YAZARLAR

Serinlikler, öğleden sonralar: Deniz yolunda Yenikapı

Yenikapı… Ak badanalı duvara, deniz köpüğüne mavi yazılı… Farklı yönlerden gelsek, yine de hatırlar mısın bizi?

Yenikapı, eski bir şeyden mi söz eder, bir rivâyeti mi anlatır? Resimli kitap ve erik rakısı götürülen evlerinde, neden bir itiraz kanıtlanır gibi yaşanır? Sabah sisiyle dolan avluları, neye bağlılık duyar? Bilmek istiyoruz! Bak işte burası kuzeydoğu, şurası güney... Bunları tanıyoruz. Üstelik yabancı da değil hiçbir ayak sesi. Yakasına çiçek tutturmuş adamlar vardı hani? Sokak başlarında cigara saran… Rüzgâr, sabahçı kahvelerinde uyanan hamalların ceketini sıyırıp geçerdi. Çantasında buruşuk bir mektupla gezen genç kızlar, ceplerinde sürekli bir şey arayan babalar, masaya ekmek ve su koyan anneler… Hatırlıyoruz… Banliyö trenlerindeki izne çıkmış askerleri. Avlu çardağında olgunlaşan yazı. Hani neredeyse biraz daha oyalansak eşikte, güneşi kardığımız… Rüzgârlar mı değişti, gölgeler mi kısaldı? Peki ya o yabanıl gök, aynı uğultuyu mu taşırdı?  Bilmiyoruz artık, hangi yönden geldiğini yağmurun!

TALİMHANE'DE BİR EVDEN YENİKAPI'YA...

Kolağası Hasan Arif Bey, hep bu vakitlerde Talimhane Palas’taki evinden çıkar (Köstekli saatiyle, çocuklarının harçlığını aynı yere mi koyardı?) Kasketi yana yıkık, kehribar ağızlıklı… Camlı Köşk Gazinosu’nun camında kendine bakar. Hacer Hanım, peşi sıra bilmediği bir sokağı döner. İpteki çamaşırlar kurumadan, su buharlaşmadan evine geri döner. Hanende ve sazende ilanlarının mavi ışığı söndüğünde, Maçka-Beyazıd tramvayına biner. O tramvayda hem Arif Murat'ın (Çolak) yazgısı biçimlenir hem de Yenikapı’nın! “Büyükbabam Hasan Arif (Çolak) Bey, bir Osmanlı subayı. Köstekli saat takar, ev içinde bile takım elbise ile dolaşırmış. Sakarya Harbi’nde tabur komutanı, Büyük Taarruz’da alay komutanı! Beyoğlu Askerlik Şube Reisliği’nden emekli olmuş. Babaannem Hacer Hanım’la birbirlerini severek mi evlenmişler, bilmiyorum. Yakışırlardı fakat, o kesin. Babaannem bir subay eşi olmanın sorumluluğunu taşıyan, görgülü, zarif, modern bir Cumhuriyet insanıydı. Bütün fotoğraflarda en şık, en zarif… Karı koca ve üç çocuktan oluşan aile (Mehmet Necdet, Osman Zeki ve Jale Ayşe), Talimhane Palas’ta otururlarmış. 1923 doğumlu babam Osman Zeki Bey, ailenin ikinci çocuğu. Çok mutlularmış. Ta ki büyükbabam Camlı Köşk Gazinosu’nun Leman’ıyla tanışana kadar. Müzeyyen Senar’lardan önce, Leman varmış! Camlı Köşk Gazinosu, Taksim’de. O yıllarda eğlence sektörüne hâkim olan Anlar Ailesi tarafından işletiliyor. Hamdi Anlar’ın Camlı Köşk’ünde çalışan Leman, güzelliği ile bütün Beyoğlu’nun dilindeymiş. Büyükbabam da ona ilgi duyuyor. Babaannem bunu hissediyor. Ne bir kavga ne de bir gürültü… Bir gece, kimseye sezdirmeden büyükbabamı izliyor. Kaygılarından emin oluyor. Çocuklarını da alıp, evden çıkıp gidiyor. Gidiş o gidiş! Yenikapı’da bir ev tutuyor. Büyükbabama ölene kadar yüzünü göstermiyor. Hacer Hanım, öyle gururlu bir insandı!”

Babaanne Hacer Hanım

YENİKAPI'DA YENİ HAYAT

Hacer Hanım, çok bir şey almaz yanına. Yarı açık penceresi ışığı doğrular. Aynalı dolaba bir çarşaf örter, radyoda çalan şarkıyı susturur. L’air du temps kolonyasının kokusu Talimhane Palas’ta asılı kalır. “Babaannem Hacer Hanım, Yenikapı’da çocukları ile birlikte yeni bir hayat kurmayı başarıyor. Çocuklarını çok güzel yetiştiriyor, meslek sahibi yapıyor, evlendiriyor… Uzun süre babamla birlikte yaşıyorlar. Babam o yıllara göre oldukça geç sayılacak bir yaşta, otuz altı yaşında evleniyor. Dolayısıyla Yenikapı’daki evin erkeği babam oluyor. Büyükbabam asla o eve gelemiyormuş fakat çocukları ile arası hep iyiymiş. Babaannem bağrına taş basmış, büyükbabamla ilgili çocuklarının önünde tek bir kötü laf konuşmamış. Saygıda kusur ettirmemiş. Babam Osman Zeki, babasına çok düşkündü. Büyükbabamı ise hep gergin bir adam olarak hatırlıyorum. Hiç unutmam… Siroz olmuş, Gümüşsuyu Asker Hastanesi’nde yatıyor. Babamla ziyaretine gittik. Adettir diye, çiçek götürdük giderken… Odasına girince baktım başucunda bir vazo var, çiçekleri de kurumuş. Hemen aldım, çiçekleri attım, suyunu tam dökeceğim… ‘Bırak onu aldığın yere!’ diye bir ses… Büyükbabamın sesi! Müthiş öfkeli! Nedenini anlayamadım. Babam anlamış olacak ki, vazoyu hemen elimden aldı, yerine koydu. Hemşireden yeni bir vazo istedi, çiçekleri ona koyduk. Meğer benim dökmek üzere olduğum şey su değil, rakıymış! Üstelik sirozdan dolayı hastanede yatıyor. Çok ilginç bir gündü. Ben babamla beraber kapıdan çıkarken, içeri genç bir kadın giriyordu. Babamla göz göze geldiler. İkisi de hiç konuşmadı. Leman hanımmış! Oysaki babaannem hastaneye adımını atmamıştı. Meğer büyükbabamın yanında, son gününe kadar o varmış”. Leman Hanım… Görkemli, Revnâklı Leman Hanım…Camlı Köşk’ün Leman Hanım'ı… Kolağası Hasan Arif Bey’in köstekli saati durduğunda, anlamış öldüğünü. Gümüşsuyu Asker Hastanesi’nin koridorunda olduğu yere çökmüş. İnce uzun parmaklarında eteklerinin dantelleri…Nefesini sımsıkı tutmuş, dursun diye zaman. Bir daha hiç ağlamadığı rivayet edilmiş. Hasan Arif Bey için resmî tören düzenlemişler, oğullarını davet etmişler. Vatan Caddesi’nden Ankara’ya, “devlet mezarı”na uğurlamışlar. Leman’ı hastane koridorunda unutmuşlar.

Kolağası Hasan Arif Bey

'ALBOYACILAR SOKAK, NUMARA 8'

Gece yarısı durmuş bir saat, bir bavul, teslim edilmek üzere hazırlanan anahtarlar… Saatler yeniden kurulurmuş meğer, yürürmüş hayat… “Babam Osman Zeki Bey ve annem Feriköylü Hayriye Hanım, 1957 yılında evleniyorlar. Annem, Yenikapı’daki evimize gelin geliyor, babaannemle birlikte yaşamaya başlıyor. Babaannemle annemin arası her zaman iyiydi. Aralarında anne-kız ilişkisi vardı. 1959 senesinde ben, 1961 senesinde kız kardeşim Ayşe Deniz doğuyor. Babaannem beni çok severdi. Birlikte Aksaray Migros’a, Aksaray Görgülü Pastanesi’ne, Çukurpazar’a giderdik. Alboyacılar Sokak, adını yazmacılıkla uğraşan insanlarından alırdı. Bu yazmacılar genellikle Ermeni’ydi. Bahçesinde su kuyusu olan, ahşap, cumbalı bir evimiz vardı. Evin arka tarafı Sirkeci-Halkalı banliyö hattına bakardı”.

Alboyacılar, Karaboyacılar, Çorbacıbaşı, Mahramacı, Kumkapı Değirmeni, Kumkapı Kumsalı Sokak… Merdivenlerini aydınlatan ışığı, yaz akşamları sulanan bahçeleri henüz yerli yerindeymiş. Delikanlılar ağır ağır geçermiş sokaklardan. “Annem de babam da İstanbul terbiyesi ile büyümüş insanlardı. Bizi de öyle yetiştirmek için ellerinden geleni yaptılar. Annem Feriköylü’ydü. Mahallemizi sık sık ziyaret eden Dündar Kılıç’ın eşi ile ortaokuldan arkadaştılar. Birbirleri ile iyi anlaşırlardı. Bu arkadaşlık ikinci kuşağa da aktarıldı. Rahmetli Uğur (Kılıç) hanım ve kardeşim, gençlik arkadaşlarıydı. İki genç kız buluşunca ne yaparlar? Aklınıza bile gelmez! Bizimkiler poligona atış talimi yapmaya giderlerdi. Ailemizdeki en sakin karakter, annemdi. Babamla iş dolayısıyla tanışmışlar. Yedikule Kurdele Dantel’in baş ustası, annemin dayısının oğlu Lütfü Bey. Annem onun öğrettikleri sayesinde meslek sahibi olmuş. Aynı yıllarda babam da Akel Dar Dokuma’da çalışırmış. Ustası Nazi zulmünden kaçan bir Alman Yahudisiymiş: Emil Benberg. Bay Emil, babamı oğlu gibi severmiş. Mesleğin tüm inceliklerini o öğretmiş. 1954 yılına gelindiğinde babam kendi yerini açmış: Ak Yol Dar Dokuma. Annem de burada desinatör olarak işe başlamış. Böylece tanışmışlar. Bu tanışıklık evliliğe kadar gitmiş. Uyumlu bir çift olduklarını şuradan anlardık: İkisi de hazır giyime karşı müthiş öfkelilerdi! Babamın hazır olan tek giyim kuşamı, kravatlarıydı. Scotch Mağazası’ndan Altınyıldız kumaşı alır, mahallenin terzisi Mustafa Mumcu amcaya takım elbise diktirirdi. Yelek giymeyi sevmediği için, yelek kumaşını ayırırdı. O kumaşı da Çakmakçılar Yokuşu’ndaki, Ata Şapka’ya götürür, şapka yaptırırdı. Her takım elbisesinin şapkası vardı. Annemin kumaşçısı ise, Çarşı’daydı. Jack Alfandari’den kumaş alınır, Burda mecmuasından model seçilir. Düğme bastırmaya evin büyük çocuğu yollanır… Kumaşları elbiseye dönüştürmek ise gündelikçi terzinin işidir. Ayda bir gelirler, kız kardeşime ve anneme elbiseler dikerler. O yıllarda Yenikapı’da şöyle bir söz vardı: ‘Dikiş bilmeyene koca, 18’lik oltası olmayana kadın yok!’ Hakikaten de öyleydi.”

YAN SOKAKTAN, KIYIDAN...

Şurada Beyoğlu’nun Entelektüel Cavit’i otururmuş, o yıllarda garsonmuş henüz. Hemen ilerisi Terzi Mustafa Mumcu’nun eviymiş. Şu köşede Marangoz Erol Canik, Viron ve Kiryako Kardeşler, Tuğgeneral Yılmaz Oral… Sola doğru dönün, Yazmacı Karekin Usta, Bakkal Ömer, Alaaddin Bakkal, Kasap Nasuh ve Gazete Bayii Suat’ı görürmüşsünüz… Dümdüz devam edin, Bürokrat Hüsamettin Özkan, Hayk Durmaz, Sünnetçi Ali Şengel buradalarmış… Eski yağmurlarda ıslanan bu ayak sesleri, yabancı değilmiş! Yokuş başına oyulmuş sessizliğe sakın aldanmayın! Dinleyin… “Kahveci Mehmet Ağabey, mahallenin ağır ağabeylerindendi. Yenikapı Taksi’yi de o kurdu. Yaşayan en eski Yenikapılı’dır. Marmara Çay Bahçesi’ni Fazlı Çolak çalıştırırdı. Burası esasen kumluktu, denizden kum çıkarırlardı. Alamanalarla kum gelir, herkes kendi kumunu alır gider… Fazlı amca da demir ve kiremit satardı. 70’lerin başında orayı çay bahçesine çevirdi. İyi ki öyle yaptı! Yenikapı o yıllarda üniversite öğrencilerinin, sol tandanslı gençlerin çok sevdikleri bir semtti. Bu mekânların arasında en meşhuru, bizim ‘Kemal’in Kahvesi’ dediğimiz, İstanbullu solcu gençlerin ‘Odunluk’ diye bildiği yerdi. Sahibi, Komünist Kemal’di (Kalemci). Bizim yaşımız tutmadığı için kahveye giremezdik. Deniz Gezmiş gelirmiş oraya, duyardık kısık sesle. Bütün solcu öğrencilerin buluşma yeriydi. Dönemin gazetecileri, yazarları, sanatçıları oradan çıkmazdı: Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Konur Ertop, Yavuz Özkan…”

KADINLAR SİNEMAYA, ERKEKLER BALIĞA...

Yaşı tutmayan Yenikapılı delikanlılar, Kemal’in Kahvesi’ne hep uzaktan uzağa bakmışlar. Karadan umudu kesince, denizi düşlemeye başlamışlar: “Babamla balığa çıkardık. Hiçbir zaman olta almadık, babam yapardı. Bu işi Samatyalı Garip’ten öğrenmiş. Öylesine geliştirmiş ki, Malta taşından yapılmış kalıplardan kurşunu bile kendi dökerdi. Samatya SSK önünden izmarit, Yeşilköy tarafından sinağrit çıkardı. Babamın bir teknesi vardı: Reis! Babamın lakabı da Reis’ti. Teknemizin livarına balığa çıkmadan önce buz atar, nevalemizi ve rakımızı da koyardık. Babam bir süre sonra çapariyle uğraşmayı bıraktı. Ustalaşmıştı bu işte. Kırlangıç balığı, taş balığı ile eve dönerdi. Balığa en sevdiği insanlarla çıkardı. Bu kişi genellikle Yenikapı’nın hakiki midyecisi Hasan Yüzer olurdu. İki arkadaş gün batımlarında hem demlenirler hem de balık tutarlardı. Bazen de ıstakoza çıkarlardı. O işin ayrı kuralları vardı. Bir gün önceden Aksaray Çukurpazar’dan işkembe alırlar. İşkembeyi sepete koyarlar, kokuturlar. Ertesi gün, ver elini Büyükada! Sepetleri denize atarlar, bir gece Ada’da kalırlar. Nihayet sepetleri çektiklerinde, içinde sıkışmış vaziyette ıstakozlar olur. Şenlik zamanıdır! Dost meclisinde Kulüp Rakı eşliğinde sofralar kurulurdu. O sofraların bir kuralı vardı: SDS yasak. SDS, yani ‘spor, din, siyaset’… Böylesi günlerde annem ve kız kardeşim ile ilgilenmek görevi de bana düşerdi. Ver elini Fındıkzade Nilgül Sineması, Fatih Renk Sineması, Bulvar Sineması Yeşilçam filmleri valide hanımdan sorulurdu! Gençler birbirine açık hava sinemalarında ‘açılır’dı. Bu işin de bir raconu vardı. Bir kızı mahalleden biri istedi, o kişiye de vermediler diyelim. O mahallede bir daha hiç kimse o kızı istemezdi. Hemen kızın 12’lik vesikalık fotosu bastırılır, çöpçatan kadınlara verilir… Onlar da civar semtlerden damat ararlardı. Genç kız ve delikanlı ilk defa açık hava sinemasında birbirini görürdü”.

Sinema dönüşünde evin ışığı yanar, basma perdeler aydınlanır. Hafif adımlarla evin babası gelir. Elindeki ıstakoz sepeti bir kuyu gibi iç çeker, ırmaklar denize kavuşur… Yenikapı, akşam saatlerinin semtidir.

YENİKAPI'NIN 'ZİNDAN'I

Osman Zeki Bey de hep akşamın içinden çıkıp gelir.  Bir gün, denizciliğini karaya taşımaya karar verir. “Babam 1970-71 yıllarında, bir arsa satın aldı. Dört katlı bir bina yaptırdı. Nerden bilebilirdi ki binanın altında bir Bizans sarnıcı olacağını. Dolayısıyla yerleşime iskan vermediler. Biz de orayı meyhane yaptık: Zindan Meyhanesi. 1971-1985 yılları arasında işlettik. Yüz yirmi kişilik bir mekândı. Babam soğuk meze için Kireçburnu Façyo’dan mezeci bile getirdi: İsmail Evgin Usta. İsmail Usta, 1979 senesinde kendi yerini açmak istedi. Ayrıldı, memleketi Tokat Turhal’a gitti. Onun yerine, Yeşilköy Çınar Oteli’nden Murat (Çimen) Usta geldi. Müthişti bu konuda, ne de olsa Bolu Mengenli’ydi. Onu bize Çakıl Gazinosu’nun mutfağıyla ilgilenen Bahriyeli Mehmet tavsiye etmişti”.

Zindan Meyhanesi’ni hem Yenikapılar hem de İstanbullular çok benimser. Civar semtlerden, sanat dünyasından akın akın insanlar gelir. Kazançlar iyi, keyifler gıcırdır. Her şey olağan akışında gidiyordur. Bir gün Zindan Meyhanesi’nin önünde son model bir araba durur. İçinden son derece şık, mücevherler içinde bir hanımefendi çıkar. “Leman Hanımefendi”dir! “Camlı Köşk’ün Leman’ı” artık “Leman Hanımefendi” olarak anılıyordur. Yine de hiçbir zaman bilinmez, gerçekte kim olduğu!  “Garsonlar haber verdi. Leman Hanımefendi diye biri gelmiş, beni görmek istiyormuş. Şaşırdık… Normalde babamı görmek isterler, ben kimim ki! İlk gençlikte bir delikanlı! Önce hatırlamadık kim olduğunu. Karşılaşınca tanıdık. Babam, çok sert davrandı kadıncağıza. Aslında biraz da şaşkınlıktan… Ben, Leman Hanımefendi’nin o dağılmış yürüyüşünü, meyhaneden çıkarkenki hâlini hiç unutamam. Peşinden koştum. Bizi neden görmek istediğini sordum: ‘Sadece seni görmek için geldim. Büyükbabana en çok sen benzerdin’ dedi. Unutmamış Kolağası Hasan Bey’i! Öyle mahzun gitti ki… Bir daha ne gören oldu, ne duyan…”

Çakıl Gazinosu'nda Arif Murat Çolak'ın sünnet düğünü, 1 Eylül 1967.

BİR ÂLEM: ÇAKIL GAZİNOSU

Tanıdık bir günbatımında, bir suret giderek kaybolur… Leman, Yenikapı’ya gelen en güzel kadın olarak semtin tarihine rujla çizilmiş bir parantez açar. Bir çiçek tasarımı, bir güneş söylencesi gibi hatırlanır. Leman’dan sonra Yenikapı, hep karanlık sorular sorar. “Semtimizde bir kabadayı kültürü vardı. Dündar Kılıç, Arap Nasri, Hasan Heybetli semtimize çok gelir giderlerdi. Nevzat ve Behzat (Şenyıldız) ağabeylerin Çakıl Gazinosu’nda misafir olurlardı. Gazinoya onlar geldiği zaman müzik durur, tüm personel karşılamaya koşar. Hesap masaya gitmez. Onlar bütün personele yüklü miktarda para bırakır. Kapıdaki kâhyaya kadar para verirlerdi. ‘Vale’ diye bir şey yoktu o zamanlar, ‘kâhya’ denirdi. Ayda bir gelirdi bu ‘ağır ağabey’ler. Assolistlerin programı da her ay değişirdi. Bir ay Gönül Akkor çıkar, diğer ay Sevim Tuna, ondan sonraki ay Gönül Yazar. Neşe Karaböcek ilk defa Çakıl’da sahneye çıkmıştır. Assolistlerin hemen hepsi kadındı. Bir erkek assolist vardı, o da Zeki Müren!

Zeki Müren, Fahrettin Aslan’la arası açılınca Maksim'den ayrıldı, Çakıl Gazinosu'nda çıkmaya başladı.  Bülent Ersoy'un Maksim'in assolisti olmasının altında bu yatar. Şenyıldız Kardeşler'in Fahrettin Aslan'la ilişkisi, selâmı sabahı yoktu. Fahrettin Aslan bir gün dahi Çakıl’a gelmedi, bizim ağabeylerimiz de Maksim'e gitmedi. Bu ilişkileri yöneten bir dünya vardı. Dündar Kılıç’ın iki tarafla da arası iyiydi. Dündar ağabey ilginç bir insandı. Kilyos'ta kömür ocağı almıştı. Dolapdere’nin, Kasımpasa’nın garip gurebasına kömür dağıtırdı. Kabadayılığın raconunda yoksulu kollamak vardı. Arap Nasri de 'Dündar Kılıç ekolü'ndendi.Şimdi bile Tophane’ye gidin, Arap Nasri deyin, herkes ayağa kalkar. Tophane’nin Siirt nüfusu Arap Nasri’den dolayıdır. Hal’in kontrolü Heybetliler'in vapur büfelerinin işletmesi Cevahirler'indi. O dönemler böylesi bir dünya vardı. Kimse kimsenin alanına girmeye cesaret ve tenezül etmezdi. 

Zeki Müren’in çıktığı ilk gün, Çakıl’a İstanbul’un en elit kesimi gelirdi. Öyle bir adet vardı. İki sıra, karşılıklı otomobiller dizilirdi. Tüm gelir personele dağıtılırdı. Öyle bir geleneği vardı Zeki Bey’in. İlk döner sahneyi tasarlayıp, Çakıl’da kendi sahnesinde kullanan adam. Kuralları vardı doğal olarak. Kesinlikle o sahneye çıktığı zaman servis duracak! Hesaplar, o sahneye çıkmadan toplanırdı. Diğer solistlerde bu yoktu. Gazinoya çok seçkin insanlar giderdi. Çarşamba günleri kadınlar matinesi olurdu. Ucuzdu. Akşamları gazino pahalı bir iştir. Konsomasyon olmaz, nezih bir ortamdır. Gazino reklamları hep Cem Reklam’dan çıkardı, aynı stildi. Bu reklamlar, Çakıl Gazinosu’nun müdavimlerinden Erol Simavi’nin Hürriyet’inde tam sayfa basılırdı. Cem Reklam da Dündar Kılıç’ındı.

.

Biz mahallenin insanları Çakıl’a hep arka kapıdan girerdik. Çakıl’ın adı ilk Mim Çakır Gazinosu’ydu. Sahil yolu yapılana kadar gazinonun yarısı kazıkların üzerindeydi. Önünde de Neçko’nun (Necdet) Çay Bahçesi vardı. Yenikapı’nın başka gazinoları da vardı: Gar (Onu da Nevzat ve Behzat Şenyıldız işletirdi), Dar Vakit, Yakamoz…  Seda Sayan’ın on dört yaşında, ilk defa sahneye çıktığı yer Yenikapı Yakamoz’du. Gazino çok pahalı bir işti. Ekonomik durumlar günden güne kötüye gitti, yaşam biçimleri değişti… Bir süre sonra gazinolar da yerini tavernaya bıraktı. Şenyıldız Kardeşler, sahil yoluna iki taverna açtılar: Karides ve Mercan! Bu kadar mekân işleten Behzat ve Nevzat ağabeyler, eğlenmek için esnaf arkadaşlarının mekânlarına giderlerdi. Demlenmek için bizim Zindan Meyhanesi’ne, yemek yemek için Karakol’un karşısındaki Merkez Lokantası’na… Yenikapı dışına pek çıkmazlardı. Bu bir Suriçi âdâbıydı!”

Yenikapı… Ak badanalı duvara, deniz köpüğüne mavi yazılı… Farklı yönlerden gelsek, yine de hatırlar mısın bizi?


Berken Döner Kimdir?

1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.