinlerin de bir nübüvvet rüzgarıyla, bir tevhid inancı örgüsüyle bezeli olduğunu düşünmek için pek çok delile sahibiz. İslam’ı beş şarta indirgeyip içinde Kur’an’ın insani değerlerine yer vermeyen “akıl”, topluma dönüp “hadisler olmasa namazı nasıl kılacağını nereden bileceksin?” diyerek kendisine iktidar alanı yaratanı yaratıyor örneğin. Veya oruçta imsak vakti “siyah iplikle beyaz iplikle beyaz iplik gözle ayırt edilinceye kadar yiyin için” ifadesiyle anlatılmışken, alimlerce “temkin müddeti" icat edilmiş, süre erkene çekilmiş. Yaratanla kulu arasındaki en “sır” ibadet olan oruçta bile kendilerine bir iktidar alanı yaratıp orada otorite kesilmişler. Hatta günümüzde Diyanet bu temkin müddetini bir buçuk saat kadar öne çekmiş, kendi imsakiyesine uymayanlara laf edebiliyor. “Allah mısın be mübarek?” diyenleri taşlamaya durmuş bir de üstelik. Her inançlı insanın kendi kararını verebileceği bunca somut ibadetler için böylesine büyük tartışma alanları yaratılması boşuna değil elbette. Soyut düşüncenin gelişmesinin, sistematik öğrenme süreçleri aşılarak ulaşılacak akıl yürütme becerisinin dinin emri olduğunu gizlemek için o saçma sapan sakız-oruç soruları gündemde tutuluyor.
Alimler kurdu bu alanı dedik evet alim denilenlerin dahli var kul ile Allah arasındaki o şah damarı mesafesine din kurumları oturtmakta. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün İslam alimlerini kastettiğim sanılmasın. İlk yüzyıllarda ortaya çıkan İslami ilimler hadis, tefsir, kelam, içtihat ihtiyacıyla doğan fıkıh İslam toplumlarının orta çağda parlayan yıldızlara dönüşmesini sağladı. Ortaçağ bu nedenle Müslümanlar için parlak bir dönem olduğu kadar insanlık medeniyetinin de hukuktan, düşünceye, toplumsal düzenden sanata her alanda timsali olmuştu. Fakat Allah’ın, insani değerler bütünü olan kurallarını yani Şeriat kavramını sadece hukuk yani fıkıh kurallarına, yorumlarına, içtihatlara indirgeyen anlayışın egemen olmasına yol açan alimleri elbette kötü anmak şart. Onların açtığı yoldan hem İslam veya din karşıtları alaycı, aşağılayıcı tavır ve sözlerle ilerliyor hem de onlara aynı yolda kendisini din otoritesi sayanlar yoldaşlık ediyor. Bilenler için Allah’ın dinini tanınmaz hale getirmeye bin yıldır devam ediyorlar. Din karşıtlarıyla dini tahrif edenler birbirleriyle çatışma alanı yaratarak kitleleri kendilerine bağlamakta mahirler.
Örneğin Hanefi mezhebinin müçtehit alimi İmam-ı Azam Ebu Hanife en çok bilinen ve güya çok sevilen alimlerden birisidir ama içtihatları en çok tahrif edilerek günümüze bozulmuş olarak aktarılan alimlerden de birisidir. İslam’da, Kur’an’da bir devlet modeli yok sadece belirli yönetim ve yaşam prensipleri belirtilmiş halde. Bunlardan birisi “iyiliği emretme, kötülükten sakındırma yani emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” olarak bilinir. Bu prensibi hem şia hem sünni İslam devletleri hatta kendilerini Hanefî olarak tanımlayanlar da yöneticinin halka yaşam tarzı dayatması ve kendi otoritesini sağlamlaştıracak yasaklar koymaları için dayanak olarak kullandılar. Oysa imam yani alim, içtihadında bu prensibi halk tarafından yöneticinin eleştirilmesi ve emirlerine itirazın mümkün olması olarak yorumlamıştı. Halifeye muhalefet etmek, muhalefet edenlerin varlığını kabul ederek korumak gerektiğini aksi halde Allah’ın bu emrinin yerine getirilmesini önlemek olacağını söyler. Şimdi İran rejimi mollaların ve hükümetlerin, Rehber/Ayetullah emriyle halk üzerinde baskı kurmak için kullanıyor. İrşad Devriyelerinin kökeni bu emirden çıkarılıyor ve Mahsa Jina Amini ve protestolarda öldürülenlere Allah düşmanı denilmesi için dayanak olarak kullanılıyor. Bizde ne kadar farklı derseniz milim fark yok örneğin “ümmeti böldüler” sözüyle Gelecek ve DEVA Partilerine ağır hakaretleri hatırlayın. İmam ümmetin içinde muhalefet olmazsa bu emir yerine getirilmiş olmaz diyor. Cumhurbaşkanı güya dini saikle ve dini kavramları ağzında sakız gibi çürüterek muhalefet edenlere hakareti dinin gereği gibi sunuyor topluma.
Çok uzattığımın farkındayım ama kız çocuklarının evlendirilmesi meselesine yeni gelebildim. Regl olmayan ya da regl periyodu düzenli olmayan kadınlardan boşanma üzerine hüküm içeren ayetten 6 yaşındaki kız çocuğunun evlenebileceği tefsiri çıkaran alimler bin küsur yıldır hükmünü yürütüyor. Allah’ın ayetlerini ters yüz ederek yorumlayanların değerlendirmeleri fıkıh ilminde zamanın kesinleşmiş hükümleri olarak uygulanmış. Fıkıh hukuk ilmi; hukuk yorum ilmi bilindiği üzere. Yorum akıl yürütme işi elbette bu akıl yürütme işini Kur’an, sünnet, kıyas, icma gibi bir dizi kural ile sistematik hale getirdikten sonra müçtehidin yoruma dönüştürmesi esasına sahip. Yani sonuçta insan aklına dayanıyor akıl yürütme yoluyla yorum yapılıp hukuk kuralı haline geliyor. Buraya kadarı çok normal ve olması gereken elbette. 7’inci yüzyıldan 12’inci yüzyıla kadar böyle yapılıyor. Düşünün beş yüz yılda toplumsal doku ve çağın şartları ne kadar değişmiş ki belki de binden fazla yeni yorum gerekmiş. Ancak 12’nci yüzyıldan sonra içtihat kapısı kapandı ilkesi kabul edilince işler sarpa sardı. Fıkıh yani İslam Hukuku yeni yorumlara kapatılıp günümüze kadar eski hükümlerin lastik gibi orasından burasından sündürülerek yeni ihtiyaçlara uyumlu hale getirilmeye çalışıldığı bir “kitaba uydurma” riyakarlığına dönüştürüldü. Ama be güzel kardeşim bin yıl geçti üstünden ve bu terazi bu sıkleti çekmez oldu. Riyakarlık desen daha nereye kadar sürebilecek sanki. Döne döne yüz seksen derece tersine döndürdünüz Allah’ın emirlerini. Üstelik adına fıkıh deseniz tartışmaya açık insan aklıyla yorumlanmaya muhtaç olacağını bildiğiniz için de utanmadan arlanmadan habire Şeriat da şeriat diyorsunuz. Bunlar şeriat değil Allah’ın kuralları değil insan aklının yorumları. İçlerinde iyisi olur kötüsü olur, tartışılır, tartışılmaz bunlar ayrı ama kul aklı bunlar Allah emri değil. Şeriat, fıkıh değil. Fıkıh Allah’ın emri değil. Binaenaleyh şeriat bizim hukukumuz değil.